“Zihnim kendi zamanı içinde ilerlemeye ihtiyaç duyar, bir başkasının zamanına boyun eğmez!” -Rousseau.
I. Kaybolan Meslekler
Sanatçılar, yazarlar ve gazetecilerin yaşadığı dönemin tanıkları olduğu söylenir. Bu tanıklık, sanatçı ve yazarın uçsuz bucaksız düşsel dünyasında anı, fotoğraf ve yazılarında kalıcılaşırsa bir anlam kazanır. Kanımca sanatçılar, yazarlar ve gazeteciler topluma karşı sorumlu olduklarından biraz da buna mecburdurlar.
Dünya çok hızlı dönüyor. Teknoloji akıllara durgunluk verecek şekilde gelişiyor, ilerliyor. Alışkanlıklar, yaşam biçimleri, tüketim kalıpları sürekli değişime zorlanıyor, değişiyor. Hızla değişen yaşamın an‘larını yakalayıp gelecek nesillere aktarmak, ancak sanatçı, yazar ve gazetecilerin bu görevi yerine getirmeleri ile mümkündür.
Kaybolan, eskiyen meslekleri ve sanatkârlarını yakından tanımak tarihsel gerçeklik olduğu kadar, sosyolojik ve psikolojik/ duygusal zenginliktir. Marx’ın da önemle vurguladığı gibi, sosyal güçlerin ve bilimsel uygulamaların tarihsel değişimdeki en önemli belirleyicisi ekonomik koşullardır. Bu meslek ve nesnelerin kayboluşunun nedeni, ekonomik koşulların değişmesinden kaynaklanıyor.
Kaybolan meslekler için seçilen sade mekânlar, bu mekânlarda dökülen göz nuru ve alınterinin mübarekliğiyle harmanlanan yoğun emek, her zaman anılmaya değerdir diye düşünüyorum. Dün olmadan bugün, bugün olmadan yarın var olabilir mi? Akıl hünerinin birer nişanesi olan bu mesleklere karşı nankör olmamalıyız: Zarafet, ince işçilik, dikkat ve titizlik isteyen bu meslekler, bizleri eski zamanlara bağlayan çok önemli bağlardan biridir. Bu meslekler eski kültürümüzün birer birikimidir: İçlerinde çok şeyi saklamaktadırlar. Ama ne yazık ki; kaybolan veya kaybolmaya yüz tutmuş, unutulan bu meslekler kimimizin belleğinde tatlı bir anı, kimimizin de belleğinde kaydı olmayan veya sadece ses duyum yoluyla duyulan bir sözcüktür.
Bugün taşçılık, hattatlık, değirmencilik, şerbetçilik, gazozculuk, şarapçılık, karcılık, dokumacılık, goşkarlık, çömlekçilik, demircilik, kalaycılık, tenekecilik, nalıncılık, hancılık, nalbantlık, çulculuk, sepetçilik gibi meslekler değişen ekonomik koşulların bir sonucu olarak seri üretime, robotlara, makinalara yenik düştü. Birer birer tarihteki yerlerini aldı ve alıyorlar.
Uzun süre görülmeyen, duyulmayan, konuşulmayan, dokunulmayan şeyler zamanla unutulur, belleğin karanlık noktalarında kalır. Düne takılıp kalmadan, bu karanlığı birazcık aralamak istiyorum. Sanayi toplumu olmanın, kentleşmenin ve de gelinen teknolojik seviyenin bir sonucu olarak kaybolan veya unutulan bazı meslekleri azıcık da olsa -Diyarbakır’a bağlı Ergani ve Çermik ilçeleri ölçeğinde hatırlayabildiğim kadarıyla- anlatmak, eski havaları solumak, sizleri alıp mazilere götürmek istiyorum. Hoşgörünüze sığınarak bu işe baba mesleklerinden başlamak istiyorum
Taşçılık veya Taş Yontuculuğu
İnşaatlarda taş kullanıldığı zaman taşları yontan, kesen, süsleyen ve üzerine yazı yazan ustalara taşçı, taş ustası, taş yontucusu denir.
Taş yontucuları, ufacık elleri ve yufka yürekleriyle ağır, şekilsiz, kocaman taşlara biçim verirler.
Taş yontucusunun taşa vurduğu her çekiç, taşın ruhunu biçimlendirir.
Taş ocaklarından kaba olarak çıkartılıp getirilen taşların kabası, taş ustaları tarafından balyoz ve çekiç yardımıyla alınır. Taş sert taşsa gönye (cetvel), murç (bir nevi ucu sert büyük demir çivi) ve çekiçle; yumuşak (örneğin Hilvan yöresinden getirilen yumuşak türden taş) ise, gönye, çekiç ve tarak denilen çelik ağızlı aletlerle düzgün hale getirilir. Gerekirse üzerlerine çeşitli desenler, yazılar yazılır.
Taşçılar; binaların yapımında, binaların kapı ve pencere taşlarının yapım ve süslemesinde, köprü inşaatlarında, mezar taşı yapım ve yazımında aranan ve çok değer verilen ustalardı.
Taşçılıkta en zor şeylerden biri kilit taşının yapımı ve yerine yerleştirilmesiydi.
Tuğla sanayinin gelişmesi, çirkin briketlerin yaygın olarak kullanımına başlanması, beton ve beton türevi yapı malzemelerinin daha kolay uygulanabilmesi ve daha ekonomik olması yüzünden bu meslek kaybolmaya başladı. Günümüzde sayıları çok azalmış olan taş ustaları, eski taş yapıların restorasyon (yenileme) çalışmalarında, zevk sahibi kişilerin lüks konut veya işyerleri yapımlarında ancak aranır olmaktadır.
Babam, iyi bir yapı ustası olduğu kadar, iyi bir taş yontucusuydu: Siirt’e bağlı Baykan’da bulunan Veysel Karani Camii, Minare ve Türbesi; Ergani, Maden, Dicle’nin Kulbin Köyü ve Sivrice’de yaptığı minareler taş işçiliğine güzel örneklerdir.
Veysel Karani Türbesi’nin; Kulbin, Maden ve Sivrice minarelerinin yapımında, taş yontuculuğunda kendim de bulundum. Taş yontuculuğunda çok iyi bir usta değilim, ama kötü de sayılmam.
Babamın amcaları Zekerya Üzülmez ve Bekir Üzülmez de taş yontucusuydu. Hopekli Memet, Ömer Kan da yine aranan iyi ustalardı. Hatırlayamadıklarım, beni bağışlasınlar.
10 bin yıl önce Taş Çağı’nda, yani Neolitik Dönem’de, Ergani Çayönü’nde ilk köyü kuranlar, ilk evleri yapanlar, ilk kerpici dökenler, çay ve volkan taşlarından ilk süs eşyalarını yapanlar insanoğluna yeni ufuklar açmıştır. Taşçılık daha sonra sanatsal ve törensel yapıların yapımında çok önemli bir işlev kazanmıştır. Saraylar, tapınaklar, minareler, türbeler, mezar taşları hep onların elleriyle süslenmiş veya süsledikleri taşlardan yapılmıştır.
Ergani’de; Dicle Köy Enstitüsü binaları, Ergani-Maden arasındaki demiryolu köprüleri, eski Kaymakamlık binası, Camii Kebir (Yukarı Camii) taş ustalığının güzel örneklerini oluştururlar.
Bu yapılarda eskimeyen güzellikleri seyredebiliriz.
Ergani-Maden arasındaki demiryolu köprü ve tünellerinin yapımında, babamın amcası Zekerya Üzülmez’in ustası, ona taşçılığı öğreten Ermeni Haco’nun çok emeği geçmiştir. Bu yapıların her biri birer tarihi eser niteliğindedir. Zekerya Üzülmez’in anlatımına göre bizimkiler taşçılığı Ermenilerden öğrenmişlerdir.
Hattatlık
”Hat, her ne kadar maddi aletlerle meydana gelirse de o, ruha ait bir hendesedir”.-Öklid
Hat, Arapça çizgi demektir. “İnce, uzun, doğru yol, birçok noktaların birbirine bitişerek sıralanmasından meydana gelen çizgi, çizgiye benzeyen şeyler ve yazı” gibi anlamlara gelir. Bu kelime özellikle İslam kültüründe, yazı ve güzel yazı manalarında kullanılmıştır. Hüsni hat, estetik kurallara bağlı kalarak, ölçülü ve güzel yazma sanatıdır; fakat İslam yazıları için kullanılan bir tabirdir. İslam yazılarını güzel yazma ve öğretme hünerine sahip sanatkâra hattat, bu sanata da hattatlık denilmiştir.
Hat, sözün veya ruhta cereyan eden fikir ve duyguların, alfabe ve yazı vasıtaları ile resmedilmesidir.
Hat sanatı Arap harflerinin 6. yüzyıl ve 10. yüzyıl arasında geçirdiği bir gelişme döneminden sonra ortaya çıkmıştır. Anadolu halkları Müslüman olduktan ve Arap alfabesini benimsedikten sonra hat sanatıyla ilgilenmeye başlamıştır.
Hat sanatı en parlak dönemini Osmanlılar zamanında yaşar. 19. yüzyılda ve 20. yüzyıl başlarında da bu parlak dönemini sürdürür, ama 1928 yılında Latin alfabesine geçilmesiyle yaygın bir sanat olmaktan çıkıp yalnızca belirli eğitim kurumlarında öğretilen geleneksel bir sanat durumuna gelir, unutulan mesleklerden ya da sanatlardan biri olur.
Hat sanatında da yazının temel aracı kalemdir. Hat sanatında kalem olarak daha çok kamış kullanılırdı. Kamışın ucu yazılacak yazının kalınlığına göre makta denilen sert maddelerden yapılmış altlığın üstünde eğik olarak tutulur ve kalemtıraş olarak adlandırılan özel bir bıçakla yontulurdu. Celî yazılar ise ağaçtan yapılmış kalın uçlu kalemlerle yazılırdı. Çok ince yazılar için madeni uçlar da kullanılmıştır. Hat sanatında kullanılan mürekkep de özel olarak hazırlanırdı. Yağlı isin çeşitli katkı maddeleriyle karıştırılmasıyla elde edilen bu mürekkep akıcı biçimde yazı yazmayı sağlar, yanlış yazma durumunda da kolayca silinirdi. Hat sanatında kullanılan kâğıtlar da özeldi. Mürekkebi emip dağıtmaması, kaleme akıcılık sağlaması için kâğıtlar âhar denilen bir maddeyle saydamlaştırılırdı.
Hattatlar, yüzyıllar boyu usta-çırak ilişkisi içinde yetişmişlerdir. Hat sanatını öğrenmeye heveslenen kişi bir hattattan ders alırdı. Başlangıçta alıştırma niteliğinde çalışmalara dayanan ve meşk adı verilen bu dersler tek tek harflerin yazılışının öğrenilmesiyle başlar, harflerin birleşme biçimleriyle, sözcüklerin ve tümcelerin yazılış tarzlarının öğrenilmesiyle sürerdi. Ortalama üç beş yıl kadar süren bu eğitimin sonunda hattat adayı iki ya da üç hattatın önünde yazı yazarak bir çeşit sınav verirdi. Hattatlar bu yazıyı beğenirlerse altına imzalarını koyarlardı. Buna, başarı ya da izin belgesi anlamına gelen icazetname adı verilirdi. İcazetname almamış kişi hattat sayılmaz, dolayısıyla yazdığı bir yazının altına adını koyamazdı. (Kaynak: Dr. Hatice Aksu, www.osmanli.org.tr)
Hattatlar sanatlarını daha çok şahların, sultanların, padişahların, beylerin, paşaların yaşadığı, saray ve camilerin bol olduğu İstanbul, Bağdat gibi şehirlerde icra ederlerdi.
Müslümanlar resme sıcak bakmadıklarından, dahası mekruh saydıklarından Müslümanlar arasında resim ve heykel sanatı gelişmemiştir. Bunların yerine İran’da minyatür, Osmanlı’da hat sanatı gelişmiştir.
Diyarbakır’da hat sanatıyla ilgilenenler olmuştur, ama Ergani’de hat sanatıyla ilgilenen olmuş mudur? Bilmiyorum. Rahmetli babamın porselen tabağa mürekkep döküp, bizden aldığı defterlere hat türünde Arapça yazılar yazdığını, bununla birlikte ünlü hattatların çalışmalarının benzerlerini resmettiğini de çok iyi hatırlıyorum. Ayrıca yaptığı cami, minare ve evlerin kapı başlarına konulacak olan taşlara Besmele ve benzeri yazıları hat türünde yazar, sonra bu taşları ince murç ve çelik ağızlı kalemle yontarak yazıların kabartmasını yapardı.
Bildiğim kadarıyla Diyarbakır bölgesinde yetişen hattatlar ve de hattatlıkla ilgili bir çalışma yapılmamıştır. Bunun nedenini bilmemekle birlikte; Latin harflerinin kullanılması, Osmanlıca ve Arapça bilenlerin sayısının azlığı ve hat sanatının eskisi gibi rağbet görmemesi gibi etmenlerin bu konuda rol oynadığını düşünüyorum.
Diyarbakırlı hattatların bir kısmını Ali Alpaslan’ın Fırat Havzasında Yetişen Hattatlar başlıklı sunum yazısından yararlanarak tarih sıralamasına göre yazmak istiyorum:
Seyyid Kâsım Gubârî (Ölüm: 1625)
Seyyid Kâsım Gubârî, Diyarbakırlıdır. Şerif Abdullah’tan Aklâm-ı sitte‘yi öğrenmiştir. Çok ince yazılar yazdığı için Gubârî mahlasını almıştır. Gubârî, toza mensup demektir. Hat sanatında ise son derece ince olarak yazılan yazılara verilen addır. Rivayete göre bir pirinç tanesinin üzerine İhlâs süresini yazacak kadar maharet göstermiştir. Bilindiği gibi İhlâs süresi 4 ayet ve 15 kelimeden ibarettir.
Gubârî, Medreselerde hocalık yapmanın yanında, Ahmet Camii’ni süsleyen Celî, yani iri yazılar da yazmıştır (İnşa tarihi: 1616). Yazılarında, daha doğrusu harflerinde metin ve azametli bir duruş mevcuttur.
Seyyid Kâsım Gubârî, Osmanlı döneminde Celî yazısının gelişmesinde önemli bir rol oynayan hattatımızdan biridir.
