/

Henry C. Barkley’in Diyarbakır-Ergani Maden İzlenimleri

okuma süresi: 20 dk.

17., 18. ve 19. yüzyıllar Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak kaybettiği, parçalanmaya gittiği yüzyıllardır. Bu yüzyıllar, aynı zamanda Batılı birçok gezginin, araştırmacının, mühendisin, arkeologun, planlamacının, istihbaratçının, askeri danışman veya uzmanın Mezopotamya ve Anadolu’da cirit attığı, ilgi duyduğu yüzyıllardır. Sestini, William Heude, William Francis Ainsworth, Vital Cuinet, Gertrude Bell, Ellsworth Huntington, Helmut Von Moltke… en çok bilinenleridir.

19. yüzyıl gezginlerinden Henry C. Barkley’de bunlardan biridir.

Henry C. Barkley, çok mahir bir İngilizdir. Asıl mesleği mühendislik olup, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ilk demiryolunu döşeyendir. Uzun yıllar Balkanlar’da ve Anadolu’da bulunmuştur. Gezdiği ve gördüğü yerlerle ilgili bir yandan teknik raporlar düzenlerken, diğer yandan da sosyal ve ekonomik yaşama dair günlükler tutmuştur. Daha sonra İngiliz hükümetinin bölgeye olan ilgisinden dolayı, ısrarları sonucu tuttuğu notlar ve günlükler Anadolu ve Ermenistan’a Yolculuk adı altında kitap olarak yayınlanmıştır.

Kitap; 1878 yılında Bükreş’ten başlayıp İstanbul, Bursa, Ankara, Kayseri, Adana, Urfa, Siverek, Diyarbakır, Ergani Maden, Harput, Dersim dağları, Erzincan, Erzurum, Trabzon güzergâhındaki gezilerini ve bu gezide tuttuğu notları kapsamaktadır. Yazar günlüklerinde, yolculuğu boyunca gördüğü çarpıklıkları olduğu gibi aktarmakta; yanlışlıkları açık, mizahî bir dille eleştirmektedir. Yazara göre Türklerin “adam olması” mümkün değil, bu nedenle başta İngilizler olmak üzere Batılılar Osmanlıya ne parasal ve de idari yardımda bulunmalı, yardımların Osmanlıyı daha kötü bir sonuca götürdüğünü, en iyisi “kendi yağlarında kavrularak” doğru yolu bulmalarının daha iyi olacağını belirtmektedir.

Kitap, döneme ilişkin sosyal ve ekonomik duruma ilişkin verilerin yanında Türkü, Kürdü, Ermenisi ve daha birçok milletten insanıyla Anadolu coğrafyasında, “kadersiz topraklarda” veya “cehalet içinde yüzen topraklarda” yaşayanların ne yedikleri, ne içtikleri, neler giydikleri; ülkedeki yolsuzluk ve rüşvete insanların nasıl baktıklarını, Saray’dan Anadolu’nun nasıl göründüğü veya Anadolu’dan Saray’ın nasıl göründüğüne ilişkin bilgilerin yanında, yıkımın eşiğindeki Osmanlı İmparatorluğu’ndaki idari yapının nasıl “rüşvet batağında yüzdüğünü” de gözler önüne sermektedir.

Eserin en olumlu yanı, coğrafyamıza dışardan bakan bir yabancının, daha doğrusu bir Avrupalının tespitlerini ve gözlemlerini içermesidir. Olumsuz yanı ise, her ne kadar objektif olmaya çalışırsa çalışsın eserin belirli bir bakış açısına sahip, yerel kültüre vakıf olmayan Batılı bir insanın önyargılarından kurtulamayacağı oluşudur. Eleştirilerinden sadece Türkler değil; Ermeniler, Kürtler ve Araplar da nasibini almaktadır. Kısaca kitapta ilginç gözlemleri var.
Kitabın Diyarbakır ve Ergani Maden ile ilgili bölümünden bir kısmını aşağıya alıp, olduğu gibi bilgilerinize sunuyorum:

