Gidiş
Oğlum Ozan’ın isteği üzerine Kurban Bayramı ve Yılbaşı’nı St. Petersburg’da ailece birlikte kutlamaya karar verdik. Ben ve eşim 20 Aralık’ta İstanbul’dan, Utku da Diyarbakır’dan İstanbul’a gelip 24 Aralık’ta St. Petersburg’a hareket edecek şekilde gerekli vize ve uçak biletlerini ayarladık.
20 Aralık 2007’de Kurban Bayramı sabahı inanların çoğu Bayram Namazı’nı kılarken; ben ve eşim, ufak bir kahvaltı yaparak Bayram Namazı daha bitmeden, sokaklar tenhayken bir taksi ayarlayıp havaalanının yolunu tuttuk. Bagaj ve bilet işlemlerini sorunsuz hallettikten sonra, saat 12.15’te Rus Havayollarına ait bir uçakla 15 dakika gecikmeli olarak St. Petersburg’a havalandık.
Rus Havayollarına göre Türk Hava Yolları bir adım önde. Örneğin: Yurtdışı ve yurtiçi uçuşlarında THY görevlileri Türkçenin dışında İngilizce (Rusya yolculuklarında ise ayrıca Rusça) konuşup açıklamalarda bulunurken, Rus Havayolları görevlileri sadece Rusça konuşuyorlar. THY’na ait uçaklarda, uçağın tavanlarında birçok yerde ekran var ve bu ekranlarda uçağın güzergâhı, hızı, yüksekliği, dış ortam sıcaklığı, saatin kaç olduğu, varış saati vs. yazılıyor. Rus Havayollarına ait uçaklarda ekran mekran yok, ancak hizmet ve ikramlar ise kusursuzdu.
Uçakta yanımdaki bitişik koltukta Müjdat Bey diye biri vardı. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden emekli bir profesörmüş. St. Petersburg’a davet edildiği bir seminerde fizik tedavisi konusunda tebliğ sunacakmış. Sağlık, bilim, Kürt sorunu, Irak ve Türkiye’deki siyasi durum üzerine, fazla ayrıntılara girmeden sohbetlerimiz oldu. Sol-Kemalist bir anlayışa, karamsar bir ruh haline sahipti. Dünyadaki ve Türkiye’deki gelişmelerden rahatsızdı. Aydın şaşkınlığını yaşıyordu. Yaşlı ve şeker hastası olduğu için birçok konuda kendisine yardımcı oldum.
Uçak gökyüzünde hep beyaz bulutların üstünde uçtu. Hiçbir yerde kara parçası görünmedi. Beyaz bulutlar altımızda küme kümeydi. Sevgi bulutların ihtişamına bakıp: “Sanki karları küremişler, küremişler atmışlar” diye bulutların görünümünü bir güzel tanımladı. Yaklaşık 3,5 saat sonra St. Petersburg’a vardık.
Havaalanında bizi Ozan ve eşi Galina karşıladı. Sarıldık, öpüştük, koklaştık ve karşılıklı bayramlarımızı kutladık.
Havaalanının dışına vardığımızda hava çok soğuktu, sıcaklık eksi 2 0C’ydı. Eşyalarımızı taksiye atar atmaz evin yolunu tuttuk.
Baba-Oğul İnşaat şantiyesinde… 21 Aralık 2007
St. Petersburg’da 20 gün kaldım. Kaldığım süre içerisinde, hem hava çok soğuk olduğundan, hem de yabancı dil bilmediğimden, dahası Ozan ve Galina’nın sürekli çalışması nedeniyle rehber bulamadığımdan çoğunlukla evde oturdum, kısa mesafeli yürüyüşler yaptım, kitap okudum ve dinlendim.
Daha önce Nisan 2006’da St. Petersburg’a 12 günlük bir gezim olmuştu. O gezimde bayağı gezmiştim. Bu nedenle, bu gezimde fazla merak ve istek duymadım. Ama yine de bazı yerleri gezdim ve bazı gözlemlere tanık oldum. Kişisel ve de sınırlı olsa dahi gezimle ilgili izlenimlerimi yazmam ve okuyucularımla paylaşmanın yararlı olacağını düşünüyorum.
St. Petersburg’da Kurban Bayramı
Havaalanından eve vardığımızda azıcık hasret giderdikten sonra valizlerimizi boşattık, getirdiğimiz hediyeleri verdik, duş alıp karnımızı doyurduk, çaylarımızı içtik, her şeye dair konuştuk.
Bayramın ikinci günü sabah, ben ve Ozan birlikte şantiyeye gittik. Şantiyede Tacik, Özbek ve Türkiye’den çalışmaya gelmiş bir kısım işçilerle bayramlaştım. Öğlene doğru işe yaramaz keresteleri, kütükleri mazotla tutuşturup güzel bir ateş yaktık. Burhan Kalfa inşaat demirlerinden güzel bir tezgâh yaptı. Ozan’ların Bayram’ın birinci günü kestirdiği kurbanın terbiye edilmiş etleri getirildi. Cevat Kalfa etleri şişlere geçirdi ve pişirmeye başladı. Ben, ateşin yakılmasında ve etlerin pişirilmesinde sadece fikrî yönden yardımcı oldum.
Etler pişince, önce Özbek ve Tacik işçilere et, ekmek, salata, kola servisi yapıldı. Özbek ve Tacikler servisleri kapınca barakaların yolunu tuttular. Sonra ben, Ozan, Cevat Kalfa, Burhan Kalfa, İşçi Erdal ateş başında karnımızı doyurduk: Kısmette Rusya’da kurban eti yemek de varmış!
Ozan’ın anlatımlarına göre, Türkiye’den gelip St. Petersburg’da veya Rusya’da iş alan/iş yapan işyerlerinde genellikle kurban kesilmekte ve bayramlaşmalar yapılmaktadır. Rusya’daki Müslümanlar ve çeşitli Türkî cumhuriyetlerinden gelenler de kendi aralarında bir araya gelip bayramlaşmaktalar.
Cevat Kalfa, M. Üzülmez, Burhan Kalfa, İşçi Erdal: Şantiyede kurban etinin pişirilmesi. 21 Aralık 2007
St. Petersburg’da Müslümanlar bayram namazını camilerde kalabalık bir şekilde kılmışlar. Örneğin St. Petersburg’un en güzel tarihi camilerinden olan Tatarskiy veya diğer adıyla Saint Petersburg Camisi’nde caminin içi yeterli gelmediğinden bayram namazı kılan cemaat caddelere taşmış. Bu bilgiyi Petersburg’da yerel yayınlanan ve garlarda, metrolarda, marketlerde bedava dağıtılan 21 Aralık 2007 tarihli Moy Rayon (Benim Bölgem) isimli gazetenin “Müslümanlar Kurban Bayramını Kutladı” başlıklı haberinden öğrendim.
Moy Rayon, Tatarskiy Camisi’nde bayram namazı kılan cemaatle ilgili yayınladığı fotoğrafın altında, Ozan’ın çevrisiyle; kısaca, şunları yazıyordu: “Rusya’nın Kurban Bayramı. Tatar Camisi’nde birkaç kişi toplandı. İçinde, kapısında ve hatta asfaltın üstünde namaz kıldılar.”