Seyyid Adem (1987’de hayatta idi)
Seyyid Adem, Diyarbakırlı olup, Aklâm-ı sitte ve Nesta’lik adındaki yazıları Diyarbakır’ın mahallî hattatlarından biri olan Hâfız Bulak Özbek’ten meşketmiş ve icâzetnâme almıştır.
Kaside-i bürde‘yi 50 altına yazdığı rivayet edilir.
Seyyid Adem aynı zamanda büyük hattat Hâmid Aytaç’ın dedesidir.
Hâmid Aytaç (1891-1982)
Hâmid Aytaç, bölgemizde yetişen hattatların en büyüğü ve en meşhurudur. 1891’de Diyarbakır’da Ulucâmı İmâdiye Mahallesi’nde doğdu. Asıl adı Mûsâ Azmi’dir. Babasının adı Zülfikar, anasının adı Müntehâ’dır. Hattat Seyyid Adem’in torunudur.
Mûsâ Azmi, ilk öğrenimini Diyarbakır’da Sıbyan mektebinde (yani ilkokulda) tamamladı. İlköğreniminden sonra Diyarbakır Askeri Rüştiyesi’ne (ortaokula) kaydoldu. Daha okul sıralarındayken mahalli hattatlardan dersler aldı. Resim hocası Yüzbaşı Hilmi Bey’den Sülüs yazısı, Vâhid Efendi’den Rık’a meşkederek yazı sanatında bilgisini geliştirmiştir. Yine Rüştiye’de Esad Efendi ve Jandarma Kolağası Ahmet Hilmi Efendi’den yazı dersleri aldı. Ama yazıya merakı yüzünden okulda sınıfta kalınca, babası yazıyla uğraşmasını yasakladı. Ama, hat sanatına karşı içinde büyük heves beslemesi yüzünden, babasının karşı çıkmasına karşın yazı yazmaktan vazgeçmedi. O sırada, Sultan II. Abdülhamid’in tahta çıkış yıldönümü nedeniyle beyaz bir bez üzerine “Padişahım Çok Yaşa” yazısı yazılıp Diyarbakır’da meydana asılacak ve geceleri arkadan lamba ile aydınlatılacaktır. Genç Mûsâ Azmi, bu yazıyı yazan hocasına yardım eder ve dahası Abdülhamid’in tuğrasını resmeder. Belediyede memur olan amcazadesi bunu öğrenir ve ilgilenir. Durumu ilgililere anlatır, bu çalışmanın karşılığı olarak Belediye tarafından kendisine bir altın lira hediye verilir. Bu hediye karşısında çok sevinir, bu olayı babasına anlatır. Bunun üzerine babası yeniden yazı yazmasına izin verir.
İdâdî’yi (liseyi) bitirdikten sonra, 1906’da babasının iznini alarak İstanbul’a gitti. Hukuk Fakültesi’ne yazıldı. Coğrafya hocası Cizrelizâde Mithat Beğ’in ısrarı üzerine Sanayi-i Nefısa’ya (Bugün Mimar Sinan Üniversitesi’ne bağlıdır) geçti. 1908’de babasının ölümü ve çalışmak zorunda kalması nedeniyle bu okuldan ayrıldı. Rüsumât ve Erkân-ı Harbiye matbaalarında çalıştı.
Erkân-ı Harbiye Matbaası’nda çalışırken bu matbaanın ünlü hattatı Hacı Nazif Bey’den az da olsa istifade etme imkânını buldu. Kendisinden Sülüs ve Nesih yazı yazma dersleri aldı. Sonraları Nuruosmâniye civarında küçük bir yazı dükkânı açtı. 1920’de serbest çalışmaya başlamadan önce Hâmid mahlasını aldı. Bu tarihten itibaren hep Hâmid adını kullandı. Babıâli Caddesi’nde Reşit Efendi Hanı’nda açtığı dükkânda/ yazıevinde, 1920 yılından 1981 yılına kadar yazı yazmakla meşgul oldu.
19 Mayıs 1982’de İstanbul’da vefat etti. Karacaahmet Mezarlığı’nda hat sanatının önderi sayılan Şeyh Hamdullah’ın mezarının yakınında bir yere defnedildi.
Ömrünün yetmiş yılını hat sanatına veren Hâmid Aytaç, ardında sayısız eserler bırakmıştır. Eserlerinin büyük çoğunluğu İstanbul’da, bir kısmı da Türkiye’nin değişik yerlerindeki tarihî binaların üzerindedir. İstanbul’da Şişli Camii’nin yazıları, Eyüp Camii’nin kubbe yazıları, Söğütlü Çeşme Camii kapı başlarındaki yazılar, Paşabahçe Camii’nin yazıları, Kasımpaşa Camii’nin yazıları; Çanakkale’de Çan Camii, Denizli’de Tavas Camii’nin yazıları eserlerinden birkaçıdır. Hattatın ayrıca iki Kur’ân yazdığı da bilinmektedir. (Kaynak: Fırat Havzası Yazma Eserler Sempozyumu, Bildiriler, Editör: Tuncer Gülensoy, 5-6 Mayıs 1986, Elazığ, s. 75-81)
Değirmencilik
“İnsan sadece ekmekle yaşayamaz, ama her şeyden önce ekmekle yaşar” –M. Malinowski
Buğday, arpa, mısır, darı gibi tahılların öğütülerek un haline getirildiği yerlere değirmen, bu gibi yerleri işleten veya çalıştıranlara da değirmenci denir.
Değirmencilik dünyanın en eski ve hayatî mesleklerinden biridir, ama bugün yok olan mesleklerin başında gelmektedir.
Çayönü’nde yapılan arkeolojik kazılar sonucu ele geçen buluntular arasında, günümüzden yaklaşık 10.000 yıl önce kullanılan, el değirmenlerinin ilk modelleri olan havan eller de yer alır. Bulunan bu bazalt öğütme taşları, değirmenciliğin bilinen ilk örneğidir. Çayönü insanları, tahılları bazalt taşları üzerinde öğütmek suretiyle un haline getiriyorlardı. Bu değirmenlerin daha gelişmiş hali olan El Değirmenleri yakın zamana kadar kullanılmaktaydı.
El değirmenleri ortalama 50 cm. çapında, 15 cm. yüksekliğinde, yuvarlak, üst üste iki sert taştan oluşur. Alttaki taşın tam ortasında dökülmüş kurşunla tutturulmuş çelik bir mil bulunur. Üsteki taşın ise ortasında yaklaşık 7-8 cm. çapında oyulmuş bir boşluk olur. Ayrıca üst taşın üzerinde yine dökülmüş kurşunla tutturulmuş çelik bir çevirme kolu bulunur. El değirmeni çalıştırılacağı zaman, üste gelecek taşın oyuk deliği alttaki taşın miline geçecek şekilde değirmen taşları üst üste konulur. Alt taş sabit kalır, üsteki taş çevirme kolu sayesinde alttaki taşın üzerinde yatay olarak çevrilir. Bu çevirme esnasında üsteki taşın ortasındaki boşluktan ne öğütülecekse yavaş yavaş elle dökülür. Kolla birli, ikili ve hatta üçlü değirmen çevrilir. İki taşın arasından öğütülen şey öğütülmüş haliyle çıkar. Bu tip değirmenlerde genellikle pilavlık bulgur, içli köfte ve çiğ köfte bulguru, yarma, mercimek öğütülürdü. Öğütülmüş bulgurun unundan da lapa yapılırdı.
Değirmenler eskiden insan gücünden, hayvan gücünden, su ve rüzgâr gücünden yararlanılarak çalıştırılırdı. Şimdi eskisi gibi değirmenler yok; var olanlar da elektrik enerjisiyle çalışmaktadır. Değirmenlerin yerini un fabrikaları aldı.
Değirmenlerde tahıllar değirmen taşlarında öğütülür. Değirmen taşları yuvarlak olup iki tanedir. Altta olan sabittir. Diğeri sabit olanın üzerinde yatay düzlemde döner. Tahıl dönen taşın ortasındaki bir delikten, sabit taşın merkezinden dışarı doğru uzanan oluklara beslenir. Oluklardan, taşın düzgün yüzeyli öğütme bölümüne aktarılan tahıl burada un haline getirilir. Değirmen taşının yıpranan olukları zaman zaman çelik taraklarla yeniden derinleştirilir ve öğütme bölümünün pürüzlenen yüzeyi düzleştirilir. Tahıllar genellikle yük hayvanlarıyla değirmene götürülürdü, bazen de insanlar öğütülecek tahılı sırtlarında götürürlerdi. Çok sonraları traktör ve benzeri motorlu taşıtlardan da yararlanılmaya başlandı.
Ergani’de daha yakın zamanlara kadar çok sayıda değirmen vardı. Bu değirmenler genellikle Boğaz çayı ve Hersin çayı üzerinde su ile çalışan değirmenlerdi. Ergani merkezinde Eski Diyarbakır yolu ile Dicle yolunun birleştiği kavşakta bulunan, elektrik enerjisiyle çalışan bir değirmen de vardı. Çok yakın döneme kadar bu değirmen çalışır durumdaydı. Bu değirmeni Zülfi Kaya ve kardeşleri çalıştırırdı Ben, hem Hersin Çayı üzerindeki değirmene ve hem de Ergani merkezinde bulunan değirmene defalarca eşekle buğday götürüp öğütmüşümdür. Değirmenler bugün yok olsalar dahi, eski halleriyle birçok insanın anılarını halen süslediğine inanıyorum. Unutamadığım şeylerden bir de değirmen çalıştığında, değirmencilerin saç ve başlarının, kaş ve kirpiklerinin, el ve ayaklarının, elbiselerinin un içinde kalışları ve böylece değirmencilerin undan adam oluşlarıydı.
Değirmenler, insanlar için en büyük nimet olan ekmeğin hammaddesi unun elde edildiği yerler olduğu için, mübarek yerlerdi.
Orakçı ve Tırpancı
Orak, ekin ve ot biçmede kullanılan, yarı çember biçiminde, yassı, ensiz keskin ağızlı bir bıçak ve bu bıçağa bağlı bir saptan oluşan bir tarım aracıdır. Orağı kullanana, orakla ot, arpa, buğday gibi tarım ürünlerini biçenlere orakçı denir.
Tırpan ise, uzun bir sapın ucuna tutturulan, ot, arpa, buğday gibi ekinleri biçmeye yarayan hafifçe kıvrık, uzun çelik bir bıçaktır. Tırpan sallayanlara, tırpan atanlara, yani tırpanla ot, arpa, buğday gibi tarım ürünlerini biçenlere de tırpancı denir.
Orak kullanımı çok eskidir. Günümüzden 10 bin yıl önce Çayönü insanları orağı kullanmışlardır. Ot saplarını ve buğday saplarını kesmek için kaburga kemiği içersine özenle yerleştirilmiş çakmaktaşlarının özel bir biçimde tutturulmuş olmaları, bunların orağın yaptığı işlere benzer işlerde kullanıldıklarını kanıtlar. Hayvanların çene kemiklerine çakmaktaşları yerleştirilerek de orak yapılmıştır. Çayönü’nde yapılan kazılarda 6 adet boynuzdan orak, 1 adet çakmak taşından orak taşı, 5 adet boynuzdan orak sapı bulunmuştur.
Böylesine çok uzun yıllar köylülerin, çiftçilerin tarlasında, bağında ve bahçesinde kullandığı orak ve tırpan, insan gücünün yerini makinelerin alması sonucu artık tarihe karıştı. Emek ve zahmet gerektiren orak biçme ve tırpan sallama, çok az zamanda çok iş yapan traktör, biçerdöver ve ot biçme makinesi benzeri modern tarım araçlarının tarım sektöründe kullanılmaya başlanmasıyla yenik düştü: Orakçı ve tırpancılar işsiz kaldı. Üretim araçlarının değişmesi, üretim ilişkilerinin değişmesini beraberinde getiriyor. Böylece kapitalist üretim biçimi bölgemizde kaçınılmaz olarak tarım sektöründe de giderek egemen oluyor. “Beslenecek ağız arttıkça, ekecek el de çoğalır“, ama ekilecek toprak bulunmuyor. Bu süreç, köyden kente göçü ve beraberinde işsizlik ve yoksulluğu getiriyor.
Şarapçılık
içki üzümden
aşk yürekten damıtılır…
Şarabın tarihi çok eskidir. Ta, Nuh Peygamber’e kadar gider. Derler ki, Nuh Peygamber bir gün keçisinin çok neşeli döndüğünü görür. Bu hal günlerce devam edince, keçinin peşinden gider. Durumun, keçinin yediği üzüm denen bir meyveden kaynaklandığını keşfeder. Meyveyi tadan Nuh Nebi, hayatı pespembe gösteren üzüm suyunun müptelası olur. Ne var ki; Nuh’u mutlu gören şeytan onun neşesini kıskanır, alevli nefesi ile asmaları kurutur. Nuh üzüntüsünden yataklara düşünce, şeytan insafa gelir. Asmaları canlandıracaktır, ama bir koşulu vardır. Asma, Nuh’un hayvanlarından yedi tanesinin kanıyla sulanacaktır. Aslan, kaplan, köpek, ayı, horoz, saksağan ve tilki kurban olarak seçilir. Açılan üzüm kökü, bu kan karışımıyla sulanır. Ve üzüm bir yıl sonra tekrar canlanarak meyve vermeye başlar. Derler ki; şarapla sarhoş olan kimsenin aslan gibi cesur, kaplan gibi yırtıcı, ayı gibi kuvvetli, köpek kadar kavgacı, horoz gibi gürültücü, tilki gibi kurnaz, saksağan gibi geveze olması bundandır.
Diyarbakır ve çevresinde şarapçılığın tarihi çok eskidir. Tarihî belge ve kitaplar böyle söylüyor. Örneğin, Ergani’de:
Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman dönemlerinde ayrı ayrı çıkartılan Ergani Sancağı Kanunnâme‘lerinde bile şarap satışlarına ilişkin yasal düzenlemeler yapılmıştır. Şöyle ki:
“Ergani re’âyâsı bağlarından elde ettikleri şarâbları yükleyip satmağa götürse, at ve katır yükünden iki Hasanbeğî vergi alınır ve merkep (eşek) yükünden bir Hasanbeğî ki, her yükünden iki Osman akçesi olur” diye, ferman buyrulmuştur.
Evliya Çelebi meşhur Seyahatnâmesi’nde; “Ergani üzümü ve şırası gayet meşhurdur” diye yazmaktadır.
