“Demografya Sürekli Değişen / Sabit Kalmayan Bir Durum Arz Eder”

okuma süresi: 6 dk.

Abdurrahman Üzülmez’in gönderdiği bir yazı

Amcaoğlu;

Yazdıklarını(*) okudum.

Üslubunun çok sert olması dışında beğendim. Yazdıklarını düşünebilmek için zaten tarihçi olmaya gerek yok, duygularının tutsağı olanlar hariç, aklını kullanmasını bilen her insan bunu anlayabilir. Birkaç ayrıntı dışında “yanlış” göremedim. O da şu:

“Türkler Kürdistan’da hiçbir zaman köylere yerleşmemiştir. Egemen ulus olmanın avantajını kullanıp kent ve kasabalarda bulunmuştur. İdari ve askeri kademelerde yer almış, Ermeni ve Yahudilerden geriye kalan sanat ve ticaret işleriyle uğraşmıştır. Zahmetli tarım, hayvancılık çiftçilik gibi işlerle uğraşmayı Kürtlere havale etmişlerdir. Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerine bir bütün olarak bakıldığında bunun böyle olduğu rahatlıkla görülür.”

Bu yargı bana fazlasıyla köşeli geldiği gibi, bazı açılardan maddî hatalar da içeriyor. Birincisi Türkler, hiçbir zaman -II. Meşrutiyet dönemini saymazsak- Osmanlı veya öncesinde “egemen sınıf” olmamışlardır. Her şeyden önce ne “ulus” formasyonu ne de “ulus bilinci” o dönemlerde olmadığı gibi, Osmanlı ve Selçuklu saraylarının böyle bir tasarrufu da olmamıştır. Onlar için Müslüman olanların hukukî statüsü her zaman aynıydı. Yeni Müslüman olmuş bir Sırp ile Türk arasında hiçbir fark yoktu. Hatta Osmanlılar bunu biraz daha esneterek bazı idari kadrolarda -sadece son zamanlarında değil- evvelden beri Hıristiyan planları da istihdam etmişlerdir. Mesela Balkanlarda istila edilen yerlerde eski yerel beylere tımar vermişler bunlar da zamanla Müslümanlaşmışlardır. Kayıtlar tımar sahipleri arasında dini farklı olanlar ile Müslümanlar arasında bir fark gözetilmediğini gösteriyor. Ancak buna rağmen genelde Müslümanların hâkim unsur olduğunu söyleyebiliriz. Türklerin hâkim unsur olduğu fikri Türk milliyetçilerinin, fazlasıyla zorlama yorumundan, hatta uydurmasından başka bir şey değildir. Türkçenin resmi dil olması elbette ki Türklere bazı avantajlar sağlamıştır. Ama bilinçli bir şekilde bunun yapıldığını -Türklerin kayırıldığını- gösteren hiçbir delil yoktur. Diğer taraftan Türkçenin resmi dil olması başka bazı etnik guruplar için hiç mi hiç önemli olmadığını gösteren deliller de vardır. Mesela Boşnaklar için böyledir. Bunun yanında Selçuklularda resmi dil de zaten Türkçe değil, Farsçaydı.

İkincisi, Türklerin doğuda sadece idari kadrolarda yer aldıkları- dolaysıyla bölgenin yerleşik halklarından olmayıp sonradan göç edenlerin yerleşmesiyle oluşan nüfusa sahip olduğu- fikri ise Kürt milliyetçilerinin savı olup, onlar da köşeli savlarda bulunma konusunda Türk milliyetçilerinden pek aşağı kalmıyorlar sağ olsunlar. Her şeyden önce şunu söylemeliyiz ki demografya sürekli değişen/ sabit kalmayan bir durum arz eder. Doğu bölgelerinde -çoğunluğu teşkil etmeseler de- evvelden beri Türk(men) nüfus vardı. Hem de bugünküne nazaran oranda daha fazla olduğu muhakkaktır. Ama çeşitli sebeplerle bu değişti. Bu değişimin de çok farklı sebepleri vardır. Birincisi din farkı olmadığımdan aşiretler bir süre sonra asimile olarak başka bir etnik gurubun dilini konuşabiliyorlardı. Mesela Germiyanoğulları ve Menteşe Beyliği’ni kuranlar söylendiği gibi Türkmen değil Kürt’tü. Ama batı Anadolu’da kısa sürede Türkmenleştiler. Bununla beraber, Akkoyunlular döneminde bütünleşerek tek bir aşiret halini almış, birbirine karışmış birçok Türkmen ve Kürt aşiretleri bulunmaktaydı. Bölgede aynı şekilde Türk iken Kürtleşen veya Araplaşan -veya aksi- birçok aşiret vardır.(Tipik örneklerden biri Karakeçili aşiretidir. İsminden de anlaşılacağı üzeri bir Türk aşiretidir. Ama bugün Urfa ili sınırları içinde meskûn olan bu aşiret, hala Türkçe ismini muhafaza etmesine rağmen, bir Kürt aşiretidir. Ama Osman Beyliği’nin kurucusu Osman Bey zamanında bir Türk aşiretiydi. Üstelik Osman Bey de bu aşirete mensuptu. Ama bu aşiretin doğuda kalan veya oraya göç eden kolu zamanla Kürtleşmiştir.) İkincisi ise göçlerdir. Bölgedeki Türkmen nüfus zamanla daha batı ve kuzey bölgelere yöneldiği/ yönlendirildiği bilinmektedir. Mesela Osmanlı tahrir kayıtlarıyla Sinop ile Batum arasındaki bölgenin Akkoyunlu bakiyesi Kürt ve Türkmen aşiretleri yerleştirilerek Müslümanlaştırıldığı bugün biliniyor. (Tabi bunlardan ‘Kürtler de aslında Türk’tür’ gibi deli saçması sonuçlar çıkaranlar vardır. Ama bizi bu ilgilendirmez sanırım.) Iraktaki Türkmenlerin durumu ise biraz farklıdır. Zira bu bölgeye yerleşmesi Selçuklu istilasından çok önceye, Abbasi yönetiminin birinci yüzyılı kadar eskiye gider.