Moy Rayon gazetesinin haber ve fotoğrafı -21 Aralık 2007
Bayramın üçüncü günü ben, Sevgi, Galina ve Ozan’ın iş arkadaşı Temel Bey’in eşi Luda hep birlikte alışverişe çıktık. IKEA/ Aşan’a gittik. Alışveriş merkezinin kentin biraz dışında olması nedeniyle merkezi yerlerden ücretsiz servis araçları ulaşımı sağlıyor. Ozan, bu alışveriş merkezinin yapımı esnasında bir bölümünün şantiye şefliğini yapmıştı. Nisan 2006’daki Petersburg’a ilk gelişimde, henüz inşaat halindeydi. Ozan’la birlikte şantiyeyi gezmiştik. Şimdi Petersburg’un en modern alışveriş merkezlerinden biri olarak hizmet vermektedir. Yabancı diyarlarda insanın kendi evladının yaptığı eseri, yapıyı bitmiş haliyle görmesi, o yapı içinde insanların cıvıl cıvıl alışveriş yapmasını seyretmesi tarifsiz güzel bir duygu.
St. Petersburg’da bu alışveriş merkezi gibi onlarca alışveriş merkezi açılmış: Metro, Carousel, Sezon, Media Market gibi… Anlayacağınız Petersburg, gıdadan tekstile, kozmetikten dijital ürünlere kadar birçok uluslararası firma ve markanın istilasına uğramış; sanki 80 küsur yıl sosyalizmle yönetilmemiş gibi. Uzay ve okyanusun derinliğine gemi yollayan ama vatandaşlarının maydanoz, çiklet, tişört, çorap, çikolata gibi en basit tüketim ihtiyaçlarını dahi görmezlikten gelen, karşılayamayan bir yönetimin tarih olması ve sonrasında ise buralarda çok sayıda uluslararası firmaların peş peşe açılması fazla şaşırtıcı değil. Neyse… Hatunlar alışveriş yaparken ben alışveriş merkezinin içinde bulunan Kafe Haus’ta oturup kahve ve sigaramı içtim, gezi izlenimlerimle ilgili notlarımı aldım.
Alışveriş merkezinde genelde hali vakti yerinde, modern giyimli hanımlar, gençler ve çocuklar yoğunluktaydı. İçindeki buz pistinde küçük çocuklar bale gösterisi yapıyorlardı. Oturduğum Kafe’den birazda onları izledim: Harikaydılar.
Noel
23 Aralık 2007’de Pazar gününün akşamı tesadüfen Noel Baba’nın Nevsky Prospekt, yani Nevski Caddesi’ndeki geçiş törenine rastladık. Rus Ortodoks Kilisesi İsa’nın vaftiz edilişini Protestan ve Katolikler gibi Aralığın 24’ünde değil, Ocağın 6’sında kutlasa bile Noel Baba 23 Aralığı 24 Aralığa bağlayan günün akşamında Nevski Caddesi’nden törenle geçti. Yerde kar olmadığı için, Noel Baba kızaklar yerine beyaz atların üzerinde kente giriş yaptı: Cadde etrafında birikmiş kalabalığı, seyircileri Rusça “Mutlu Noeller” dileğiyle selamladı. Kalabalık da aynı şekilde bir ağızdan “Mutlu Noeller” deyip, hep birlikte dilekte bulundular.
Tören konvoyu çok uzundu. Beyaz atın üzerindeki Noel Baba’nın önünde palyaço kıyafetli bir bando takımı, arkasında sütbeyazı giysiler giyinmiş özel kıyafetli melek görünümlü erkek çocukları ve peri kızı görünümünde kız çocukları vardı. Çocukların arkasında tren katarı şeklinde döşenmiş ve desenlenmiş bez veya muşambadan yapılmış, içine yerleştirilen çocukların veya gençlerin hareketiyle ilerleyen bir konvoy vardı. Tren katarı gibi yapılan bu şeyin altında hareket ettirici gençlerin, çocukların sadece ayakları görünüyordu.
Tören esnasında cadde tamamen trafiğe kapatılmıştı. Kentte yapılan ışıklandırmadan daha fazla, bu cadde ışıklandırılmış gibi geldi bana. Cadde üzerindeki tarihî yapılar, binalar, mağazalar, işyerleri ışıklarla süslenmişti: Kent, “ışıklı kent” görünümündeydi.
Tören sırasında bir aşağı, bir yukarı gezindik, bir iki alışveriş mağazasına girip vitrinleri seyrettik. Mağazaların birinde canlı bir klasik müzik konseri vardı: Bizler izlemeyip gezmeyi tercih ettik.
Noel bir gelenek, daha çok tatil havasında geçiyor. Bana anlatıldığına göre genellikle Noel akşamı en yaşlı ana-baba veya nine-dedenin ya da sevilen birinin evinde toplanılıyor; ya da bir yerlere gidiliyor. Daha önceden alınan/ hazırlanan hediye paketleri karşılıklı veriliyor. Birlikte yenilen güzel yemekler, içilen şarap ve votkalar, yapılan sohbetler dinî havadan çok bir şenlik, bir eğlence havasında geçiyor.
Bizde çok kişi, dinlisi-dinsizi, okumuşu-okumamışı Noel ile Yılbaşı’nı karıştırmaktadır. Her ikisinin de aynı şey olduğunu, 31 Aralığı 1 Ocağa bağlayan günün İsa’nın doğum günü olduğunu düşünüyorlar. Bu doğru değil: İsa’nın doğumu, Katolik ve Protestanlara göre 24 Aralık, Rus Ortodokslara ve Gregoryenlere göre ise 6 Ocaktır. Yılbaşı ise, araştırmacı insanların ölçü ve sayılarla Dünya’nın Ay, Güneş ve kendi etrafında dönmesini hesaplayarak oluşturdukları bir ölçü sistemi olan miladî takvimin başlangıç günüdür.
Proletarya Diktatörlüğü Parkı
Utku, 24 Aralık 2007 tarihinde İstanbul’dan geldi.
Utku gelince, kıt Rusçası ve biraz iyi denecek kadar İngilizcesi olması nedeniyle rehberimiz oldu: 25 Aralık 2007 tarihinde ben ve Sevgi’yi, yani annesi ve babasını Nevski Caddesi’ne götürdü. Birlikte Nevski Caddesi’nde ve bu cadde yakınındaki tarihî mekânlarda gezip biraz tur attık. Sonra Proletarya Diktatörlüğü Parkı’nı, Smolny Katedrali’ni/ Enstitüsü’nü, St. Michael Şatosu’nu vs. gezdik.
Bu gezdiğimiz yerlerle ilgili gördüklerimi, anlatılanları ve kaynaklardan yaptırdığım İngilizce çevrilerin özetini anlatacağım.