1612 yılında Ergani ve Diyarbakır’a gelen Ermeni Seyyah Tıbır Simeon, seyahatnamesinde; “ikram edilen koyu ve tatlı Ergani şarabından bir bardaktan fazla içemezsiniz. Gerçekte Türkiye’de üç cins şarap, Bulduk, Ankara, ve Ergani şarapları geçerlidir” diye yazmaktadır.
Coğrafyacı ve din adamı Ermeni Rahip Ğugas İnciciyan, 1808’de hazırladığı 11 ciltlik Dünya Coğrafyası’nda; “Arğıni’nin çok verimli bağları vardır. Bir bağ kütüğü bir yük üzüm verir, bazen de daha fazlası. Bir salkım 2 ve de 3 oka çeker. Şarabı siyah olup bol ve seçkindir. Kilden kaplarda saklarlar ve buradan çevre yörelere, özellikle Amit’e götürürler. Arğıni’nin içinde okkası 4 paraya satılır” diye yazmaktadır.
Hemşerimiz Şerafettin Güneli ise, Bütün Yönleriyle: Ergani adlı kitabında; “Eskiden şarabi üzüm bağları çok olduğundan çok nefis şaraplar yapılırmış. Rivayet edildiğine göre senede 7000 okka şarap katırlarla Rus Çarının Kremlin sarayı ihtiyacını karşılamak üzere Rusya’ya satılırmış” diye yazmaktadır.
Böylesine kanunlarda, seyahatnamelerde, kitaplarda geniş yer alan ve övülen Ergani şarabı ve o güzelim üzümlerimize peki ne oldu!?.
Abdullah dedemlerin kilerinde kilden yapılmış kocaman küpler vardı. Bu küplere “şarap küpü” derlerdi. Neden şarap küpü? Sofibekirler’in, lakaplarından da belli olduğu gibi şarap yapmaları düşünülemez. Bu kocaman küplere şarap küpü denilmesinin nedeninin, Ergani’de eskiden şarap yapımının çok yaygın olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. -Dedemler kilerlerindeki bu küplere tohumluk buğday ve arpa bırakırlardı, farelerden ve diğer haşerelerden korumak için.- Hilar ve Kılleş köylerinde ve Zülküf Dağı’nın eteklerinde çok geniş, başta şarap üzümleri olmak üzere her tür üzüm yetiştiriciliğinin yapıldığı bağlar varmış ve bağcılık çok ileri bir durumdaymış.
Hilar Mağaraları şarap mahzeni olarak kullanılırmış edindiğim bilgilere göre…
Ben derim ki; madem eskiden çok iyi şarap yapılıyormuş, çok iyi üzümlerimiz varmış, demek ki topraklarımız bu iş için uygundur. O halde neden yeni iş ve istihdam alanları yaratmıyoruz, neden ürün ve hizmet yarışında gerçek yerimizi almıyoruz, neden Ergani’de kişi başına düşen gayrı safi hâsılayı artırmıyoruz?
İşe üzüm asmalarını, teveklerini ekecek yerleri belirlemekle başlanabilir. Önce toprak analizleri yapılmalı, arazilerimize uygun üzüm çeşitleri saptanmalı. Şaraplık üzüm fidanlarının/ asmalarının dikimine başlamadan, şarap üretici firma ve işletmeleriyle görüşüp, anlaşarak, onlardan toprağımızın cinsine uygun fidanlar alarak, usul ve tekniğine uygun bağcılıkta yeni bir sayfa açabiliriz. Hilar köyünden Huneyn Kaygusuz örnek bir davranış sergileyerek tarlasına Öküzgözü ve Boğazkere şaraplık üzüm asmalarını ekip bu işi canlandırmaya çalışıyor. Ermenilerin bu işteki ustalığını kendimize örnek alabiliriz. Çünkü geçmişte bunu çok iyi yapanlar varmış. Örneğin, Cumhuriyetin ilk yıllarında, anlatıldığına göre Şarapçı Loşo Hanifi (Bayhan), Ermenilerden sonra Ergani’de en iyi şarap yapanların başında gelirmiş. Onun tahta fıçılarda yaptığı şaraplar, Fransızları bile mest ediyormuş. Anlatılanlara göre Fransızlar, o zaman Diyarbakır’da askeri ve sivil hava alanı inşaatını yapmaktadırlar. Ergani’den Loşo Hanifi’nin şarabını kim Fransızlara götürürse, Fransızlar onu hemen işe alıyormuş. İşe girmenin rüşvet aracı Loşo’nun şaraplarıymış yani.
Bizler şeytanın yaptığını yapmayalım, üzüm asmalarını yok etmeyelim; Nuh’un yaptığını yapalım: Kanımızla, canımızla, alınterimizle üzüm teveklerine, asma bahçelerine can verelim. Yüce Allah ki; Nebe’ Sûresi (78:31-34)’nde Cennet’e gidecek olanlara müjdeyi vermektedir: “Şüphesiz takvâ sahipleri için umulanı buldukları yer, bahçeler, üzüm bağları, göğüsleri tomurcuk gibi kabarmış yaşıt kızlar, içki dolu kâseler vardır” diyerek.
Bizler de Ergani’mizi cennetin bir köşesi yapamayız mı?
Şerbetçilik
Meyve suyu, şeker veya meyan kökünden elde edilen içeceğe şerbet, bunu yapıp özel kaplarda satanlara da şerbetçi denir. Pekmezin sulandırılmışına da şerbet denilse de, bu şerbetle; meyve suyu veya meyan kökünden elde edilen şerbeti karıştırmamak lazım.
Sırtta taşınan özel şerbet kabı gügüm ya sarı bakırdan ya da galvaniz sacdan yapılır. Şerbet sıcak aylarda satıldığından, soğuk kalması için, çok eskiden içersine kar atılırdı. Elektrik kullanımının yaygınlaşması ve her türlü soğutucuların imal edilişi sonucu, sonraki yıllarda buz atılmaya başlandı. Şerbetçi kabının yanında bir özel kap daha bulunurdu. Bu ufak kap, su matarası da olabilir. Şerbetçi müşteriye şerbet vermeden önce bardağı bu mataranın suyuyla ya yıkar ya çalkalardı. Bir de şerbetçinin beline takılan süslü, gümüşi madenden yapılmış bardakların konulduğu ve tasların zincirle bağlı olduğu bele takılan bardak göğüslüğü bulunurdu.
Şerbetçi meydanda, caddelerde şerbetini satarken; kendi sesini sarı bakırdan yapılmış küçük çıncın tasını şerbet kabının musluğuna veya tasları birbirine vurarak çıkarılan sesle ustalıklı bir uyum sağlayarak satışına törensel bir hava verirdi.
Ergani’de benim hatırladığı kadarıyla en çok vişne şurubu, limonata ve meyan şerbeti yapılırdı. Yapılan bu şerbetler kahvelerde, parklarda; gezgin şerbetçiler tarafından da sokakta satılırdı. Yazları özel olarak evlerde, Ramazan aylarında, dini bayramlarda, nişanlarda, düğünlerde de şerbet yapılır ve hane halkına, misafirlere ikram edilirdi.
Şerbetlerin içersindeki meyve, şeker ve su oranlarının ne oranda olacağı ve hijyenik koşullarda yapılıp yapılmadığı ustanın hüner ve vicdanına kalmış bir şeydi; ustanın işine karışılmazdı! Burada şunu da yazmam gerekir; meyve yerine, meyve aroması veya boyadan yapılmış olan şerbetler hakiki meyveden yapılmış şerbet gibi satan vicdansızlarda çoktu.
Ergani’de benim bildiğim tek bir şerbetçi vardı: Ergani’nin sembollerinden biri olan Şerbetçi Avé Susi Zülfükar.
Vişne şurubunun yapılışı:
Önce taze vişne veya kurutulmuş vişne meyvesi yıkanır. Bir kabın içersinde üzerine toz şeker dökülür. Sonra elle iyice sıkılır ve su ilave edilir ve ince bir süzgeç veya tülbentle bir başka kaba süzülür. İsteğe bağlı olarak içersine çok az limon tuzu ve çok az yemek sodası da atılabilinir. En sonunda içersine kar veya buz atarak ya da bir soğutucuda soğutularak evlerde ikramı, işyerlerinde satışı yapılır.
Limonatanın yapılışı:
Limon temizce yıkanır, sonra hem kabuğu hem de iç yemiş kısmı bir kaba rendelenir. Üzerine toz şeker dökülür. Sonra elle iyice sıkılır ve su ilave edilir. İnce bir süzgeç veya tülbentle bir başka kaba süzülür. Limondan tasarruf etmek isteyen bazı meslek erbapları bu karışımın içersine bol miktarda limon tuzu katarlardı: Ucuza limonata elde etmek için.
En sonda vişne şurubunda olduğu gibi içersine kar veya buz atılarak ya da bir soğutucuda soğutularak evlerde ikramı, işyerlerinde satışı yapılır.
Meyan şerbetinin yapılışı:
Doğal olarak aktar veya baharatçılarda satılan Meyan kökü alınır. Kök, bir kabın içersine konulup üzerine su ilave edilir. Yaklaşık 5-6 saat beklenir, sonra meyan kökünün bulunduğu kaptaki sıvı temiz bir tülbentle veya ince bir süzgeçle süzülür. Elde edilen meyan şerbetidir. İçersine hiçbir şey katılmaz, ama isteyen içine çok az tarcın atabilir. Soğutulup içilmesi için ise, içersine sadece kar veya buz atılır ya da bir soğutucuda bekletilir.
Gazozculuk
Eskiden gazoz yapımı ve içimi bir ayrıcalıktı. Hatırladığım kadarıyla şimdiki Kemaliye Cami’nin (Çarşıdaki Camii’nin) arka sokağında Rıza Güneyli’nin çalıştırdığı bir gazozhane vardı. 1969-1971(?) yıllarında Necati Say burayı devir alarak işletmeye başladı. Sonraları ne yerli gazozlar kaldı ne de gazozhaneler.
Gazozlar sarı, kırmızı (kola rengine yakın) ve beyaz olmak üzere üç tür gazoz üretiliyordu. O zamanlar bir de Ünal gazozları vardı. Bu gazozu da aslen Çermikli olan Ömer Ünal ve ailesi imal etmekteydi. Zülküf Ünal’ın bu Ünal gazozlarıyla bir alakası yoktur. Zülküf Ünal Caca Cola veya Pepsi Cola’nın o zamanki, bekli de ilk bayisiydi.
Gazozlar kahvelerde, parklarda kar veya buz dolu kapların içersinde korunarak yaz mevsiminde bol bol içilirdi. Gazozuna oyunlar oynanırdı. Bazen gazoz şişelerinin içersinden yabancı cisimlerin çıktığı da olurdu, olsun o kadar kusur kadı kızında da bulunur.
Sonraları Coca Cola ve Pepsi Cola gibi uluslararası tekelci şirketlerin ürünleri karşısında bizim gazozlar, “havlu attı“. İmalathane ve gazozlar buharlaştı, her şeyde olduğu gibi gazozlarımız uluslararası sermayeyle ekonomik, politik ve teknolojik ilişkiye giren tekeller karşısında eridi, yok olup tarih oldu. Coca-Cola, Pepsi-Cola ve benzerlerinin karşısında tutunamadı.
Nasıl tutunsun ki, Coca-Cola “yeni bir yaşam biçimi“; Pepsi-Cola, “Daha fazlasını iste“yen “yeni neslin yeni seçimi“; hem üstelik bu içecekleri üreten firmaların arkasında koskoca Amerika var.
Karcılık
Karcılık çok zahmetli bir iştir. Kışın yağan kar, dağlarda kayaların güneş almayan tarafında gölgelik kısımlarda istiflenip saklanarak yazın kavurucu sıcağında içilecek suyun, ayranın veya şerbet gibi içeceklerin içine atılırdı. Ayrıca dondurma yapımında kullanılırdı.
Yazları içine kar atılmış soğuk içecekler sıcak havalarda yürek ferahlatırdı.
Kar basarken, önce dağda kayaların dibinde veya oyuğunda güneşten fazla etkilenmeyen bir yerinde yer seçilir. Seçilen bu yerin taşı ve toprağı atılır, yer temizlenir ve düzeltilir. Üzerine saman ve tuz serpilir. Sonra bu düzeltilen yerin üzerine bir kat kar, bir kat tuz atılır ve küreğin tersiyle, loğla sıkıştırılır. Bu sıkıştırılmış kar yığınının üzerine bir kat daha kar atılır ve tekrar bunun da üzerine tuz serpilir ve aynı şekilde sıkıştırma yapılır. Her kat kar atımında bu işlem aynen tekrarlanır. Düzenlenen yerin hacmi dolunca, kar yığınının üzerine tekrar tuz serpilir ve kar yığınının tümü üzerine kalınca saman serilir. Ve bu defa saman sıkıştırılır. Böylece kar yığını hazırlanmış olunur.
Yazın kar yığınından kar çıkartılacağı zaman da, önce saman kar yığınının üzerinden sıyrılır, sonra kar testereyle kalıp şeklinde kesilir ve bir telise sarılarak yük hayvanlarına yüklenerek meydanda satılmak, dondurma yapılmak üzere ve de lokantalara, kahvelere satmak için çarşıya getirilirdi.
Kar basmada tuz iki nedenden dolayı kullanılmaktaydı. Birincisi, kar çabuk erimesin. İkincisi de, kar kurtlanmasın diye. Peki, kar kurtlanır mı? Bunu Karcı Edo’ya (Adnan Ergezer’e) sormalı.
Hatırladığım kadarıyla, Ergani’de en iyi karı Makam Dağı’nın arkasında Efe Osman (Uğur), Karcı Memet (Mehmet Acar) ile Bavo Hocanın oğlu Karcı Mamut (Mahmut Ergezer) basarlardı.
Elektriğin yaygın kullanımı sonucu önce buzhaneler çıktı, sonra da her tür ve boyda buzdolapları… Buzhanelerde buzun bolca üretilmesi ve ardından buzdolaplarının evlerde en çok aranan bir gereç olması karcılığın ölümüne oldu.
Dondurmacılık
Dondurma; süt, süt kaymağı, şeker, damla sakızı ve tatlandırıcı hoş kokuların belli oranda karıştırılıp bir kap içinde sürekli karıştırılarak yapılan dondurucu bir yiyecektir. Sade yapıldığı gibi meyveli, çikolatalı ve vanilyalı gibi çeşitleri de vardır.