Bunlar bir yana bölgede genel olarak Türk köylerinin olmadığı savı da fazla köşeli. Mesela Elazığ’ın çoğu, Harput ve köylerinin tamamı, Sivrice’nin bazı köyleri, gene Muş, Bitlis ve Van’ın bazı köyler Türk köyüdür. Bunlar benim bildiklerim. Keza -Kürdistan denilen bölgenin- daha kuzeyinde ise bol oranda vardır. Özetle, bölgenin tamamını Ergani gibi olduğunu varsayarak yazmamak lazım. Bu yanıltıcıdır. Ayrıca Molla Gürani dönemi ile bugünkü Ergani’nin demografik yapısının aynı olduğunu da varsaymamak lazım.(Kışkırtıcı bir örnek: Köy isimleri de tek başına yeterli kanıt değildir. Zira ismi farklı dilde olan bir yerleşim birimine başka bir etnik guruba mensup birileri yerleşebilir. İstanbul ismi Rumcadır. Fakat İstanbullular Rum mudur?) Ama bunların hiçbirisi matematiksel olarak -Erganili ise- Molla Güranî’nin Kürt olma ihtimalinin galip ihtimal olduğu gerçeğini değiştirmediği de açıktır. Asıl sorun elde hiçbir kanıt olmadan nevzuhûr doçentin etnik köken tespit etmesinin saçmalığıdır. Osmanlı kayıtlarına dayanarak etnik köken tespit etmek-hele hele Müslümanlar için- çok zordur. Çünkü etnisite kavramıyla bir ilgileri yoktur. (İşte bu da bir etnik grubun, mesela Türklerin “egemen ulus” olmadığının kanıtıdır. Çünkü ulus kavramının yabancısıydılar. Ama bundan etnik kökenlerini bilmiyorlardı anlamı çıkarılmamalı. Sadece buna bugünküne benzer bir anlam ve önem vermiyorlardı. Sonuçta bizde Türkçe konuşan ailelerde büyüdük. Büyüklerimizden birinin “Türklük”ten falan bahsettiğini hatırlıyor musun?)

İster istemez tekrar ediyorum. Bu ayrıntılar bölge halkının genelde “Kürt” olduğu gerçeğini değiştirmez. Ama bir bölge veya bir yerleşim yerinden bahsederken, malum doçent gibi araştırma yapmadan kesin karara varmamak o konuda varsa kaynakları etraflıca incelemek, her şeyden önce nüfusun sürekli değiştiği/ değişebileceğini unutmamak gerekir. Mesela XIX. yüzyıla ait bir kaynağa dayanarak XV. yüzyıl hakkında da karar verilemez. Bunun yanında özellikle coğrafyanın bütününden veya tarihinden bahsedilirken daha ihtiyatlı davranılmalı “hiçbir zaman”, “hiçbir yerde” gibi tanımlar yerine “genellikle” vb. gibi sıfatlar daha uygun olur.

Bunlar bir yana Babinger’in yazdıklarından benim anladığıma göre, açık bir dille Molla Gürani’nin Kürt olduğunu yazmış değildir. Sadece “Kürt bölgesi Şehrizor’daki Koran köyünden” olduğunu yazmış(s.40). Sakıp Yıldız’ın Babinger’in eserinin Fransızca tercümesine atfen söyledikleri de pek sağlıklı değil. Sana eserin Türkçe çevirisini-ilgili sayfaları- gönderiyorum. Orijinal metni okuyup yazdıklarını yeniden değerlendir. Bunun dışında pek fazla bilgi olmasa da Bursalı Tahir Bey’in Osmanlı Müellifleri adlı eserinde Molla Gürani maddesini de çevirerek gönderiyorum.

Bir esere atıf yaparken de “şu kişinin, şu eserine (parantez içinde basım yeri, tarihi ve sayfa numarası, varsa dipnot da yazıp) atfen (veya ‘göndermede bulunarak’)” diyerek cümleyi tamamlamak gerekir. Bu metni okumayı da kolaylaştırır.

Bir diğeri ise metinde yapılan alıntıyı, ikinci defa tekrar etmişsin. Bunun gereksizliği açık. İkincisinde cümle arasında hatırlatma yapmak yetmez mi?

Herkese selam, sağlık ve afiyet dileklerimle…

12 Temmuz 2007
Abdurrahman Üzülmez

(*) Burada söz konusu edilen “Fatih Sultan Mehmed’in Hocası Molla Gürani, Erganili mi?” ve “Molla Gürani Türk mü, Kürt mü?” başlıklı yazılarım aşağıdadır. –M. Üzülmez

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.