Gezmelerimiz planlı değildi, ama rastgele gezmenin yanında bazen de bir yerleri hedefleyip öyle geziyorduk. Bu gezilerimizin birinde, Utku; “Sizi Smolny Manastırı’na götüreyim. Önceki gelişimde ben biraz gezmiştim ama sizin görmediğiniz bir yer. Çok güzel bir yapı” deyince, “Tamam” dedik ve 25 Aralık 2007 günü Smolny’in yolunu tuttuk.
Proletarya Diktatörlüğü Parkı’ndaki Friedrich Engels’in büstü
Smolny Katedrali’ne giderken, Utku, Katedralin hemen bitişiğinde bulunan bir parkın giriş kapısının üzerindeki Rusça yazıyı bana göstererek: “Baba, bak burada ne yazıyor? Burası, Proletarya Diktatörlüğü Parkı. Bak, yan tarafında da Karl Marx’ın ‘Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin!’ yazısı var” deyince, ben de “iyi, o zaman gelin parkı gezelim” dedim.
Park, Smolny Katedrali’nin hemen yanında. Yanında bir meydan ve meydanın çevresinde Valilik dâhil birçok devlet binası bulunmakta. Park normal bir park, öyle pek fazla albenisi olan bir park değil. Ağaçlık, ortasından bir yol geçiyor. Yolun ortalarında girişte sağda Karl Marx’ın, solda da Friedrich Engels’in büstleri var. Bu büstler sanki mostra/göstermelik olsun diye bırakılmış; benim gibi turistler, Sovyet döneminden kalan bir kalıntının yanında, önünde fotoğraf çeksinler diye. Çünkü kentte Sovyet dönemini anımsatacak hiçbir iz yok artık.
Nasıl havasız bir ortamda hiçbir canlı türü yaşamazsa, diktatörlüğün olduğu bir yerde de demokrasi yaşayamaz. Sovyetler Birliği’nin çökmesinin temel nedeni, kanımca Sovyetler Birliği’nde demokrasinin olmayışıydı. Lenin ve Karl Kautsky arasındaki düşünce ayrılığının temel nedeni “diktatörlük” sorunuydu. Ekim Devrimi’nden sonra rüzgâr Lenin’den yana esince, dünya komünist hareketi genel olarak Lenin’in görüşlerini kabullendi. Bizler de aynı şekilde Kautsky’i anlamadan Lenin’i tuttuk ve Kautsky’i, Lenin’in bir yakıştırması olan “Dönek”likle suçladık. Ama tarih Kautsky’i haklı çıkardı! “Diktatörlük”, sosyalist yaşamı, sosyalist çoğulculuğu ve sosyalist düşünceyi boğdu.
Neyse… Sovyet’lerden kalan bir kalıntıyı da İstanbul’a döneceğimiz gün, sabah saat 6’da Ozan taksiyle, ben, Sevgi ve Galina’yı havaalanına götürürken gördüm. Havaalanına çok az kalmışken, solda ışıklandırılmış çok güzel bir yapı gözüme çarptı. Ozan’a “Burası neresidir?” diye sorunca, Ozan mıntıka şeklinde anladı ve “Burası Lenin Bulvarı’dır, baba”, diye yanıtladı. “Ben binayı sormuştum oğlum” deyince, “Leninle ilgili enstitü mü, kütüphane mi, okul mu bilemiyorum. Önünde de, bak, ayakta bir Lenin heykeli var” dedi. Bakınca, karanlığın içinde Lenin’in ayakta büyük bir heykelini gördüm: O kadar…
Lenin Bulvarı üzerinde bulunan Lenin heykeli
Smolny Katedrali veya Enstitüsü
“Kışlık Saray’da Kerenski
Smolni’de Sovyetler ve Lenin; sokakta onlar” -Nâzım Hikmet
Proletarya Diktatörlüğü Parkı’ndan sonra, hemen yanı başındaki anıtsal güzellikte olan Smolny Katedrali’ne gittik. Görevli bayanlardan (bu tip yerlerde genellikle orta yaş veya orta yaşın üstünde emekli bayanlar çalışmakta) biletlerimizi aldık. Kişi başı 100 ruble, yaklaşık 5 YTL. ödedik.
Katedral’in içinde klasik müzik eğitimi veya provası yapılıyordu. Utku sandalyelerin bulunduğu yeri göstererek, öncesinde buranın tamamen boş olduğunu bir önceki gelişinde katedralin içinde büyük bir tadilat çalışması yapıldığını söyledi. Bu görkemli bina bugün St. Petersburg manzarasına hakim ihtişamlı bir Katedral olmanın yanı sıra aynı zamanda klasik müzik konserlerinin verildiği bir kültür merkezi.
Görevliler tarafından doğrudan kuleye yönlendirildik. Kuleye merdiven basamaklarından çıkarken, bina içerisindeki tüm alanlarda merkezi bir yayınla çığan müziği benzerinde bir müzik çalınmaktaydı. Katedralin bazı bölümlerinin hâlâ kapalı ve tadilatının devam ettiği gözüküyordu.
Kuleye çıktığımızda, akşamüzeriydi. Güneş olmadığından, hava da biraz karardığından ışıklandırılmış Petersburg bir tepsi gibi gözlerimizin önündeydi. Kuleye çıkarken biraz zorlandım ama ışıklandırılmış Petersburg’u kuleden seyretmek güzeldi. Sevgi’nin sayımına göre kulenin merdivenleri 314 basamaktı…
St. Petersburg’a Nisan 2006’da gittiğimde Aziz İzak Katedrali’nin kulesine çıkıp Petersburg’u kuş bakışı seyretmiştim. Petersburg’u farklı yerlerden seyretmek, hem zevkli ve hem de kenti tanımada yararlı oluyor. Smolny’nin kulesinden Petersburg’u seyrederken aklıma geldi: İstanbul’da Sultanahmet Cami’sinin, Fatih Cami’sinin, Yenikapı Cami’sinin; Diyarbakır’da Ulu Cami’nin minarelerinin şerefelerine ücret karşılığı yerli ve yabancı turistler çıkartılamaz mı? Kültür ve Turizm Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı bence bu konuda bir çalışma yapmalı. Minarelerin şerefelerine turistleri ücret karşılığı çıkartmakla, hem bir gelir elde edilmiş, hem turistlere hizmet verilmiş, hem tarihî ve dinî mekânların tanıtımı yapılmış ve hem de en önemlisi kültürler arası, medeniyetler arası diyaloga katkı sunulmuş olunur diye düşünüyorum. Yabancı ülkelerde her ırktan, her inançtan insanlar kilise veya diğer kutsal mekânları gezmekte, kulelerinden, teraslarından kenti rahatlıkla seyredebilmektedirler. Bizde neden olmasın? Turistler, minarelerin şerefelerine çıktıklarında; “Gavurlar minarelere çıkamaz!, Mübarek cami ve minarelerimiz kirletiliyor” diye şuursuz tepkiler olur mu acaba? Zannetmiyorum.
Smolny Katedrali Foto: Utku Üzülmez
Katedralin yanında bulunan Smolny Enstitüsü, Rusya tarihinde önemli rol oynayan, Palladian tarzında büyük bir binadır.