Karışım, tatlandırıcılarla birlikte, çevresine tuz, kar veya buz konulmuş bir kaba dökülür. Kabın içersindekiler bir el manivelası ile dondurma donuncaya kadar çalkalanır, dövülür. Böylece dondurmanın havayı emmesi ve buz kristallerinin istenen boyutlarda olması sağlanır. Dondurma sakız gibi uzayan, kolay kolay erimeyen bir durum alır.
Elde edilen dondurma, etrafı kar veya buzla beslenmiş bir soğuk kabın (tahta fıçının) içinde muhafaza edilir. Bu kabın içinden yenileceği zaman servis yapılır.
Ağzımızı tatlandıran, sıcak yaz günlerinde içimizi ferahlatan ve bugün çok değişik aromalardan yapılan dondurmanın tarihi çok eskidir. Marco Polo (1254-1324), Çin gezisinden dönüşünde Avrupa’ya yanında meyveli dondurma getirmiştir.
Elektrik kullanımının ve makineleşmenin yaygınlaşması ve de çok hızlı bir biçimde teknolojinin gelişmesi sonucu bugün dondurma çeşidi çok arttı; dondurma yapımında yoğun emeğin yerini yoğu teknoloji aldı; birim zamanda üretilen dondurma miktarı devasa boyutlara ulaştı. Bugün el yapımı dondurmalar, yerli fabrikasyon tipi dondurmaların; yerli fabrikasyon tipi dondurmalar da, yabancı markaların karşısında ayakta kalma mücadelesi vermekte. Ama üstün teknoloji ve tekelci sermaye karşısında pek fazla şansları yok!
Culfacılık/ Dokumacılık
isterim ki
ipek elli dokumacı kızın gergefindeki her yeni nakış
sevdaların buluştuğu bir gül bahçesi olsun
Dokumacılık çok eski ve önemli mesleklerinden biridir.
ABD Harward Üniversitesi tarih profesörü Mehrdad R. Izady’ın yazdığına göre; Dünyada düzenli “modern” dokuma ile yapılmış 9000 yıllık en eski kumaş Çayönü’nde bulunmuştur. Ve bu kumaşın bulunuşu 1992 yılında manşet haber olmuştur. ( Mehrdad R. Izady, Bir El Kitabı KÜRTLER, Doz Yayınları, İstanbul 2004, s. 64, 436)
Çermik’te bez dokuma tezgâhlarına culfa; bez dokuyanlara da culfacı denirdi.
“Culfa” sözcüğünü değişik kaynaklarda aradım; ama karşılığını bulamadım. Sözcüğün Ermeni’ce olduğunu tahmin ediyordum; ama, Ermenice sözcüklerde de istediğim sonucu elde edemedim.
Culfa (Julfa), Nahçivan bölgesinde bir Ermeni kasabası olarak bilinir. MS 1603 yılında Şah Abbas bölgeyi fetheder; ama Osmanlı akınlarına karşı gerekli önlemleri alamaz. Bunun üstüne bölgenin zenginliklerini talan ettirir ve Ermenileri iç bölgelere göçe zorlar. Culfa’yı yakıp yıkar. Amacı, Culfa’daki zenginliklerin Osmanlıların eline geçmemesidir. Göçe zorlanan Ermeniler İsfahan yakınında Yeni Culfa’yı kurarlar.
Culfa kasabası, dokumacı ustaları ile bilinir. Pek çok kaynak, Culfa’dan Osmanlı, Pers, Rusya’ya göç eden ustalardan söz eder. Ustanın olabilmesi için dokuma tezgâhlarının ve dokuma işlerinin olması zorunludur.
Culfa ile culfacı arasındaki ilişki nedir?
Ermenice sözcüklerin Türkçe veya Farsçaya düzenli çevrildiği iddia edilemez. “Culfalı dokumacılar“, culfacılar; “Culfa tezgahları“, culfa olarak neden kısaltılmasın?
Atalarımız da öyle yapmış olabilir. Belki de bu biçimdeki değişikliği Ermeni ustalar yapmıştır. Ermenilerden bez satın alanlar, bazı sözcükleri de değiştirerek benimsiyorlardı. (Kaynak: Armenians and Russia 1626- 1796 A documentary Record- George A. Bournoutian)
Ergani’de çulfacı var mıydı yok muydu bilemiyorum. Ama dokuma bezlerinin Çermik’ten, Malatya’dan getirildiğini hatırlıyorum. Culfacılık Malatyalılar tarafından Çermik’e getirilmiştir.
Faho Dedem (Fahri Değirmenci), Çermik’te en tanınmış culfacılardan biriydi. Onun culfa tezgâhı başında oturuşu, mekiğin elinde balık gibi, ipliklerin arasından bir sağa bir sola kayışı, mekiğin gidiş gelişine paralel dedemin elleriyle otomatik olarak mekiği yakalayışı ve yeniden atışı, ayaklarının peryodik olarak bir inip bir kalkışı ve en önemlisi tezgâh başında vakurlu bir şekilde boynundaki mahrama denilen büyük mendille alın terini silişi halen gözlerimin önündedir.
Dedem gerçek bir emekçiydi.
Culfa tezgâhlarının boyutları çok değişkendir. Ama yaklaşık olarak boyu 2,25 m. boyunda, 1,60 m eninde ve 2 m. uzunluğunda olurdu. Tezgâhlar atkılar, taraklar, pedallar, def, mekikden… oluşurdu.
Culfacılıkta ilmikler tek tek değil, boydan boya atılan atkılarla dokunur. Keleflerde/ çıkrıklarda sarılmış, yani kelef/ yumak haline getirilmiş iplikler tezgâhta tek sıra halinde atkılara gerilir. Elle atılan mekiğin iplikleri, çözgülerin arasında gider gelir. Dokumacı tezgâh altında bulunan pedala sağ ayağıyla bastırınca ön tarak aşağı iner; o anda sağ elle mekik tarakların arasındaki boşluktan sol tarafa atılır ve sol elle mekik yakalanır, sağ elle tarağı kendisine taraf çeker. Ardından sol ayakla pedala bastırılır, ön tarak yukarı kalkarken arka tarak aşağı iner ve o anda sol elle mekik tarakların arasındaki ipliklerin arasından sağ tarafa atılır, sağ elle mekik yakalanırken, sol elle de tarağı kendisine taraf çeker. Bu işlemler seri ve çok hızlı bir biçimde yapılırdı. Mekiğin gidip gelişi ve tarağın defe her vuruşuyla yavaş yavaş bez ve bez üzerinde desenler oluşturdu.
Bu tezgâhlarda çeşitli renk ve boyutlarda dikilip biçilen giysi bezleri, sofra bezleri, el havluları ve şire bezi dokunurdu. Faho Dedem en çok şire bezi, alaca bezi, sofra bezi gibi dokuma türleri dokuduğunu ve bir eliyle mekiği atıp, diğer eliyle mekiği yakalayışı, tarağı kendine taraf çekip defe vuruşu halen gözlerimin önündedir. Dedemin dışında, Muharrem Sümbül, Ali Zilkif Keçeci, Ali Süsen, Süleyman Keçeci, Veyis Değirmenci, Osman Bardakçı… tanıdığım diğer iyi culfacılardı.
Culfaya başlanmadan önce iplerin şirezlenmesi, kurutulması, sonra da çıkrıklarda sarılmaları gerekir.
Çıkrık, tahtadan yapılmış elle çalışan ilkel bir iplik eğirme ve sarma aletidir. İplik kelefleri/ yumakları bu aletle yapılır.
Çıkrık, iki ayak arasında dönen bir büyük kasnak ve bu kasnağın döndürdüğü ığden meydana gelir. Çıkrık bir elle çevrilirken, diğer elle de ip tutularak ipin düzgün kelef olması sağlanır.
Marangozhanede özel olarak yapılan ve üzerine iplik sarılan içi delik ahşap ya da kendir sapına terdek; terdeğin üzerine ip sarılmış ve mekikte kullanılabilir haline de masura denir.
Çulfacılık, tekstil sektörünün gelişmesi sonucu yok olan mesleklerden biri haline geldi. Şimdi turistik amaçlar için, otantik ve folklorik değerleri yaşatmak için bazı bölgelerde veya yerlerde bu meslek yeniden diriltilmeye çalışılıyor.
Goşkarlık
“Taşa basma iz olur
Kız kunduran toz olur”
Üstü kırmızı veya siyah deriden, tabanı ise köseleden yapılan topuksuz ayakkabılara yemeni; bu işi yapanlara da yemenici veya köşker denilir.
Ergani’de yemeniciler goşkar denilirdi.
Goşkarlık çok eski bir meslektir. Bu mesleğe avcılıkla başlanmıştır diyebiliriz. İlk insanlar avladıkları hayvanların postlarından, derilerinden kendilerine giyecek ve yemeni yaparak bedenlerini korumaya çalışmışlardır. Hilar mağaralarındaki Goştkar Mağarası‘nı bu anlattıklarımıza örnek verebiliriz. Goştkar Mağarası, Tiyatronun bulunduğu geniş sal kayalıkların altındaki doğal mağaradır. Bu mağara, Kasaphane veya Yemenici mağarası olarak da bilinmektedir. Burada kayaya oluymuş bir su kaynağı vardı.
Goştkar, et işi yapanlar anlamındadır. Burada, yani Goştkar Mağarası’nda hayvan kesimi ve etle ilgili işler yapıldığı sanılmaktadır. Ayrıca bu mağaranın bitişiğindeki mağaranın ismi Şıkefta Postkara‘dır. Post/ deri işi yapanlar anlamındadır. Post ve deri tabaklama işi bu mağaranın karşısındaki toprakla kaplı yerdeki havuzda yapıldığı söylenir.
Postkara Mağarası’nın bitişiğindeki mağaranın ismi de Şikefta Derrabadır. Yani hayvan palanı yapan terziler mağarasıdır.
Yemenicilik çok özen isteyen bir zanaattı.
Yemenicilikte kullanılan deriler yalnızca sumak veya mazı ile dabaklanır, kimyasal maddeler kesinlikle kullanılmazdı. Dikişler çelikten yapılmış ucu sivri delici bir alet olan biz yardımıyla çift iğne kullanılarak mumlu iple, yani gınnap/ kırnap iple tersinden dikilirdi, daha sonra da düz tarafı çevrilirdi. Vücut elektriğini (statik elektriği) alsın diye, astar ve taban arasına kil tabakası konulup öyle dikilirdi.
Yemeniler, tamamı el emeği olan, koku ve mantar yapmayan kullanışlı, ortopedik ve hafif ayakkabılardır.
Keski, balmumu, gınnap, iğne, biz, çekiç, kütük goşkarlıkta başlıca malzemelerdendir. Bu meslek, sanayileşme ve ayakkabı sektörünün gelişmesi sonucu öldü. Eskiden yemenici olanlar önce kunduracı, daha sonraları ise ayakkabı tamircisi oldular.
Ergani’de 1960’lı yıllarda kunduracı Hanifi (Kılıçkap) ve Kunduracı Cevdet (Kılıçkap) tanıdığım en iyi kunduracılardı. Gençlerin isteklerine uygun sivri burunlu, yumurta topuklu kunduralar ve gezdikçe ses çıkartan, evinde çeyiz hazırlayan genç kızların yüreklerini cızıltılarıyla dağlayan botlar yaparlardı.
Çömlekçilik/ Habenecilik/ Kârhanacılık
“Bir testi aldım çarşıdan ucuza;
Gizli gizli neler anlattı bana;
Bir şahdım, dedi; altın kupam vardı;
Şimdi neyim? Testi oldum şaraba.” -Ömer Hayyam
Fırınlanarak yapılan kilden eşyalara çömlek, bu işi yapanlara da çömlekçi denilir. Çanak-çömlek yapılan yere Çermik’te kârhana deniliyordu.
Çömlekçi, dikey bir mil üzerinde hızla dönen çarkın/ diskin tam ortasına konmuş biçim verilebilir kıvamdaki bir balçık/ çamur parçasından çeşitli nesneler yapan zanaatçıdır. Dikey dönen bu çark/ disk sayesinde nesneler çok çabuk yapılır. Uzman bir el dahi çarkla bir iki dakika içersinde yapılacak nesneyi çark olmaksızın elle yapılması halinde ancak 2-3 günde yapabilir. Balçıktan yapılan küp, güveç, habene/ testi, kâse, saksı ve düdük gibi nesneler kuruduktan sonra kümbet biçiminde yapılmış fırınlarda pişirilir. Sonra da satışa sunulurlar.
Ergani’de çömlekçi atölyesinin olup olmadığını hatırlamadığım gibi duymadım da. Ama Çermik’te dayımoğlu Kamber Sümbül’ün çalıştığı çömlekçi atölyesini gezdiğimi hatırlıyorum.
Çömlekçilik çok çok eski bir meslektir.
Bugün Anadolu ve Mezopotamya’da yapılan arkeolojik kazılarda en çok çanak-çömlek buluntularına rastlanılması bundandır. Bilim adamları tarihöncesi dönemleri anlatırken Birinci Neolitik Dönem, Çanak-Çömlekli Dönem ve Çanak-Çömleksiz Dönem olarak ele alıp incelerler. Bilim adamlarına göre, Neolitik Dönemi’nde toprağa bağlılık çok yavaş gerçekleşse de, toprağa yerleşim ve bağlılık insanları yeni keşiflere itmiştir. Birinci Neolitik Dönem‘in başlamasıyla, yani göçebe insan toplulukları yerleşik düzene geçmeye başlayınca, avcılık ve hazır toplayıcılığın yanında yaban hayvanlarını evcileştirme ve yabanî tahılları ekip-biçme de öğrenilmeye başlandı. Sonra taneleri öğütmek için geniş ve ağır taşların kullanıldığı değirmenlerin yapımı, tohumların saklanması için yeni yöntemler geliştirildi. Bu yeni yöntemlerle birlikte ilk çömleklerin yapımına başlandı.
Günümüzden yaklaşık 10 bin yıl önce Hilar Çayönü’nde yaşayanlar Hücre Planlı Yapılar Evresi‘nde taşın yanı sıra topraktan daha fazla yararlanmaya başlamışlar. Sadece yapılarında değil, diğer günlük kullanım araç-gereçlerinde de… Kerpiç çamurundan yapılmış kaba kaplar, kil ‘tabakalar‘, ev modelleri, küçük kil toplar vs. yapmışlar.
Gordon Childe, insanın çağlar boyunca gelişimini anlattığı Kendini Yaratan İnsan kitabında, çömlek yapım işinin başlangıcını şöyle anlatır:
“Büyük çapta çömlek yapımı Neolitik çağda başlamıştır. …İlk insanlar için nesnenin niteliğindeki değişim, çamur ya da tozun taşa dönüşümü gizsel bir işlem olmalı. Belki de nesne ve değişmezlik konularında derin düşünler esinlenmiştir. Yoğrulabilen, plastik nitelikli kille sert, katı çömlekler nasıl aynı nesne olabilirdi? Ateşe sokulan çömlek girerken ne biçimde çıktığında da o biçimdir, ama rengi değişmiştir ve dokusu bambaşkadır.
Çömlek yapımı demek, az önce sözü edilen kimyasal değişimi bulmak, bu değişime başat olmak ve bunu kullanmak demektir.” (s. 96)
Jacquett Hawkes de, The Atlas of Eariy Man (İlkel İnsanın Atlası) adlı yapıtında çömlekçiliğin ilk kanıtlarının Zağros bölgesindeki M.Ö. 7000’li yıllara ait tabakalardan sağlandığını yazmaktadır.
Mehrdad R. Izady ise, hem Çayönü’nde hem de Ganj Dara’da (Kirmanşah yakınlarında), pişirilmiş çanak çömleğin (pişirilmiş küçük kil heykelciklerle birlikte) ilk kez MÖ. 8. binyılda ortaya çıktığını; dayanıklı ve çok yönlü çanak çömleğin geliştirilmesi ev yaşamında bir devrim yarattığını ve bu teknolojinin diğer toplumlar tarafından da ısrarla aranmaya başlandığını, sonra büyük bir hızla komşu bölgelere yayıldığını ve 1000 yıldan az bir zaman dilimi içinde Ortadoğu’nun her tarafında yaygınlaştığını yazmaktadır. ( Mehrdad R. Izady, Bir El Kitabı KÜRTLER, Doz Yayınları, İstanbul 2004, s. 64)
Diyarbakır-Ergani Karayolu üzerindeki Ekinciler Köyü’ne yakın büyük bir höyüğün yakınında yer alan Girikihacıyan Höyüğü (Hacılar Tepesi) M.Ö. 6000-5000 yıllarına rastlayan bir erken köy yerleşme yeri olup, yığma duvarları, boyalı çömlekleriyle çömlekli Neolitiğe aittir. Burada Prof. Dr. Halet Çambel yönetiminde, P.C. Watson’ca araştırılan höyükte moloz taş duvar kalıntıları, çakmaktaşı, doğal cam, kemik araçlar ve tek renkli çanak-çömleğin yanı sıra Teli Halaf çanak çömleğine de rastlanmıştır.
Demircilik
“Demirciler demir döğer tunç olur
Sevip sevip ayrılması (aman) güç olur”
M.Ö. 1400’lü yıllarda Mezopotamya’da demirin işlenmesi yaygınlaşmaya başlayınca, zamanla çeşitli alet ve silah yapımında tuncun yerini de almaya başladı. Ortaçağ’da ise, gündelik yaşamın tüm alanlarına girdi. Demir maden olarak yaygınlaştıkça başta bıçak, kılıç, balta, kalkan, mızrak ucu, gürz gibi silahların; çeşitli ev aletleri, şömine takımları, ocak, kafes, tava, kazan, kilit, hırdavat araç ve gereçlerin yapımında kullanılır oldu.
Tarihte ilk olarak demirin önemini Mitanni’ler kavramıştır. Tarihte, metal ve demir aletleri olan okuryazar toplumlar öteki toplumlar üzerinde ya üstünlük kurmuştur ya da onları yok etmiştir. Ayrıca antikçağda demir, özgürlüğü de temsil etmiştir. Ucuz demir, tarımı, endüstriyi ve savaşı demokratikleştirmiştir. Friedrich Engels; demir için “tarihte devrimci rol oynayan bütün ilkel maddelerin en önemlisidir” der; ardından, “Demir Çağı“nı “kahramanlık çağı” olarak nitelendirir. Bu bağlamda, Kürt mitoloji kahramanı Demirci Kawa’yı burada anmak lazım.
Demirci Kawa: Zulme ve haksızlığa başkaldırının; isyan, ateş ve birliğin sembolüdür.
19. yüzyıla kadar demirden üretilen nesnelerin tümü körüklenmiş kor ateşte ısıtılan demirin örs üstünde çekiçle dövülmesiyle elde edilirdi. Bu gelenek 20. yüzyıla kadar da kısmen sürmüştür. Sanayileşme ve demir-çelik sektöründe dünya ölçeğinde tekelleşmenin başlaması demirciliğin sonunu getirdi. Demircilik, kaybolan çok önemli mesleklerden biridir.
Ergani’deki demirciler genellikle saban demiri, yaba demiri, tırpan, orak, çapa, kazma, balta, nacak, keser, dehre, bel gibi tarım, bağ ve bahçe işlerinde kullanılan araç ve gereçlerin yanında çekiç, balyoz, buğavi, nal, nal çivisi, çan, murç, kapı kilidi, kapı tokmağı, kapı çengeli gibi nesneler yaparlardı. Bunların büyük bir kısmını kış aylarında yapar ve baharda da satışlarını gerçekleştirirlerdi.
Demirciliğin birinci kuralı demiri tavında dövmektir. Demircilerin nefesleri kuvvetli, kolları güçlü ve kendileri de yürekli olur. Bütün hüneri örs ve çekiçte saklıdır. Demircinin hası çeliğe su vermesinden belli olurmuş.
Bugün, Ergani’de demirci Muhittin (Öztekin) mazide kalan demircilerin son temsilci olmanın buruk gururuyla halen çekiciyle örste demiri dövmeye devam ediyor.
Tenekecilik
Tenekeden çeşitli eşya yapan ustalara tenekeci denir.
Tenekeciler tenekeleri kesip biçer, onlara çeşitli şekiller verir, üzerlerine kabartmalar yapar ve lehim yaparak parçaları birleştirir.
Teneke yumuşak çelikten üretilen, üzeri kalay kaplı ince sacdır. Binalarda çortan, çatı olukları, soba, soba boru ve dirsekleri, maşrapalar, idare lambaları, huniler, fıskiyeler, pekmez ve yağ-peynir kapları… tenekeci ustaların hünerli ellerinden çıkan araç gereçlerden birkaçıdır.
Sac makası, tokmak, çekiç, örs, mengene, mangal, körük, lehim (kalay ve kurşun karışımı), nişadır (amonyak tuzu), havya (çekiç biçiminde ucu bakır alet), tuz ruhu (hidroklorik asit) tenekecilerin kullandığı araç ve malzemelerin bazılarıdır. Tenekeciler hidroklorik asitte çinko parçalarını eriterek çinkoklorür elde ederler. Lehim yapımında bu asiti kullanırlar.
Lehim yapılırken önce kömür mangalında havya ısıtılır ve sabun kalıbı biçimindeki nişadıra sürülür. Sonra lehime değdirilerek bir miktar lehim eriyerek havyanın uç kısmına yapışması sağlanır. Lehim yapılacak zemin veya nesne daha önce tuz ruhu ile temizlenmesi gerekmektedir. Bu işlem yapılmazsa lehim tutmaz.
Ergani’de -bildiğim kadarıyla- “Tenekeciler” lakabıyla bilinen aile tenekecilik mesleğini yapan eski ailelerden biridir. 1960’lı, 1970’li yıllarda Ergani’de Tenekeci Ferit (Özbilici) ve Tenekeci Haci (Hacı Demir) bu işi yapanların başında gelirdi.
Diğer kaybolan meslekler gibi tenekecilik de, gıda, ambalaj ve teknoloji sektörünün gelişmesi, maden kömürünün ısıtmada kullanılması ve kaloriferli ısıtma sistemlerinin refah nedeniyle tercih edilmesi gibi nedenlerden gözden düştü.
Kalaycılık
“Düriyemin güğümleri kalaylı
Fistan giymiş etekleri alaylı”
Kalay, gelişimini bakır kaplara borçludur ya da tam tersi, bakır kaplar gelişimini kalaya borçludur.
Kalayın bulunması bakırın mutfakta geniş ölçüde kullanımına neden olmuştur. Bakır kaplar tek başına kullanıldığında hava ile teması sonucu oksitlenmesi (kararması) ve yiyecek, içecekle teması sonucuyla da yüzeyde bakırsülfatın oluşması (yeşillenmesi) sonucu –ki buna yaşlılarımız cenk derdi- zehirlenmelere ve ölümlere neden oluyordu. Kalayın bakırla işbirliği, kalaycılık denen bir mesleği ortaya çıkarmıştır.
Bakır kapların üzerini kalayla kaplayanlara kalaycı denir.
Kalaylanacak kaplar önce örs ve çekiçle düzeltilir. Ezik ve kırık yerler düzeltilir, gerekirse yama veya kaynak yapılır. Sonra kum ve kömür parçaları ile temizlenir. Oksitlenen, kararan veya kalay yapılacak yerler parlatılır, yıkanır ve kurutulur. Bu iş için genellikle el ve ayaklar kullanılır. Kalaycılar elleriyle duvardaki veya en yakınındaki elle tutulacak şeylere tutunup, kalçalarını sağa ve sola çevirerek ayaklarının altındaki kapların temizliğini kum ve kömür tanecikleri yardımıyla yaparlar. “Ne kıvırıyorsun ?” sözünün buradan geldiği söylenmektedir.
Temizlenen kap, körükle harlanmış ateşin bulunduğu ocakta ısıtılır. Kalayın tutması için kabın içine toz nişadır atılır. Sonra kalay parçası biraz ısınan kaba sürülür, bir parça erimesi sağlanır. Büyük bir bez parçası yardımıyla eriyen kalay kabın kalaylanacak yüzeyine tamamen yayılır. Kalaylanma işi tamamlanıncaya kadar bu işleme devam edilir.
Bakırdan yapılmış kazan, teşt, sini, kuşhana, lengeri, tas, saplı, sahan, kırpıklı sahan, tava, tunç kulplu tava, cezve, sıtıl (bakraç) gibi ev ve mutfak gereçleri kalaylanırdı.
Bazı meslekler gibi kalaycılık da artık tükenme noktasındadır. Parlak zamanlarını bakırın mutfak eşyası olarak kullanılmasına borçlu olan kalaycılık, bakırın mutfaklardan çekilmesiyle meslek olarak sona yaklaşmıştır. Günümüzde melamin kapların, plastik kapların, emaye kaplamalı kapların, alüminyum kapların, porselen kapların ve daha çok da kullanım kolaylığı ve çeşit zenginliği nedeniyle paslanmaz çelik ve cam kapların geniş şekilde kullanılması bu mesleğe olan ihtiyacı ortadan kaldırdı. Kalaycılık ekmek kapısı olmaktan çıktı diyebiliriz. Turistlere yönelik bakır eşya imalatı az da olsa kalaycılığı biraz da olsa devam ettirmektedir.
Ergani’de benim tanıdığım Kalaycılar halim-selim ve sabırlı insanlardı.
Köylerde bu işi genellikle Karâçi veya Âşık/ Mıtrıp denilen göçebeler yapardı.
Hancılık ve Nalbantlık
“Evlerinin önü handır
Yanar yüreğim külhandır”
Eskiden otel ve motorlu taşıt yoktu. Başka il ve ilçelerden yük ve binek hayvanlarıyla gelenler veya köylerden hayvanlarıyla ürünlerini pazarda satmaya getiren köylüler, hem kendileri, hem de hayvanlarıyla birlikte kervansaraylarında veya hanlarda kalırlardı. Han sahiplerine veya işletenlere hancı denirdi.
Ergani’de kervansarayı olduğunu duymadım, ama Hilar’da Riya Bezirgana‘yı (Bezirgan Yolu’nu) duydum. Bu yol, Anadolu’dan gelip, Diyarbakır üzerinden Mezopotamya ve doğuda İran’a, Çin’e giden büyük bir ticaret yoludur. Şimdi arkeolojik kazı yapılan Çayönü tepesiyle çayın arasından geçerdi. Kazı sebebiyle bu yol kayboldu.
1960’lı, 1970’li yıllarda Ergani’de birçok han vardı. Hancı Ahmet (Uçar)’in, Hancı Ali (?)’in, Hancı Şükrü (İşçi)’nün, Hancı Kemal (İşçi)’in hanları gibi…
Her türlü ulaşım aracının gelişmesi ve motorlu taşıt araçlarının yaygınlaşması; otel-motel gibi konaklama yerlerinin her yerde yapılması nedeniyle kervansaraylar, hanlar tarihe karıştı. Şimdi Ergani’de han var mı, bilemiyorum.
nlarda, ayrıca atların, katırların, eşeklerin ayaklarına, daha doğrusu toynaklarına koruma amacıyla U şeklinde demircilerin yaptığı nal çakılırdı. Bu nalı çakan zanaatkârlara nalbant denirdi. Bazı hanlarda hancı aynı zamanda nalbantlıkta yapardı.
Ayaklarına nal çakılacak hayvan, handa önce bir yere yularından bağlanırdı. Sonra bir yardımcı hayvanın nal vurulacak ayağını geriye doğru kaldırıp tutardı. Nalbant, hayvanı okşayıp severek, hayvanın ayağına özenle bakarak tırnağını muayene ederdi. Tırnak fazlalıkları bir keskiyle alınır, tırnak altı düzeltilirdi. Daha sonra tırnak ölçüsü alınıp yanındaki nallardan uygun olanını seçerdi. Sırayla hayvanın ayağına, daha doğrusu tırnağına çivileri çakıp nalı tuttururdu. Bu şekilde hayvanın ayağına taş, çakıl benzeri sert cisimlerin batması, tırnağının aşınması ve acı çekmesi önlenmiş olunurdu. Nal çakılmadığında tırnak aşınır ve hayvan her adım attığında tırnak kısmındaki hassas dokular acıdığından hayvan acı çeker; iş ve yolculuk aksardı.
Nala çivi çakılırken hayvanın canı yanmazdı, ama bazı hayvanlara nal çakarken nalbantlar çok zahmet çekerlerdi.
Çulculuk
Çul: Beygir, katır, eşek gibi hayvanların sırtına yük bağlamak ve binmek için kullanılan ağaç bir iskelet üstündeki hasır/ sazla doldurulmuş alt kısmı keçe, üst kısmı genellikle desenli kilim veya çul ile kaplanmış bir tür yataktır. Çula, semer de denilir.
Çul yapanlara, çulcu veya semerci denir. Sırt hamallarının sırtlarında taşıdığı arkalığa da semer denir; bu iki semer birbirinden farklıdır, karıştırmamak lazım.