İsmini 1764’de kurulan ve enstitü yakınında bulunan Smolny Rahibe Manastırı’ndan almıştır.
Binanın yapımı için Soylu Kızların Eğitimi Derneği tarafından “İtalya’nın büyük mimarlarının sonuncusu” Giacomo Quarenghi görevlendirilmiştir. Yapı, 1806–1808 tarihleri arasında inşa edilmiş ve Smolny Soylu Kızlar Enstitüsü olarak kullanılmaya başlanmıştır. Rusya İmparatorluğu’nda kadınlara yönelik kurulan ilk eğitim kuruluşu olması sebebiyle önemli bir yere sahiptir. Kuruluşundan 1917 devrimine kadar İmparatoriçenin himayesinde eğitim vermeyi de sürdürmüştür. St. Petersburg’da çok ünlü aileler burada eğitim almışlardır.
Bina, 1917 Ekim Devrimi sırasında Lenin tarafından Bolşevik Karargâhı olarak seçilmiştir. Lenin, Moskova’da Kremlin’e taşınana kadar hükümeti bu binadan yönetmiştir. Lenin’den sonra, burası yerel Komünist Parti’sinin binası ve şehir toplantılarında kullanılan bir yer olmuştur.
1927 yılında binanın önüne Lenin için bir anıt dikilmiştir. Ben, Smolny binasını gezerken, ne binanın önünde ve ne de çevresinde bu anıtı göremedim.
Son olarak, 1934’te, Sovyetler Birliği Komünist Partisi Politbüro Üyesi ve Bolşevik lider Sergei Mironoviç Kostrikov’a, yani bilinen ismiyle Kirov’a burada suikast yapılmıştır: Suikast sonucu Kirov ölmüştür. Kirov’un ölümü; Stalin’in Sovyetler’de ve Parti’de başlattığı “tasfiye ve büyük temizliğe” bahane oluşturmuştur.
1991’den sonra Smolny, şehir idaresinde ve belediye başkanının evi, 1996’dan sonra valinin evi olarak kullanılmıştır. Şimdiki Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, burada vali Anatoly Sobchak’ın idaresinde 1991 yılından 1996 yılına kadar çalışmıştır.
St. Michael Şatosu (St. Michael’s Castle)
27 Aralık 2007 günü St. Michael Şatosu’nu ben, Sevgi ve Utku birlikte gezdik.
St. Michael Şatosu çok büyük bir yapı ve bu yapının bütün odaları portre galerisi olarak kullanılmaktadır. Gezmek için önce kişi başı 100 ruble, yaklaşık 5 YTL. ödeyip biletlerimizi aldık. Müze, Rus Devlet Müzesi’ne bağlı ayrı bir bölüm olarak hizmet vermekte.
Şato, St. Petersburg’un merkezinde yer alan tarihi yapılardan biridir. Mikhailovsky Şatosu veya Mühendislik Şatosu olarak da bilinmektedir. 1797-1801 yılları arasında imparator I. Paul zamanında o dönemin mimarları Vincenzo Brenna ve Vasili Bazhenov tarafından Hükümet Binası olarak inşa edilmiştir. Şato; Fransız Klasikleri’nden, İtalya Rönesansından ve Gotik’ten esinlenilerek çok çeşitli mimari stil ve motifleri taşımakta/içermektedir.
I.Paul, hem entrika ve komplolardan endişe duyduğu için ve hem de kendisine suikast yapılacağı korkusu yüzünden Kışlık Saray’da kendini güvende hissetmez, kalmakta olduğu sarayı sevmez. Bu yüzden içinde sekiz genel avlusu bulunan, bu kale gibi hükümet binasını inşa ettirir. Şatonun iki tarafı Moika Nehri ve Fontanka Nehri ile çevrilidir. Diğer iki tarafı da I. Paul’un isteği üzerine yapılan 2 adet yapay kanalla çevrilir ve böylece I. Paul kendisini güvende hissedeceği bir ada-şato yaptırmış olur. Yapay bir ada izlenimi yaratan bu yere sadece asma köprülerle ulaşılmaktadır.
Şatonun yapımı 26 Şubat 1797’de başlayıp 8 Kasım 1800’de bitirilmiştir. Mart 1801 tarihine kadar içerisinin döşeme çalışmaları sürmüştür. (Doğu Ortodoks inancına göre 8 Kasım 1800 tarihi Aziz Michael Günü olarak kabul edilmektedir.)
Hayatın garip bir cilvesi olacak ki, I. Paul kendisini Kışlık Sarayı’nda güvende hissetmeyerek daha güvende olacağına inanıp yaptırdığı şatosuna taşındıktan sadece 40 gün sonra, bir suikast sonucu öldürülür. Anlayacağınız yaptırdığı şato ölümüne engel olamamıştır.
Öldürme olayı şöyle gerçekleşir: 12 Mart 1801 tarihinde General Bennigsen komutasında görevden alınmış bir grup tarafından I. Paul’un yatak odasına baskın düzenlenir. Suikastçılar önce masaya doğru sürükleyip görevinden istifa etmesi için imza atmaya zorlarlar. I. Paul direnince, suikastçılardan biri kılıcını Paul’a saplar, daha sonra boğulup ayakaltında çiğnenerek öldürülür.
Bu olay akabinde, I. Alexander’in tahta çıktığı, suikastçılardan biri olan Nicholas Zubov tarafından ilan edilir: Çar Öldü, Yaşasın Çar!
I.Paul’un ölümünden sonra ailesi Kışlık Saray’a geri döner ve Aziz Michael Şatosu böylelikle terkedilmiş olunur. Burası daha sonra ordunun ana mühendislik okulu olarak kullanılır Nikolayevskaya Mühendislik Akademisi olarak.
1838-1843 yılları arasında Rus yazar Fyodor Dostoyevsky askeri öğrenciliğini bu Ana Mühendislik Okulu’nda tamamlamıştır.
1990’lı yılların başında Aziz Michael Şatosu Rus Müzesi’nin bir kolu haline getirilmiş, şimdi portre galerisidir. İçinde 17. yüzyılın sonlarından 20. yüzyılın başlarına kadarki döneme ait Rus çarlarının, çariçelerinin, asilzadelerin, aristokratların, seçkin askeri liderlerin ve mevki sahiplerinin çok özel portreleri bulunmaktadır.
Müzeyi gezerken bir devrimci olarak canım çok sıkıldı ve midem bulandı. Müzede, çarlık döneminin hanedan mensubu çar ve çariçelerin, prens ve prenseslerin, asilzadelerin, üniformalı askeri şahsiyetlerin portre ve tabloları sergileniyordu. Sovyet dönemi sona erince şatodan müzeye dönüştürülen bu görkemli yapıda bunlar sanki mezarlarından çıkmış, birer birer yerlerini alarak yeniden itibar kazanmışlar: Çarlık hanedanlığı ve aristokratlar 80 yıl sonra olsa bile sanki sosyalizmden, Sovyetlerden intikam alıyorlar!