Eskiden göçebe toplumlar, kervanlar, seyyar satıcılar, köylüler… eşya ve yüklerini üzerlerinde çul/ semer olan hayvanlar sayesinde kolaylıkla taşıyabiliyorlardı. Bu çul sayesinde hayvanların vücudu taşıdıkları yüklerden ötürü zarar görmeleri engellenmiş, korunmuş olunurdu. Ayrıca binicilerin at, katır ve eşek üzerinden düşmemesi ve/ veya kaymaması da sağlanmış olunurdu.
Çulcunun ölçü birimi ya karışları veya çula attığı çentikleriydi. Çulu yapılacak hayvanın ölçüleri bunlarla alınırdı. İyi bir ustanın elinden çıkan çul, hayvanın sırtına vurulduğunda hayvana kesinlikle zarar vermezdi, bir takım elbise gibi hayvanın üzerine otururdu. Çulcular zaten kendilerini “hayvan terzisi” olarak nitelendirirlerdi.
İyi bir çulcu, hayvanın boyun bölgesine gelen kısmı dikerken dikiş aralarına mavi boncuk koymayı ihmal etmezdi.
Çul yapımında, ağaç iskeleler, keçe, kilim, hasır veya kamış, deri kemerler, gınnap/ kırnap ve çeşitli ip türleri gibi malzemeler kullanılırdı. Çulcu çul yapımında iğne, çuvaldız, makas, keski, biz, keser, testere, çekiç gibi aletler kullanırdı.
Çul veya semer, bir zamanlar yük ve binek hayvanlarının vazgeçilmez bir donanımıydı. Binlerce yıl ulaşımda kullanılan at, katır ve eşeklerin yerini motorlu taşıtların alması; karayolu, demiryolu, denizyolu ve havayolu ulaşımının gelişmesi ve yaygınlaşması neticesinde çulculuk/ semercilik kaybolan bir meslek durumuna düştü.
Ergani’de 1960’lı yıllarda Çulcu Fedli (Aydın) çulcuların piriydi diyebilirim.
Nalıncılık
“Ayağına giymiş sedef nâlini
Guşanmış beline Acem şâlini
Aşka düştüm kimse bilmez hâlimi”
Ceviz, dut ve meşe gibi suya ve aşınmaya dayanıklı ağaçlardan yapılan ve ayakkabı niyetine giyilen veya hamam, banyo gibi ıslak zeminlerde giyilen üstü atkılı, yüksek tabanlı ayakkabılara nalın, takunya; bunları yapan ustalara da, nalıncı ustası, habbapçı veya takunyacı denirdi.
“Takunyacı” deyimi bir aralar dinsel gericiliği ifade etmek, yermek için de kullanılmaktaydı.
Nalın, lastik ve plastiğin henüz üretime girmediği zamanlarda gözde giyeceklerdendi. Sedef kakmalısı ve gümüş işlemelisinin yanı sıra halhallı olanı da vardı. Bazılarının üzerine gül, çiçek ve sevimli hayvan motifleri de yapılırdı. Plastiğin üretim malzemesi olarak kullanılmaya başlanması, seri ve daha ucuz plastik terliklerin üretimi nalının “pabucunu dama attı“.
Nalıncı keseri, testere, törpü, nalıncı çivisi, makas, köşker bıçağı, kösele, deri, vernik ve ağaç boyası nalın yapımında kullanılan araç ve malzemelerdir.
Ergani’de nalıncı ustaları var mıydı? Ben, hatırlamıyorum. Kanımca, nalınlar daha çok Çermik ve Diyarbakır’dan getiriliyordu.
Amcam Yahya (Üzülmez), gençliğinde -kıtlık yıllarında- genelde Ergani’de yoksul bir yaşam olduğu için, doğru dürüst yiyecek ve giyecek bulamadıklarını, ayakkabı yerine nalın giydiğini, çoğu kez keserle nalınını kendisinin yaptığını ve nalınla dağlarda çobanlık dahi yaptığını halen zaman zaman anlatmaktadır.
Sepetçilik – Küfecilik
Saz, kamış, buğday sapı gibi esnek dal veya liflerden yiyecek veya eşya taşımak için örülerek yapılan kulplu kaplara sepet, bunları yapanlara da sepetçi denir.
Çayönü’nde yapılan kazılarda duvarları kamıştan örülmüş evler bulunmuştur. Ayrıca, Çayönü insanları ördükleri değişik boyda sepetleri zamanla kerpiç toprağı ile sıvayıp kaba kil kaplar yapmışlar, bazen de büyük zahire ambarları… Bilim adamlarına göre, neolitik insanının kültür tarihine katkılarından biri de sepetçiliktir.
Sepetler kullanım alanlarına veya işlevlerine göre isimler alır: Üzüm sepeti, yumurta sepeti, çamaşır sepeti, çiçek sepeti gibi.
Sepetin kaba örgülü olanına küfe denir. Küfeler çeşitli adlar alabilirler: Hamal küfesi, zahire küfesi gibi. Büyük küfeler zahire ambarlarında zahire saklanması veya tohumluk tahılların saklanması için de kullanılırdı. Küfeler, söğüt veya benzeri ağaçların dallarının yarılarak elde edilen dilimlerinin örülmesi ile yapılırdı. Sırtta taşınan küfelerde ayrıca kayış veya halat askılıklarda bulunurdu.
Abdullah (Üzülmez) dedemin kilerinde, tahıl tohumlarını fare ve zararlı böceklerden korumak için, bir insanın boyunu aşan çamurla sıvalı ve ağzı kapaklı 4-5 tane zahire küfesi/ sepeti olduğunu bilirim.
Sepetçilik ve küfecilik taşıma sektörünün gelişmesi, plastik ve plastik türevi maddelerden yapılmış benzer malzemelerin kolay ve seri yapımı, ekonomik oluşu nedeniyle bu meslek de öldü.
Ergani’de bildiğim kadarıyla sepet yapan yoktu; Karâçî veya Mıtrıp/ Âşık denilen göçebe Kürtler ördükleri sepet veya küfeleri, zembilleri çarşı ve mahallelerde satmaya getirirlerdi.
Sepet ve sepetçileri burada anlatırken, Kürt edebiyatında, bir aşk destanı olarak çok önemli bir yeri olan Zembîlfiroş’u da burada anmak gerekir. Bu destan, bir sepet satıcısının aşkını anlatır.
Çerçilik
İğneden ipliğe, aynadan cımbıza, boncuktan oyuncağa, astardan kumaşa her türlü nesneyi bir eşek, beygir veya at üzerinde veya at arabalarında köy köy, mahalle mahalle gezip dolaşarak satan seyyar satıcılara çerçi denir.
Bir köye çerçi gittiğinde kadınlar, kızlar, çocuklar çerçinin etrafına üşüşerek; yağ, peynir, yün, arpa, darı, mercimek gibi ürünler karşılığında bazı nesneleri alırlardı. Karayollarının gelişmesi ve motorlu araçların yaygınlaşması, ticari satış ağ ve yöntemlerinin ilerlemesi ve marketler zincirinin en ücra köşelere bile burnunu sokması sonucu bu meslek tamamen öldü.
Geçmişte çerçilerin bir özelliği de köyler arasında, beyler/ ağalar arasında, aşiretler arasında, sevgililer arasında, düşman aileler/ aşiretler arasında, âşıklar/ sevenler arasında haber taşımaktı. Çerçiler, bu haber taşımayı bazen para karşılığında, bazen de “Allah rızası” için yaparlardı.
Çerçilerin çoğu kez yılanvari kıvrak davranış sergilerlerdi; bazen de, ak güvercin gibi bir saflık ve temiz içinde olurlardı.
II. Tarihe Karışan Eşyalar, Mekanlar
uzak bir geçmişte değil de
sanki dün olmuş gibi bir şeyler
kıpırdar hep içimde
Kaybolan meslekler gibi, geçmişte kullandığımız, ama bugün artık günlük yaşantımızda yer almayan veya hemen hemen unuttuğumuz, kullanılmayan bazı mekânlardan, eşyalardan, nesnelerden söz etmek istiyorum.
Bu mekânları, eşyaları veya nesneleri anımsayıp anlatmak o günlerin yaşamına düşsel bir yolculuğa çıkmak gibi bir şey. Bugün günlük yaşantımızın vardığı noktanın bilince çıkması ve sanayi toplumunda üretim ve tüketim ilişkilerinin bir sonucu olarak tüketim toplumu olmanın bir özelliği gereği bazı mekânların, eşyaların, araçların kullanımdan nasıl kalktığını ya da nesnelerin biçim değiştirerek bir üst aşamaya evrildiğini görmektir aynı zamanda; sosyal ve ekonomik gelişmenin bir sonucu olarak rahat ve konforlu bir yaşama geçiş sürecine tanıklık demektir.
İşte bizleri “geçmişe götürecek” mekân, eşya ve nesnelerden bazıları:
Kiler
Kiler, evlerin zahire odasıdır. Evin yazlık, kışlık bütün yiyecekleri bu odada korunurdu. Eskiden evler betonarme olmadıklarından, taş veya kerpiç kalın duvarlardan yapıldıklarından ötürü yaz aylarında bile serin olurdu. Genellikle evlerin en serin odası kiler olarak seçilirdi.
Kilerde, içinde katı veya sıvı yiyeceklerin, içeceklerin olduğu kaplar, küpler, torbalar, turikler, ender olarak da telli ekmek ve yemek dolabı bulunurdu.
Evlerde mutfak dediğimiz bölümün günlük yaşantımıza girmesi, hem ev içinde ve hem de mutfaklarda başta buzdolabı olmak üzere teknoloji ürünü çok değişik araç ve gereçlerin kullanımı sonucu kiler ve kiler kültürü yok oldu.
Tel Dolap
Tel dolap, içersine ekmek ve yiyeceklerin konulduğu bir dolaptır. Dolap pervazlarında cam yerine; dolabın hava alması, sineklerin ve böceklerin içine girmemesi, içindeki yiyecek ve ekmeğin bozulmaması için ince tel elek olurdu.
Bu tel dolaplar bazı evlerde kilere konulurdu; bazı evlerin ise tel dolaptan haberi yoktu.
Teknolojik gelişme sonunda bu dolaplar ömrünü tamamladı, yaşantımızdan çıktı. Tel dolap ve kilerdeki birçok nesnenin yerini mutfak dolapları, buzdolabı, derin dondurucu gibi ev gereçleri aldı.
Küp
Küp, eskiden evlerde bulunan bir gereçti. Kullanım özelliklerine göre evlerde kapaklı kapaksız renk renk, boy boy çanak küpler vardı.
Su küpü, buzdolabının bulunmadığı zamanlarda, yazın içersine konulan suyu soğuk tutmaya yarardı. Ayrıca evlerde su tesisatının olmadığı, şebeke suyunun bulunmadığı zamanlarda ortak kullanılan çeşmelerden, gözelerden, pınarlardan, kuyulardan getirilen içme suyunun muhafazası, depolanması için de kullanılırdı. Su küpleri, genellikle kahve renkli, sırsız olurdu ve yanında da mutlaka bir su tası bulunurdu.
Kavurma küpü, içersine kavurma koymak için kullanılırdı. Eskiden gıda sektörü ve teknoloji fazla gelişmediğinden, güzün yapılan kavurma kış aylarında tüketilirdi. Bu süre içersinde kavurmalar bozulmasın diye küplerde korunurdu. Bu küpler genellikle yeşil renkli ve sırlı olurdu. Kışlık peynirler de bu tür küplere basılırdı. Ne demişler: “Kara koyun etli olur/ Kavurması tatlı olur“.
Zahire küpleri, kiler veya zahire odasında bulunan bulgur, pirinç, mercimek gibi zahirenin her türlü haşere ve farelere karşı korunması amacıyla kullanılırdı. Çeşitli boyda, renk renktiler.
Ayrıca çiftçi ailelerin evinde tohumluk arpa, buğday, darı gibi tahılların kışın muhafaza edildiği insan boyunu aşan küplerde bulunurdu. Şarap küpü ve altın küpü‘nü de unutmamalıyız!
Buzdolabı, mutfak dolaplarının kullanımıyla birlikte küpler tarih oldu. Şimdi işyerlerinde, evlerde aksesuar olarak kullanılmaktadır.
Bardak/ Habene/ Testi
Eskiden her evde mutlaka bir testi olurdu. Testi, çanak-çömlekten yapılan ve yaz aylarında içine konulan suyu soğutması amacıyla kullanılan bir ev gereciydi. Testiye Erganiler bardak, Çermikliler habene derdi. Testiler çeşitli boylarda, tek veya çift kulplu olurdu.
Su göze, çeşme veya pınardan testiye doldurulurdu. Suyu daha iyi soğutması için genellikle dış kapı yanında veya serin ve gölgelik yerlerde bulundurulurdu. İçersine yılan, akrep ve başka böcekler girmesin diye testinin ağzına ya bir tülbent bağlanırdı ya da bir kapakla ağzı sürekli kapalı tutulurdu.
Testi; buzdolabı, kar ve buzun olmadığı zamanlarda yazın tarlada, bağda, bahçede, çarşıda, evde çok yürek ferahlatmıştır.
Evlerde musluklardan şebeke suyunun akması; her köşe başında pet şişe ve benzeri ambalajlarda değişik hacimde soğuk su ve içeceklerin satılması; buzdolabı, derin dondurucu, sebil gibi beyaz eşya ürünlerinin her yerde kullanılmaya başlanması testileri/ bardakları/ habeneleri günlük yaşantımızdan çıkarttı.
Tas
“Altın tasta gül kuruttum
Yâri sinemde uyuttum”
Tas, su bardağı yerine kullanılırdı. Kalaylı bakır taslar su, ayran, şerbet içmeye ayrı bir lezzet verirdi. Çeşitli büyüklükte olurlardı. Bazılarının yanda sarı madenden yapılmış kulpları da olurdu. Su tası, ayran tası şeklinde adlandırılırdı.
Tas, ayrıca hacim olarak alacağı miktara göre bazen ölçü için de kullanılırdı: Bir tas bulgur, iki tas yağ gibi…
Cam bardak ve porselen kupaların taslara oranla daha zarif, daha ekonomik, daha kullanışlı ve daha pratik oluşları nedeniyle daha fazla tercih edilmeye başlandı.
Tas şimdi bazı otantik lokantalarda ayran tası olarak kullanılmaktadır.