Bu portre ve tabloları gördükten sonra, sadece tüketme arzuları olan ve hiçbir mal, hizmet, ürün ve düşünce üretimine katkısı olmayanların 80 yıl sonra böylesine itibar görmesine insan bozulmaz mı? Sevgi ve Utku’nun keyifleri kaçmasın diye onlara hiçbir şey söylemedim: Sadece müzedeki tablolara ilgisiz kaldım.
Eminim, 1917’de dünyayı yerinden oynatan muhteşem Ekim Devrimi önderlerinin, devrimcilerin ve komünistlerin şimdi kemikleri sızlıyor!
Yılbaşı
Bana anlatıldığına göre; doğum günleri, noel, yılbaşı, 6 Ocak Şükran Günü, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü, 1 Mayıs Bayramı, faşizme karşı kazanılan savaş anısına kutlanan Zafer Günü’nü Rusya’da halk önemsemekte, günün anlam ve öneminin ötesinde bir tatil olarak, bir şenlik olarak kutlamaktadır. Ama en çok doğum günleri ve yılbaşına ilgi gösterilmekteymiş.
Yılbaşı nedeniyle alışveriş merkezleri, caddeler, metro çok kalabalıktı. Alışveriş merkezlerinde en çok ilgi gösterilen şeyler: votka, şarap, şampanya, pasta, çikolata, et ürünleri ve meyveydi. Marketlerde en yoğun bulunan satış ürünü ve alınan şey ise alkollü içeceklerdi. Yılbaşı öncesi ve sonrasında Petersburg’da havadan bile içki kokusu geliyordu sanki.
Galina, yılbaşı için bir gün önceden hazırlık yaptı evde. Renkli parlak toplarla, kurdelelerle oturduğumuz odayı süsledi. Tabi, yapma olsa da ufacık bir Noel Ağacı unutulmadı. Sonra markete gidildi. Hindi ve gerekli şeyler alındı. Sevgi hindiyi temizledi, malzemesini hazırladı ve güzelce hindinin içini doldurdu. Akşama doğru, Ozan votka, şarap ve meyve suyu getirdi. Akşam, Galina’nın kuzeni İgor ve kız arkadaşı Tanya geldiler. Yılbaşı eş, dost ve akrabaların bir araya gelmesi için iyi bir vesile. Yılbaşı nedeniyle bizler ta İstanbul’dan kalkıp Petersburg’a Ozan’ın; İgor ve kız arkadaşı Tanya’nın da Samara’dan kalkıp Galina’nın yanına gelmesi bunun güzel bir örneği diye düşünüyorum.
İgor’ların gelişiyle birlikte karşılıklı alınan veya hazırlanan hediyeler verildi. Bu hediye verme geleneği, kanımca Noel Baba’dan geliyor.
Saat 9 gibi sofra kuruldu. Önce nar gibi kızarmış hindi dolması, salata, kola, meyve suyu yenildi, içildi. Ardından votka, kırmızı şarap, çerez ve meyveler geldi. İgor ve kız arkadaşı şarap içmeye başladılar. Ben, Ozan ve Utku votka içmeye başladık. Sevgi’yle Galina meyve suyu içtiler. Sonra benle Ozan, İgor’u araya alıp haydi haydi deyip votkaları içmeye başladık. Ne hikmetse, Rus çabuk pes etti. Sonra, Utku çekildi. Ben ve Ozan bir-iki duble daha attık, sonra biz de geri çekildik. Anlayacağınız kocaman bir votka şişesini bitiremedik: Votkanın boynu bükük kaldı!
2007-Yılbaşı Gecesi: İgor, Tanya, Galina, Ozan, Müslüm, Utku
Dışarısı, özelliklede Hermitage Meydanı ve çevresinin çok kalabalık olacağını düşünerek gece dışarı çıkmadık. Noel, Yılbaşı ve Şükran Günü ardı ardına gelince, Yılbaşı gecesi sabaha kadar ve sonraki günlerde gece-gündüz havai fişek, maytap patlamalarının ses ve ışık cümbüşü durmaksızın devam etti.
Birlikte olmak, paylaşmak güzel şey!
Buz Tutmuş Fin Körfezi Üzerinde Gezinti
1 Ocak 2008’de, yani yeni yılın ilk gününün akşamı Ozan bizleri, Fin (Finlandiya) Körfezi’ne götürdü. Körfez donmuştu: Deniz gözün görebildiği yere kadar buz tutmuştu. Denizin, buzun ve gökyüzünün mavisi birleşmiş, farklı tonda yekpare bir mavi oluşturmuştu. Buzun üzerinde yürüyerek körfezin içine vardığımızda buzun üstünde her yaştan insanlar geziniyor, kayıyor, çocuklarıyla oynuyorlardı; genç sevgililerin bir kısmı el ele dolaşırken, bir kısmı da bira veya benzeri şeyler içiyorlardı. Maytap ve havai fişekler atılmasıyla oluşan renkli ışıklar gökyüzünde ahenkle dans ediyordu. Ozan’ın dediğine göre Şubat ayında denizin üzerinde arabalarıyla insanlar tur atıyorlarmış. Şubat ayında körfezin/denizin üstündeki buz tabakası daha da kalınlaşıyormuş yani.
Körfeze vardığımızda saat 17.00’yi gösteriyordu ve hava çok soğuktu. Buz üzerinde, diğer gezinenlerden cesaret alarak bizler de gezindik. Sonra Ozan’ın arkadaşı Temel Eslen ve eşi Luda geldiler. Bira ve sarma dolması getirmişlerdi. Onlarla biraz konuştuktan sonra ben, hem buz üzerinde gezerken düşerim diye korktuğumdan, hem de çok üşüdüğümden 10-15 dakika sonra gidip arabanın içinde sıcakta oturmaya başladım. Yaklaşık yarım saat sonra bizimkiler gelince evin yolunu tuttuk.
Gezim esnasında Petersburg’da havalar çok soğuktu. Petersburg’da tüm kanallar, nehirler buz tutmuştu, ama benim için önemli olan bir körfezin, daha doğrusu bir denizin buz tutmuş halini ilk defa görmüş olmamdı, doğanın sunduğu güzel bir manzarayla karşı karşıya olmamdı.
Doğanın değişik yerlerde çok farklı güzelliklerde harikalar yaratmasına tanık olmak güzel bir şey.
Şükran Günü
IV. yüzyıla kadar Hıristiyan kiliseleri 6 Ocak tarihinde Hz. İsa’nın Kutsal Doğum Bayramı’nı kutlardı. Sonraları Roma Katolik Kilisesi, Kutsal Doğum Günü kutlamalarını 24 Aralık’a çekti. Ortodoks ve Ermeni Kiliseleri (Doğu Hıristiyanları) bunu kabul etmediler. İsa’nın 6 Ocak’ta Vaftizci Yahya tarafından vaftiz edilmesini aynı şekilde kutlamaya devam ettiler/ediyorlar.
Neva nehri kıyısında bulunan Denizcilik Müzesi’nin ön yüzü
6 Ocak, Rus Ortodoksların kutsal günüdür: Şükran Günü olarak kutluyorlar.
Rusya’da 24 Aralıktan 9 Ocağa kadar tatil yapılıyor. Noel, Yılbaşı ve Şükran Günü birleşince insanlar için güzel bir tatil fırsatı doğuyor. Yeme içme, eğlenme, gezi, akraba ziyaretleri yapılanların başında geliyor.
St. Petersburg’da Şükran Günü’ne denk geldim ama bir iki TV kanalının bizdeki canlı Mevlit yayınları gibi kiliselerde yapılan törenleri verişinin dışında pek önemli bir şey göremedim.
Fındıkkıran Balesi
St. Petersburg gezisinde Fındıkkıran Balesi’ni izlemek de kısmet oldu.
Baleye 4 Ocak 2008 günü gittik. Sağ olsun Galina bizi götürdü. Kişi başı 300 ruble, yaklaşık 15 YTL. ödedik.
Bale, Marinsky Tiyatrosu’nda oynuyordu. Tiyatro binası bir saray yavrusu gibi çok büyük ve görkemliydi. Dağıtılan Rusça bilgi notlarına göre tiyatronun 225. sezonuymuş.
Tiyatroda sahnenin olduğu kısmın U şeklinde 1 salonu ve odacıklardan oluşan 5 kat balkonu vardı. Geniş sahne, harika ışıklandırma ve mükemmel sahne dekoru göz dolduruyordu. Sahnenin önünde bulunan yaklaşık 100 kişilik bir topluluk çeşitli müzik aletleriyle bale başlamadan ve bale süresince Çaykovsi’nin eserlerini çaldılar. Tavan, duvarlar, kolonlar, kapı ve pencere pervazları, balkon önleri, sahne altın yaldızlarla, tablolarla, desenlerle süslenmiş, ışıkla bezenmişti. Tam bir antika görünümü vardı. Ahşap sandalyeler/koltuklar havayı bozmasın diye değiştirilmediği için konforu düşüktü. U şeklindeki salon ve bütün katlardaki balkonlar doluydu. İzleyiciler arasında çocuklar, genç kızlar, delikanlılar, orta yaş ve üzeri bay ve bayanlar herkes vardı: Çoğunluk çocuk ve gençlerdeydi. Oyun 2,5 saat sürdü. Bale kültürüm olmadığı için, oyundaki figür, hareket ve ışıklardan pek fazla anlam çıkartamadım. Oyunun içeriğine dair hiçbir ön bilgi alamadan izlemeye başlamıştık. Öyle ki oyunun Türkçe ismini dahi bilmiyorduk. Galina Rusça ismini söylüyor ama Ozan açıklayamıyordu. Hal böyle olunca seyir esnasında oyunun ne anlattığını pek fazla anlayamadık. Oyunlarda konuşma yoktu. Sadece müzik, ışık, bale yapan oyuncular ve sahne dekorları vardı. Konuşmanın olmaması, bizim çok işimize geldi. Hem konuşma olsaydı da ne anlayacaktık ki? Oyunu izlerken izlediğimiz oyunun Fındıkkıran Balesi olduğunu keşfettim ve sevindim.
Üçüncü perdede sahnede yaşlı bir İslâm dervişi oturmuş arbana çalıyordu. Sufî müziği benzeri bir müziğin eşliğinde uzun örük saçlı 5 güzel genç kız dans ettiler. İlgimi çeken şeylerden biri bu oldu.
Fındıkkıran sadece görsel olarak değil, bence her yönüyle tam bir ziyafetti.
Fındıkkıran balesi hakkında kısa bazı bilgiler
Baleyi izledikten sonra bale ile ilgili bilgiler topladım. Edindiğim bilgileri kısaca paylaşmak istiyorum:
Fındıkkıran Balesi, Rus besteci Çaykovski’nin 1891’de bestelediği bir baledir.
Küçük Alman kız Clara Stahlbaum’un yeni yıl hediyesi olarak aldığı Fındıkkıran oyuncağı ile ilgili rüyalarını konu alan büyü-masal tarzı bir eserdir.
Bale, yeni yıl kutlamaları ile özdeşleşmiş ve pek çok bale topluluğu tarafından yılbaşında sahnelenmesi gelenekselleşmiş dünyanın en çok sahnelenen bale eserlerinden biridir.
Balenin yazılış öyküsü
1815’de Alman yazarı Ernst Theodore Amadeus Hoffmann halk öykülerinden esinlenerek Fındıkkıran ve Fareler Kralı adlı bir öykü yazmış. Sonra Fransız yazar Alexander Dumas 1844’de Hoffmann’ın öyküsündeki karamsarlığı yumuşatıp masal tarzında çeviri ve uyarlamasını yapmıştır.
1890’larda St. Petersburg’daki Kraliyet Tiyatroları’nın yönetmeni olan Ivan Vsevolojsky, Dumas’nın Fındıkkıran öyküsünün iyi bir bale eseri olabileceğini düşünmüş ve Kraliyet Tiyatrosu’nun bale yönetmeni Fransız asıllı ünlü koreograf Marius Petipa’dan bir bale yaratmasını istemiştir. Ve Petipa hazırladığı detaylı librettoyu besteci Çaykovski’ye vermiştir.
Çaykovski, konuyu beğenmemesine rağmen görevi kabul etmiş, ama eseri yaratacak ilhamı bir türlü yakalayamamıştır. Tam bu sırada New York Carnegie Hall’in açılış temsiline orkestra şefi olarak davet edilir. New York’a giderken eserin Birinci Sahne’nin taslaklarını da yanında götürür. Yolculuk sırasında konakladığı Paris’te yeni icat edilmiş olan çelesta adlı enstrümanın sesini ilk kez duyar. İlahi bir çınlama sesi çıkaran ve klavyeli vurmalı bir müzik aleti olan çelesta, Çaykovski’ye Şeker Perisi’nin müziği için ilham verir ve eseri besteler.
Ve Fındıkkıran Balesi ilk kez 1892’de St. Petersburg Marinsky Tiyatrosu’nda sahnelenir. St. Petersburg’un dışında ise ilk önce 1934’te Londra’da sahnelenmiştir. Başarıyı yakalaması ancak 1950’lerde gerçekleşmiştir. O zamandan beri dünyanın en çok sahnelenen bale eserlerinden birisidir.
Fındıkkıran’ın Türkiye’de ilk sahnelenişi Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü tarafından 1968-1969 sezonunda Ankara’da gerçekleştirilmiştir. Baleyi Dame Ninette de Valois sahneye koymuş, koreografik düzenlemesini Richard Glasstone, Ivanov’un özgün koreografisine bağlı kalarak yapmıştır.
Balenin konusu
Stahlbaum ailesinin evinde yeni yıl partisi verilmektedir. Clara ve erkek kardeşi Fritz ile anne ve babaları dev yılbaşı ağacının altında dostlarıyla eğlenirler. Gizemli Vaftiz Baba Drosselmeyer çocuklar için bir çuval dolusu oyuncakla gelir. En güzel oyuncak, Clara’ya hediye edilen Fındıkkıran’dır. Kıskanan Fritz, oyuncağı kırar ancak Drosselmeyer tamir eder. Parti sona erdiğinde aile yatmaya gider, ancak Clara Fındıkkıran’ı görmek için ağacın altına gelir: Kollarında Fındıkkıran ile uykuya dalar.