Teşt
Teşt, çeşitli amaçlarla kullanılan bir ev gerecidir. Sac, bakır, plastik gibi çeşitli malzemeden yapılmış çukur bir kaptır. Çok çeşitli boyutlarda olabilirler. Ama ortalama 15- 20 cm. yüksekliğinde, 30- 60 cm çapındadır. Kullanım amaçlarına göre adlandırılırlar: Çamaşır teşti, hamur teşti, salça teşti gibi. Teştin diğer adı, leğendir.
Hamur teşti, içinde un elemeye, hamur yoğurmaya, hamuru mayalandırmaya (ekşimeye) veya hamuru fırına pişirmeye götürmede kullanılan leğendir. Yanlışlıkla esrar içen bir annenin, un elerken, unu odanın içinde her tarafa elemesi sonucu, oğluna söylediği iddia edilen “Anan için her taraf teşt oğlum!” deyişini burada bir anekdot olarak anabiliriz.
Çamaşır teşti, içinde çamaşır yıkanan leğenidir.
Bakır ve kalaylı teştler bazen de düğün, sünnet gibi törenlerde yemek pişirmede de kullanılırdı. Teşt eskisi kadar olmasa da bugün halen kullanılmaktadır.
Kuşhana
“Et koydum tencereye
Yâr geldi pencereye”
İçinde yemek pişirilen bir tür metal kaptır. Tencere de diyebilirsiniz. Kuşhanalar genellikle bakırdan ve kalaylı olurdu. Kuşhana; ocakta, maltızda, mangal ve soba üstünde içinde yemek pişirmek, süt kaynatmak, su ısıtmak için en çok kullanılan ev gereçlerindendi.
Çömçe
Çömçe, ağaçtan veya metalden yapılmış büyük, yuvarlak bir kaşıktır. Çömçeye kepçe de diyebiliriz. Yemek karıştırmada, yemekleri kaplara boşaltmada ve bişme/ bağbozumu zamanı kazandan bulamaç boşaltmada kullanılırdı.
Saplı
Saplı, 20-30 cm. uzunluğunda ağaçtan yapılmış sapı bulunan bir tür büyük bakır tastır. Derin tavaya benzer. Bağ bozumunda, yani bişmede şire (şıra) aktarmada, şire savurmada, kazandan pekmez alımında ya da boşaltılmasında; çamaşır, banyo ve ölü yıkamalarında kazandan sıcak su alımında saplı kullanılırdı. Uzun ağaç sapı sayesinde eller yanmazdı.
Sini
Sini, kahvaltı yapılacağı veya yemek yenileceği zamanlar yiyecek ve içeceklerin sofrada üzerine konulduğu bakırdan yapılmış bir ev gerecidir. Sinilere safra altlığı da diyebiliriz. Yuvarlak olup, bir kısmı üretim aşamasındayken üzerlerine desenler işlenmiştir. Çeşitli büyüklükte ve mutlaka kalaylı olurlardı. Kalabalık ve zengin ailelerin sinileri büyük olurdu. Ayrıca zenginlerin, beylerin, ağaların sinileri bakır değil, genellikle gümüş veya altın olurdu. Sofra kurulduğu zaman sini ya sofra bezinin üstüne veya sini altlığı denilen bir kürsü üzerine konulurdu. Sonra da yemek ve içecekler sininin üzerine dizilirdi. Fakir fukara pek sini kullanmazdı, bunlar daha çok sofra bezi kullanırlardı.
Bugünkü mutfak kültürü, hem siniyi ve hem de safra bezini günlük yaşantımızdan sildi. Şimdi daha çok yemekler yemek masalarında yenilmektedir.
Kazan
Kazan, büyük ve derin kulplu bir kaptır. Çok geniş bir kullanım alanı vardır. Çamaşır kazanında çamaşır kaynatılırdı, çamaşır ve banyo suyu ısıtılırdı. Yemek kazanında kavurma kavrulurdu, yemek pişirilirdi, şire kaynatılırdı, bulamaç/ pekmez yapılırdı, bulgur kaynatılırdı, kelle paça pişirilirdi, salça yapılırdı… Bugün sınırlı olsa da halen kullanılmaktadır.
Arap Pekmezi
Arap pekmezi, ilaç niyetine bedence zayıf olanlara, soğuk algınlığı olanlara, öksürenlere ve ciğerlerinden rahatsız olanlara verilirdi.
Arap pekmezi hazırlamak için ufak bir su tası dolusu pekmezin içine yarım tahta kaşığı pul biber katılır. İyice karıştırılır. Böylece ilaç hazırlanmış olunurdu. Daha sonra bu karışım hastaya içirilerek, kalın yünlü bir yatakta terletilmeye çalışılırdı. Terleme sonucu hastanın iyileşeceği düşünülürdü.
Arap pekmezi denildiği gibi sağaltıcı bir özelliği sahip midir? Bilemiyorum.
Taş Soku
Soku, içinde tokmakla bulgur, yarma, döğme veya kuru biber dövülen büyükçe taştan oyulmuş bir gereçtir. Sokunun bir adı da dibektir. Pirinci kabuğundan ayırmak veya bulguru dövmek için kullanılan dibeklere dink de denir.
Eskiden aile, konu komşu, mahalleli, köy sakinleri sokudan ortaklaşa faydalanırlardı. Bulgur veya benzeri şeyler dövüleceği zaman kadınlar ve gençler imece usulü çalışırlardı. Kadınlı erkekli, bir kişi veya iki kişi karşılıklı, dövülecek nesneyi sokuda sırayla tokmaklardı. Bir kişide sokunun başında durup, dökülenleri sokunun içine atardı. Hem tokmak vuranlar ve hem de sokunun başında taşan nesneleri sokuya atanın eline tokmak değmesin diye çok dikkatli davranırlardı.
Sokuda kurutulmuş acı ve tatlı kuru biberler (kurutmuş isot) dövülerek toz ve pul biber de elde edilirdi.
Soku başında dedikodular yapılır, türküler söylenirdi. Oğlan anaları, gelin adaylarını bazen soku başında hamaratlı kızlardan seçerdi.
Hilar köyünün güneybatısında Şikefta Dolaba (Dolaplı Mağara) diye bir yer var. Burada normal dink taşlarının 4,5 misli büyüklüğünde bir Kevre Dinge (Dink taşı ) vardır. Geçmişte hangi amaçla kullanıldığı bilinmiyor. Romalılar devrinde esirlerin döndürdüğü taşlara benzer. Bitkisel yağ imalatı ve benzeri işler için kullanıldığı tahmin edilmektedir.
Ve yine yakın zamana kadar Dinkçi Şükrü Güler atla taş döndürerek döğme ve bulgur dövme işini yapardı.
Her tür gıda ürünlerinin marketlerde, bakkallarda hazır paketler içerisinde satılmaya başlanmasıyla soku ve bulgur, döğme, kuru biber dövme işi de günlük yaşantımızdan çıktı.
Kozik ve Ocak
Eskiden her evin önünde veya havlusunda etrafı taş veya kerpiç duvarla çevrili eğreti yapılmış köşeli veya yuvarlak içinde ocağın bulunduğu bir alan vardı. Bu alana kozik denirdi. Evin ekmeği, yemeği burada pişirilir; çamaşır suyu veya banyo suyu burada ısıtılırdı. Ocak sürekli tüterdi. Bağ, bahçe ve dağdan getirilen odun, üzüm teveklerin dalı sete, ağaç ve tevek çubuğu çirpi ve hayvan gübresinden yapılan tezek ocakta sürekli yanardı.
Ayrıca her evin aralık denilen giriş salonunda bir tane ocak daha bulunurdu. Yemek pişirme, su ısıtmanın dışında, kışın ocak evi ısıtırdı. Kışın ocak başında toplanılarak günlük gelişmeler, doğumlar, ölümler, bağ bahçe işleri konuşulurdu; konu komşunun dedikodusu yapılırdı, masallar anlatılırdı. Ocaktaki ateşin uzun süre kalması için üzeri külle örtülürdü. Sonraları bu ocakların yerini, altında bir gaz bölümü olan ve üzerindeki bir pompa yardımıyla sıkıştırılan gaz yağının yanması esasına dayanan gaz ocakları aldı.
Gaz ocağı daha çok yemek pişirmek için kullanılırdı.
Eskiden ocağı yakmak başlı başına beceri isterdi: Ocakta ateş sönmüşse, komşudan ateş istenirdi. “Komşu komşunun külüne muhtaçtır” deyimi buradan gelir.
Kültürümüzde “ocağın sönmesi” kötüye, “ocağın tütmesi” iyiye yorumlanmıştır hep.
Sıvılaştırılmış petrol gazının (LPG’nin) yaygınlaşması, tüple (LPG ile) çalışan ocak ve fırınların çıkması, kozik ve ocağı günlük yaşantımızdan çıkarttı.
Ocak üzerinde sacda pişirilen Fetir denilen yufka ekmeğin ve mayalanmış hamurdan yapılan ekşili ekmeğin tadını hiçbir fırın ekmeği veremez.
Ekmek Sacı
Ekmek sacı, sacdan yapılmış bir ev gerecidir. Yuvarlak olup, çapları 25-50 cm. arasında değişir. Her evde mutlaka kozik veya ocak yanında bir ekmek sacı bulunurdu. Adından da anlaşılacağı gibi, ocak üzerinde ekmek pişirmede kullanılırdı. Fetir ekmek, ekşili ekmek, kıymalı ekmek, peynirli ekmek… hep sac üzerinde pişirilirdi.
Bu sac üzerinde biber kebabı, ciğer kebabı, et kebabı da yapılırdı. Bu sac kebapları çok lezzetli olurdu.
Ayrıca, nohut yapımında da kullanılırdı. Bunun için ters çevrilmiş sacın içersine yıkanmış ince kum bırakılırdı. Bu kum ateş üzerindeki sacda iyice ısıtılırdı. Sonra kavrulacak nohut kızgın kumun içine dökülüp, kavruluncaya kadar kumda karıştırılırdı. Kavrulmuş bu nohuda “Kürt leblebisi” denirdi.
Sac, höllük yapımında da kullanılırdı.
Mantiz (Maltız)
Ocağın dışında hemen hemen her evde bir tane mantiz bulunurdu. Mantiz, yaklaşık 40 cm. yüksekliğinde, 25 cm. çapında sacdan yapılmış yuvarlak bir tür ızgaralı ve ayaklı taşınır ocaktır. Izgara üzerine ocakta yanmış kor ateş veya ağaç kömürünün ateşi konularak yemek pişirilir, çay kaynatılır ve su ısıtılırdı.
Mantizda pişen yemeğin tadını hiçbir şey vermez derler.
Mantiz, günlük yaşantımızdan çıkıp gitti; teknoloji canına okudu.
Kül Kabı
Ocakta yanmış ateşin külü atılmazdı eskiden. Kül, eski tenekelerde, kırık küplerde biriktirilirdi. Bu kaplara kül kabı denirdi. Sabun kıt olduğundan, deterjan denilen temizlik malzemeleri bulunmadığından dolayı, biriktirilmiş bu külle çeşme başında, gözede, pıharda (pınarda) veya dere kenarında kap kacak yıkanıp, temizlenirdi. Ayrıca kış mevsiminde damların üstüne serpilirdi; dam üzerindeki toprak sertleşip eve yağmur ve kar suyu damlamasın ve de damı loğlarken loğ damın toprağını kaldırmasın, dondan dolayı damın toprağı çatlamasın, çamur loğa bulaşmasın diye.
Kül, çamaşır yıkamada da kullanılırdı. Bunun için önce çamaşır kazanı kurulurdu. Sonra kazana su doldurulur ve kazanda kaynatılacak çamaşırlar kazanın içine batırılırdı. Bu arada kazanın altına ateş atılır. Kül bir torbaya doldurulup ağzı bağlanarak kazandaki suyun içine atılırdı. Kazanda su kaynamaya başlayınca kül etkisini gösterirdi. Külde kaynatılmış çamaşırların hem mikrobu ölmüş olurdu, hem de çamaşırlar daha temiz ve yumuşak olurdu.
Kül, ayrıca kuru üzüm yapımında da kullanılırdı. Kuru üzüm yapımında kullanılan kül genellikle fırınlardan getirilirdi. Üzümün kurutulması şöyle yapılırdı:
Ocak üzerine kurulu bir kazana su doldurulur. Ocakta ateş yakılarak kazandaki su ısıtılır. Isınmaya başlayan kazandaki suya bir teneke kül dökülür ve küllü su iyice karıştırılır. Su kaynadıkça suyun üzerindeki köpük ve kömür, çöp gibi yabancı cisimler kevgirle üstten alınır. Kazandaki su kaynama sonucu kazanın hemen hemen yarısına gelince kurutulacak üzümler söğüt dalından yapılmış kulplu sepetlere içine konularak kazanın içindeki kaynar küllü suya batırılıp-çıkarılır. Haşlanan yaş üzümler daha önceden hazırlanmış üzüm döküm sahasına dökülerek serilir, güneşte kurutulmaya bırakılır.
Kurutulan kırmızı, siyah, sarı üzümler kışın çerez olarak yenilirdi veya hoşafı yapılırdı.
Hamam Tası
Hamam Tası, su tasından tamamen farklı, yaklaşık 20 cm. çapında, 6 cm. yüksekliğinde yuvarlak, ortası hafif göbekli, bakır, gümüş veya sarı metalden bir tastır. Su kabağından olanlar da vardır. Çok zengin olanların hamam tası altın veya gümüşten olurdu. Çeyiz sandıklarının önemli eşyalarından da biriydi aynı zamanda.
Kadınlar hamama giderlerken, hamam bohçalarının içinde hamam taslarını da götürürlerdi.
Modern yaşamın bir gereği olarak her evde banyoların olması, çeşmelerden sıcak suyun akması sonucu hamam tası günlük yaşantımızdan yavaş yavaş çıktı veya çıkıyor.
Hamam Bohçası
Hamam Bohçası, hamama giden kadınların temiz giyeceklerini, sabunlarını, keselerini, liflerini, hamam tasını içine koydukları işlemeli, süslemeli, nakışlı bezdir.
Kadınlar gününde veya seansında hamama giden kadının sosyal statüsünü hamam bohçasının rengine, kumaşın türüne ve bohça üzerindeki nakşa bakarak kestirmek mümkündü. Zengin kadınların hamam bohçaları daha gösterişli olurdu; bunların bohçalarını ya hizmetçi kızlar veya küçük çocuklar bahşiş karşılığı taşırdı.