Marinsky Tiyatrosu’nun dıştan görünümü
Gece yarısı, garip şeyler olmaya başlar. Clara fare sesi duyarak uyanır. Oda, Fareler Kralı’nın önderliğindeki bir fare ordusu ile dolar. Clara kaçmak ister, ancak dev fareler onu durdurur. Öte yandan odadaki oyuncaklar da canlanır. Fındıkkıran komutasındaki kurşun askerler Fareler Kralı’nın ordusu ile savaşır ve ölür. Clara’nın terliğini Fareler Kralı’nın başına atmasıyla kral ölür ve komutanlarının cesedini taşıyan fareler odayı terk eder. Clara’nın Fındıkkıran için döktüğü gözyaşları onu canlandırır. Bir prense dönüşen Fındıkkıran, Clara’yı kendi ülkesi Karlar Ülkesine götürür.
Karlar Ülkesi’nde Prens ve Clara, kar tanelerinin dansı ile karşılanırlar.
Clara, sonra prensin eşliğinde Şekerleme Ülkesi’ne gider. Şeker Perisi’ne farelerle yaptıkları savaşı anlatırlar. Peri, onları ödüllendirmek için kutlama dansları sunar. Son olarak prens ile Şekerleme Perisi birlikte dans ederler.
Clara, rüyadan uyanır ve kendisini Fındıkkıran’ı ile beraber evlerinin salonundaki yılbaşı ağacının altında bulur.
Puşkin’in Düello Yaptığı Yer ve Anısına Yapılan Park
Ozan’nın evine yakın bir yerde bir park vardı. Bir gün bu parkın yanından arabayla geçerken Galina, parkın Puşkin Parkı olduğunu; Puşkin’in düello yaptığı, yaralandığı yer olduğunu ve anısına yapıldığını söyledi.
Parkın olduğu yer eskiden kentin dışında bir yermiş. 1837 yılında Puşkin ve rakibi buraya gelip düello yapmışlar. Puşkin yaralanmış ve sonra da aldığı bu yara nedeniyle ölmüş.
Ruslar, Aleksandr Sergeyeviç Puşkin’e (1799-1837) olan sevgilerini göstermek için, onun anısına bu parkı yapmışlar.
Yazarların böylesine kadir kıymetinin bilinmesi övgüye değer bir olay.
2 Ocak 2008 günü Park’a Sevgi’yle yürüyerek gittik. Park, büyük bir park, yüksek ve kocaman kocaman ağaçları var. Bir tarafından karayolu, bir tarafından demiryolu geçiyor. Parkın ortasında Puşkin anısına dikilen bir anıt var. Kiril alfabesini çözsem de, Rusça bilmediğim için, ne anıtın üzerindeki yazılardan ve ne de anıtın hemen karşısında bulunan mermer plaketlerin üzerindeki yazılardan Puşkin sözcüğünün dışında hiçbir şey anlamadım.
Anıtın yanına vardığımda, anıtın önünde yeni bırakılmış kırmızı bir gül vardı. Çevresinde aileler çocuklarıyla geziniyorlardı. Bir kısım insanlar da hava soğuk olmasına karşın banklarda oturmuş kitap veya gazete okuyordu.
Puşkin’in düello yaptığı yer ve anısına dikilen anıt
Sevgi anıtın önünde resmimi çekti. Sonra bir banka oturup bir sigara yaktım. Okuduğum kitaplarını, kitaplarındaki kahramanları, mücadelesini, politik düşüncesini ve en önemlisi 1837’de karısının onurunu korumak için girdiği bir düello sonucu bir Doğu’lu gibi “erkekçe” ölüşünü düşünmeye başladım. İnsanın yıllarca kitaplarını okuduğu, hayran olduğu bir yabancı yazarın anıtının yanı başında olması, onunla sohbet edercesine konuşması anlatılması zor, ama hoş bir duygu.
Utku’nun Moskova’ya Gidişi ve Tren Garı
4 Ocak 2008 gecesi, daha doğrusu 5 Ocak 2008’de saat 01.50’de Utku’yu ben, Ozan ve Galina Nevski Tren Garı’ndan Moskova’ya yolculadık. Utku, davet üzerine, Moskova’da çalışan arkadaşlarını görmeye, onlarla biraz Moskova’da gezinmeye gitti.
Tren Garı eski, tarihi bir yapı. Petersburg içinde değişik yerlerde 2-3 tana daha tren garı varmış. Garlar belirli demiryolu istikametlerine göre hizmet verecek şekilde konumlandırılmış. Nevski’deki gar, Petersburg-Moskova güzergâhında seyahat edecekler için, bir başka gar Petersburg-Avrupa güzergâhı için, bir başka gar da Petersburg-Sibirya güzergâhı için hizmet vermekteymiş.
St. Petersburg-Moskova arası trenle yaklaşık 8-8,5 saat sürüyormuş. Kurban Bayramı, Noel, Yılbaşı, 6 Ocak Şükran Günü gibi dini bayram ve tatillere denk geldiği için gar kalabalıktı.
Gece saat 01.30 olmasına karşın dikkatimi iki şey çekti: Kondüktörlerin tümünün kadın olması ve gar binasının içinde insanların el açıp dilenmesi. Kadınları geniş şekilde çalışma alanında etkin olmalarına sevindim, bütün dünyada el açan insanların sayısının her gün artışına da bir o kadar da üzüldüm.
Bizde, trenlerde ben hiç kadın kondüktör görmedim. TCDD’de çalışan kadın kondüktör var mı acaba? Bilmiyorum.
Geziden Kısa Kısa Notlar
Gezim öncesi tanıdık ve bazı arkadaşlara Petersburg’a gideceğim dediğimde; -kadın erkek fark etmeksizin çoğu kişi imalı bir biçimde, “tek mi gidiyorsun, yenge de var mı?” diye sorguladılar. Güzel genç kızlar var, gönül eğlendirebilirsin anlamında. Algılar mı farklı, yoksa beyinlerde farklı bir koşullanma mı var ya da cinsel açlığın dışa vurumu mu söz konusu olan, bilemiyorum. Petersburg’da tarihî ve kültürel yerlerin görülmesi, gezilmesi, insanın sevdikleriyle bir arada mutluluğu paylaşması nedense hiç akla gelmiyor.
- Rusya, Glasnost ve Perestroika’nın (açıklık ve yeniden yapılanma) ardından dağılma; “Reel Sosyalizm”den, yani planlı ekonomiden “Serbest Piyasa” ekonomisine geçişin sancılarını çekse de, ekonomide büyük atılımlar yaptığı, uluslararası sermayeye açılarak istihdam ve üretim kapasitesini artıran bir konuma geldiği açıkça görülmekte.