Tokaç/ Köpüç
Tokaç, çamaşır dövmeye veya toprak damların bitim kenarlarını, yani sivükleri sıkıştırmaya yarayan sağlam ağaçtan yapılmış ev gerecidir. Sap kısmı 15 cm., gövde kısmı ise 25 cm. kadardır. Tokacın diğer adı, köpüçtür.
Apartman yaşamına yavaş yavaş geçilmesi, deterjan türlerinin çokluğu, çamaşır makinesinin yaygınlaşması ve evlerin tavanlarının beton veya üzerlerinin çatı ile kaplanması sonucu tokaç ömrünü tamamlayıp tarihe karıştı.
Kil
Eskiden kadınlar saçlarını bir toprak türü olan kille yıkarlardı. Hamamda veya evinde banyo yapacak kadın, bir gün önceden kil leğenine bir miktar kuru kil koyup sulandırırdı. Buna, kil ıslamak denirdi. Kadınlar banyo bitiminde daha önce sabunla yıkanmış saçlarına çamur halindeki kilden avuç avuç sürüp, sonra da bütün saç baş üzerinde toplanarak kille iyice çitilenirdi. Çitilenmeden sonra, saç suyla iyice durulanırdı. Kil saçlara parlaklık ve yumuşaklık verirdi. Ayrıca kilin saçları güçlendirdiğine de inanılırdı.
Kil, aynı zamanda keseyle veya lifle birlikte vücudu yıkamak için de kullanılırdı.
Kozmetik sanayinin gelişmesi, çeşit çeşit şampuan ve saç kremlerinin piyasaya çıkması sonucu kadınlar kil kullanmaktan vazgeçtiler.
Ergani’de iyi kil Büyükbahçe, Narlık ve Bağür’de bulunurdu.
Höllük
“Eledim eledim höllük eledim
Aynalı beşikte bebek beledim”
Eskiden çocukların altını bağlamak için höllük kullanılırdı. Höllük, bebeklerin altına, çişi ve kakası beze bulaşmasın, bacak araları pişmesin diye konulan topraktır.
Höllük için temiz bir yer seçilir, üstten 15- 20 cm. kalınlığında toprak kazıldıktan sonra alttan çıkan toprak eve getirilip elekten geçirilirdi. Un gibi olan toprak ekmek yapmak için kullanılan sacın tersine konur ve iyice kavrulurdu. Soğuduktan sonra bez torbalara konup ağzı bağlanarak kullanmaya hazır hale getirilirdi.
Eskiden bebeğin altına konan Muşamba da evde yapılırdı. Bu iş için yeterince yumuşak bir bez iki kişi tarafından gergin olarak ateşin üzerinde tutulur, üçüncü kişi beze balmumu sürerdi. Muşamba, bezin erimiş balmumuna batırılmasıyla da hazırlanabilirdi.
Pişikler için değişik krem ve pomatlarının çıkması höllüğü; hazır bebek bezlerinin çıkması ise, muşambayı günlük yaşantımızdan çıkardı. Çocuklar için kullanılan bu nesneler tarih oldu.
İbrik
İbrik, tenekeden, sacdan, bakırdan yapılan ve içersine su koymaya yarayan kulplu, ağızlı/ emzikli, testiye benzer bir kaptır. Teneke ibrikler daha çok tuvaletlerde kullanılırdı. Bakır ibriklerde daha çok el yüz yıkamada, abdest almada kullanılırdı. El yüz yıkanacak ibriğin yanında bir de sabun olurdu. Evin hanımı, gelini, kızı veya küçüğü el yüz yıkanırken veya abdest alınırken ibrikten büyüklerin eline su dökerdi. Sonra da omzunda bulunan havluyu verirdi.
Günümüzde plastik ibrikler bazı camii tuvaletleri ve karayolu dinlenme tesislerinde halen kullanılmaktadır.
İbrik deyip geçmeyin. Tarihte çok önemli(!) bir yeri vardır. Sarayda ibrik ve leğenden sorumlu olan kişilere İbriktar, sarayın harem dairesinde leğen ve ibriklere bakan ve padişahın özel hizmetini gören karavaşlara da İbriktar Usta denildiğini unutmayın! Tabi, padişah ibriklerinin som altından oluşlarını da…
İdare Lambası/ El Çırası
İdare lambası, sac veya tenekeden yapılmış bir aydınlatma aracıdır. Ters huniye benzer. Alt kısmındaki hazne kısmına gaz yağı konulurdu. Üstten boruya benzer kısmından içinde yağ bulunan haznenin içine bir fitil salınırdı. Fitil gaz yağını bünyesine çekerdi. Fitil kav veya kibritle yakılarak geceleri aydınlanma(!) sağlanırdı. İsli yanardı. Çok yandığında gaz yağı kokusundan ve dumandan insanın başı ağrırdı.
İdare lambasına El Çırası ve Şinanay da denir. “Şinanay yavrum şinanay” şarkısındaki şinanay‘ın idare lambasıyla bir alakası var mı acaba? Ne dersiniz?
İdare lambasın yerini sonraları Gaz Lambası ve Lüx aldı.
Gaz Lambası
Gaz lambası, idare lambasının biraz daha gelişmişidir. Gaz lambası, adından da anlaşılacağı gibi gaz yağı ile aydınlanmayı sağlar. Alt kısmında bulunan hazne kısım camdan yapılmıştır, içine gaz yağı konulur. Üstünde içinden fitil geçen koza denen bir metal mekanizma bulunur. Lamba camı bu mekanizmaya geçirilir. Ağaların, beylerin evlerinde Lüx denen aydınlatma cihazı bulunurdu.
Gaz lambası yakılacağı zaman lamba camı çıkartılıp, fitil kibrit veya çakmakla yakıldıktan sonra lamba camı yeniden takılırdı. Cam lamba islenince kozasından çıkartılıp, kuru, yumuşak bir bezle silinirdi. Gaz lambasına Çıra da denilirdi. Gaz lambası kapatılacağı, söndürüleceği zaman “lambaya püf” edilirdi.
Elektriğin yaygın şekilde kullanımı gaz lambalarının sonunu getirse de, günümüzde elektrik kesildiğinde bazı evlerde halen kullanılmaktadır.
Taht
Eskiden konu komşu birbirini tanıdığından, güven duyduğundan, toplumsal doku bu kadar kirlenmediğinden yaz geceleri damlarda yatılırdı. Durumu iyi olanlar ve keyfine düşkün olanlar damlara taht kurarlardı. Maddi durumu iyi olmayanlar yataklarını doğrudan dama sererlerdi. Taht, çift kişilik, karyoladan biraz büyükçe, iki basamakla çıkılan, etrafı parmaklı yatacak bir yerdi.
Taht evin avlusuna, daha çok da dama kurulurdu. Tahtın etrafına içerisi görünmesin diye bez gerilirdi. Üstü açık kalırdı.
Hem damda ve hem tahtta çok yattım. Ara sıra damdan ve tahttan düşmeler olsa dahi, damda yıldızlara bakarak yatmak, yıldızları saymak ve kayan yıldızları izlemek çok güzeldi.
Toplumsal dokunun kirlenmesi, mal ve can güvenliği sorununun yaşanması, bu güzel geleneğe son verdi.
Buğavi
Buğavi, atların ayağına takılan, uçlarında birer kelepçe olan, ortalama 50 cm. uzunluğunda bir zincirdir. Atların çalınmaması veya başka yere gidip kaybolmaması için, bir önlem olarak atın ön iki ayağına takılırdı.
Şimdi ne at kaldı, ne de buğavi.
Çıngırak/ Zil
Çıngırak veya Zil, işaret vermek, uyarmak, çağırmak için kullanılan ve bir çan ile bir çana vuran bir tokmaktan oluşan, elle veya başka düzeneklerle çalışan metal bir gereçtir.
Eskiden eşeklerin, katırların, koyunların, keçilerin… boynuna asılırdı. Çıngırak sayesinde sahiplerine bir nevi nerde olduklarını haber verirlerdi.
Kervanın başında yürüyen eşeklerin boynuna asılı çıngırağın sesine kervandaki tüm develer itaat ederlerdi.
Çıngırağın büyüğü Çan, kiliselerde çalınarak inanan Hıristiyanları kiliseye davet eder.
Çıngırak, daha kibar bir ifadeyle zil cumhuriyetle birlikte okullarımızda kullanılmaya başlandı. Zil çaldığında tüm öğrenci ve öğretmenler derse girerdi; ikinci defa zil çaldığında ise, teneffüse çıkılırdı.
Şimdi okullarda merkezî yayınla elektronik cihazlardan yerli ve yabancı müzik parçaları çalınarak derslere giriş ve çıkış yapılmakta. Oysa biz zili elimize alıp merdiven başında başımızın üstüne kaldırarak çalardık; arkadaşlarımıza ve öğretmenlerimize derse giriş ve çıkış saatlerini bildirirdik.
Zili eline alıp çalmadıktan sonra, zil, zil mi olur?
Yazık oldu bizim zillere. Yazık, tarih oldu bizim ziller.
Saban
Saban, çift sürmeye yarayan bir tarım aracıdır. Toprağı alt üst etmeye yarar. Sağlam ağaçtan yapılmış, ön taraftaki uzun, arkada olan kısa üçgen şeklinde birbirine geçen bir düzenektir. Öndeki uzun ağaçtan yapılmış saban okunun ucu, öküzlerin bağlı olduğu boyunduruğun ortasında bulunan halkaya geçirilir. Boyunduruğun iki ucunda ahlat ağacından yapılmış, öküzlerin boynuna geçirilen sabiler bulunur. Arkadaki kısa ağaçtan yapılmış saban kolu ise, çift sürerken tutma kolu olarak kullanılır. Bu iki kolun birleştiği yerde ucu ileriye çıkık bir ağaç kısım daha vardır. Buraya saban demiri (gîsin) geçirilir. Çift sürülürken, bu demir rahatlıkla toprağın altını üstüne getirir. Saban oku, saban kolu ve saban demirinin geçtiği bu üç parça bir kamayla tutturulur. Öküzleri çift sürmeye iteklemek ve komuta etmek için elde tutulan uzun çubuğa masas, masasın ucundaki delici çiviye zakut denir.
Ben ve daha çok da kardeşim Ali Haydar, Abdullah dedem çift sürerken ona yardım ederdik. Çok zahmetli ve dikkat gerektiren bir iştir. Saban demirini öküzün ayaklarına vurmak, öküzün yaralanmasına, saban demirinin bir taşa takılması ise saban demirinin kırılmasına neden olabilir. Bir keresinde ben çift sürerken, saban demirinin taşa takılması sonucu kırılmıştı ve dedem çok kızmıştı.
Saban, bugün kırsalda yer yer halen kullanılsa da, traktör ve benzeri modern tarım araçlarının kullanımı sabanı köylünün yaşamından çıkarttı.
SONUÇ:
Kaybolan mekân, meslek ve nesneler üretimde çok önemli rol oynadılar, ama bugün tarih oldular ya da oluyorlar.
Ben, insan yaşamında üretimin çok önemli bir yerinin olduğuna inanırım. Üretmeden tüketen toplumlarda haktan, hukuktan, dürüstlükten, namus ve ahlaktan söz etmenin bir anlamı olacağına inanmıyorum, ama bazen üretmek ve çalışkan olmak da yetmiyor veya yeterli gelmiyor. Burada belirleyici olan, üretim araçlarının, üretim ilişkilerinin gelişmişlik seviyesi, üretimin nicelik ve niteliği oluyor. Eğer üretim ilişkileri ve üretim araçları ilkelse, üretim yoğun emeğe dayanıyorsa, birim zamanda üretilen ürün nicelik olarak çok azsa, yoğun teknolojiyi kullanan gelişmiş ülkelerle rekabet etme şansımız olmaz: Politik, ekonomik ve teknolojik gelişmelerin karşısında ürettiğimiz değerlerin önemi kalmaz.
Geriye dönüp baktığımda bunun böyle olduğunu görürüm.
Yerel, ulusal veya yerli olandan geriye ne kaldı?
Güneş karşısında eriyen kar gibi yarattığımız değerler buharlaşıp uçuyor. Her şey, ama her şey; hızlı gelişen teknolojik atılımlar ve değişen politikalar sonucu uluslararası tekellerin ve onların uzantılarının eline, egemenliğine geçti, geçiyor. Yiyecekler, giyecekler, yaşama biçimleri ve düşünceler tek tipleşmeye yöneliyor, yönlendiriliyor.
Burada bu durum iyidir veya kötüdür tartışmasına girmiyorum. Sadece bir tespit yapmaya çalışıyorum.
Örneğin: Bizim Ergani’nin Meydanı’nda Karcı Edo gibi ustaların kendi elleriyle, karla yaptıkları dondurmalar artık yok, her yerde artık uluslararası bir tekel olan Unilever ürünü Algida çeşitleri, Cornetto‘lar var. Tatlıcı Hasan’ın “Datli” diye bağırarak, Meydan’da başının üstünde tepside sattığı kehribar sarısı, bal süzmesi gibi şerbetli, bol sinek ve sarı arılı o güzelim halkalı tatlılar nerede? Her yerde, her tarafta; evlerde, kahvelerde, işyerlerinde, büfelerde, marketlerde bir İsviçre tekeli olan Nestle‘nin çikolata ve ürünleri ya da Kraft Foods Deutschland kökenli Milka‘lar var artık. Peki, bakkallarda avuçla avuç satılan ve renkli olanlarına çocukların ve köylülerin bayıldığı o Delükli (delikli) şeker‘lere, o akidelere ne oldu?
Burada, eski olanın yeni karşısında kendini koruyamamasının yanında, hatta daha ziyadesi, uluslar ötesi olanın karşısında yerli ve yerelin yok olması, silinmesi olayı yatmaktadır. Bu sadece Ergani ile sınırlı olan bir olay değil, Türkiye’de ve hatta tüm dünya genelinde hızla yayılan ve yaşanan bir olay. Yerel, bölgesel ve ulusal olan ne varsa bir bir ya yok oldu ya da uluslararası tekellerin, egemen çevrelerin egemenliğine girerek etkisiz bir duruma düştü; bizler de seyrettik.
Bu, biraz da gelişmelere karşı doğru çözümlemeler üretemediğimizden oldu kanımca. Ne dersiniz?
3, 11 ve 19-30 Haziran 2007 tarihleri arasında günlük Ergani Postası gazetesinde dizi olarak yayımlandı.