- St. Petersburg’da, kanımca aynı şekilde tüm Rusya’da; kocaman binaları, geniş yolları, muazzam metrosu hariç sosyalizmden, Sovyetler’den geriye kalan pek bir şey yok: Sosyalizmin ruhuna Fatiha okunmuş!
- Rusya doğal kaynakları bakımından zengin bir ülke, ama Arap ülkeleri gibi sadece tüketen toplum değil, aynı zamanda üreten bir toplum. Sadece tüketen toplumlar geleceği olmayan toplumdur: Ruslar salt tüketenlerden değil!
- Resmi binalar, kavşak, cadde, meydan, metro isimleri her yer ve her şey Kiril Alfabesi ile Rusça yazılmış, Latin Harflerini mumla arasan bulmak mümkün değil! Çok kötü: Rusçayı bilmemek, Kiril Alfabesinden anlamamak insanı uzaylı yapıyor.
- Genel olarak eğitim, sağlık gibi hizmetlerin ve kent içi telefon görüşmelerinin ücretsiz olduğu söyleniyor.
- Metro, cadde ve alışveriş merkezlerinde müthiş bir insan kalabalığı vardı. İnsanlar akın akın akıyordu sanki. Büyük yapılardan, büyük caddelerden, insan kalabalığından ürkmemek elde değil. Bekli de Noel, Yılbaşı, Şükran Günü’ne ve dolayısıyla tatil dönemine denk geldiğimiz için böyleydi.
- Ana kavşaklarda, metro giriş/çıkış kapılarında el yapımı eldiven, başlık, kazak, roka gibi çeşitli otlar, sucuk, kurutulmuş balık satan çoğu yaşlı ve giyimleri iyi olmayan seyyar satıcılar ve dilenciler fazlasıyla vardı. Bu tür yerlerde polis kontrolleri çok fazla. Rüşvet yoğun. Trafik polisleri bizimkilerini aratmıyor.
- Kent merkezinde müthiş bir trafik vardı. Arabayla bir yerden bir yere gitmek tam bir işkence. İstanbul gibi Petersburg’un da trafikle başı belada diyebilirim: Metro bir velinimet.
- Gezim esnasında Petersburg’daki meydanlarda, caddelerde, sokaklarda, evlerin penceresinde ya da balkonunda, işyeri vitrinlerinde büyüklü-küçüklü hiç bayrak görmedim. Bayraklar insanın gözünün içine içine sokulmuyor. “Birileri”nin adına, “birilerini” tehdit edercesine dalgalanmıyor. Sadece resmî devlet dairelerinin önündeki direklerde var: Demek ki, “Büyük Devlet” bayrak sallamayla olunmuyor!
Hermitage Meydanı ve meydandaki buz pisti 27 Aralık 2007
- St. Petersburg’un en çok gezilen ve ünlü olan Hermitage Meydanı ve Müzesi’ni iki yıl önce gezip gördüğüm için, bu gidişimde eşim ve Utku’yla birlikte sadece meydanda biraz dolaştım. Kış olması nedeniyle olacak ki, meydana bir buz pisti yapılmıştı; her yaştan ve her cinsten insanlar ücret karşılığı patenle kayıyorlardı. Paten, eldiven, elbise gibi gerekli malzemeleri olmayanlar bunlar için ayrıca kira bedeli ödüyorlar.
- St. Petersburg’da kaldığım süre içinde hava sıcaklığı genellikle eksi 2 0C ile eksi 16 0C arasındaydı. Günler kısa, gökyüzü grinin değişik tonlarındaydı, ama genelde kurşunîydi. 20 gün içerisinde sadece 3 gün bir iki saatliğine güneşi görmek nasip oldu. Geceleri, Ay ve yıldızları görmek daha uzun sürüyordu.
Kısacası, daha önceki gezi izlenimimde yazdığım gibi: Petersburg; muhteşem tarihî binaları, bakımlı ve zengin müzeleri, görkemli kiliseleri, harika anıt ve heykelleri, kanalları, nehir ve nehir üzerindeki köprüleri, muazzam metro istasyonları; Ekim Devrimi’ndeki kahramanlıkları ve Nazi işgaline karşı direnişi ile farklı bir kent: Bence, görülmeye değer bir kent.
EK
St. Petersburg’a bu gidişimde bazı işlerimin olması nedeniyle ben erken döndüm. Eşim bir 10 gün daha kaldı. Eşim kaldığı bu süre içerisinde bir işkence müzesine gitmiş. Müzenin ismi Leningrad Din ve Ateizm Tarihi Müzesiimiş. Kendisinin Rusça ve Kiril Alfabesini, kendisini gezdiren Galina’nın da yeteri kadar Türkçe bilmemesi nedeniyle müze ve müzede sergilenen şeyler hakkında yeterli bilgi sahibi olamamış. Ama eşimin anlatımına göre müze ilginç ve çok ürkütücüymüş.
Çivili Sandalye Kazığa Oturtma
1981-1984 yılları arasında Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi’nde önce kardeşim Haydar’ı, daha sonraları beni ziyaret edişlerinde ve benim firari dönemimde teslim olmam için kendisinin rehin alınıp Diyarbakır Kurtoğlu Kışlası’nda 2 gün “misafir” olarak kaldığı yerde çok şey gören ve yaşayan biri olarak ürkmüş. Müzede gördükleri karşısında şaşkına dönüp paniğe kapılmış. Sinirleri gerildiğinden müzedeki geziye devam edememiş ve çıkmış. Sadece benim için rastgele 2 fotoğraf çekmiş. Müzede sergilenen işkence yöntemlerini temsili olarak gösteren bu 2 fotoğrafı buraya alarak, Rusya’da geçmişte yaşanan vahşetin, zulmün, işkencenin bir müzede sergilendiğini bilmenizi istedim.
Bizler cesaret gösterip Osmanlı zindanlarında ve Cumhuriyet hapishanelerinde ya da cezaevlerinde kullanılan işkence aletlerini ve uygulanan işkence yöntemlerini bir müzede sergileyebilme yürekliliğini gösterebilecek miyiz?
Uzun bir süredir Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi’nin okul mu, müze mi, anıt mı olması tartışılmaktadır.
Kendimizle yüzleşmemiz için Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi eski haliyle korunarak “Adalet ve Özgürlük Müzesi” olması gerekir. Burada işkence araç ve yöntemleriyle birlikte öldürülenlerin fotoğrafları ve özgeçmişleri sergilenmelidir. Bu, kendimizle yüzleşmemizin önemli bir adımı olacaktır. Kendi geçmişimizle, kendi tarihimizle hesaplaşabilirsek eğer, kutsal olanın ne “devlet”, ne “vatan” olduğunu; esas kutsal olanın “insanın yaşama hakkı” olduğunu, işkencenin “insanlık suçu” olduğunu toplum olarak öğrenmiş oluruz.
Ve ayrıca bu tür müzelerin hümanist değerlerin yerleşmesine ve demokrasi kültürünün gelişimine de katkı sağlayacağını düşünüyorum.
11 Nisan-15 Mayıs 2008 tarihleri arasında Ergani Haber gazetesinde dizi halinde yayınlandı. EK yazıya sonradan eklenmiştir.