“Halep Çıbanı

Kilikya’daki Toros Dağları’nı geçene kadar kendimize bir cam parçasında bakabilmek için bulduğumuz her fırsatı değerlendirmeye çalışıyorduk. Bazen bu fırsatı yakalayamadığımızda, itiraf etmeliyim ki, ben, bir kaynağın veya derenin suyunda, Halep çıbanının işareti olan küçük kırmızı bir sivilce görmekten endişe duyarak yüzümü inceliyordum. Kilikya ve Mezopotamya’daki tüm şehirlerde yaygın olmasına rağmen neden özellikle Halep çıbanı olarak adlandırıldığını bir türlü anlayamadım. Ne zaman bu bölgelerden birine gitsek, gördüğümüz herkesin onun kalıntılarını az veya çok taşıdığını gördük ve bizim de kaçışımız olmadığı söylendi. Ellerde veya yüzde çıkıyordu. Söylediğim gibi küçük kırmızı bir nokta olarak başlıyor ve sonra büyüklüğü altı peniden beş şiline kadar olabilen yanık benzeri açık bir yaraya dönüşüyordu. Verdiği kaşınma hissi hastayı çıldırtıyordu çünkü dokunulduğu veya sürtüldüğü takdirde yara tüm yüzü kaplayana kadar büyümeye devam ediyordu. Bu illetin büyüme sürecini tamamlaması altı haftayı buluyordu ve bu süre içinde hasta zayıf düşüyor, genel olarak sağlıksız oluyordu. İyi tarafı, kurban bir kere hastalandı mı, bir daha buna yakalanmıyordu. Ama ömrü boyunca derin izlerini taşıyor ve bir zamanlar “çıban” diyarında bulunmuş olduğunu gizleyemiyordu. Hiç kimse ondan bir iki yıldan fazla kaçamıyordu ve yolcular genellikle ülkeye ilk girdikleri anda ona yakalanıyordu. Henüz tedavisi olmamakla birlikte hastalığın seyrini yavaşlatacak veya geciktirecek bir yöntem de bulunamamıştı. Yerlilerde yolculardan daha belirgin izler bırakıyordu çünkü çoğu daha çocukken bu hastalığa yakalanıyorlardı ve çocukların yarayı kaşımasını engellemek de mümkün değildi. Vücudun açıkta kalan kısımlarını etkilemesinden ve ilk görünüşünün bir sivrisinek ısırığı gibi olması gerçeğinden yola çıkarak, hastalığın sebebinin büyük ihtimalle uçan bir böceğin ısırması olduğunu düşünmeye başladım. Amerikalı bir bayanın iki yıl boyunca bu hastalığa yakalanmadığını ve bunu da sürekli peçe takmasına bağladığını anlatmasıyla birlikte bu görüşüm sağlamlaştı.

Göz İltihabı

Bu musibetle birlikte, aynı şekilde buralarda yaygın ama daha tehlikeli olan başka bir hastalık daha var: göz iltihabı. Çok az yerli ondan kaçmayı başarabiliyor. Yüzlerce kişi bu hastalık yüzünden kör olurken çok azı sadece zayıflaşan ve mahmurlaşan gözlere sahip olarak kurtulabiliyor. Korkutucu bir şekilde salgın haline gelebilen hastalık, hastanın gözlerine yerleşen sinek oğullarıyla bir kişiden diğerine bulaşabiliyor çünkü sinekler virüsü bacaklarıyla taşıyorlar. Ama “çıbanın” tersine bu hastalığın tedavisi var. Sadece gözleri şap ve su karışımı bir solüsyonla yıkamak ve her yıkamada temiz bir sünger kullanmak gerekiyor. Hatta sadece soğuk su kullanmak bile iyileştirebiliyor. Bu tedavi yöntemini bilmelerine rağmen yerlilerin onda dokuzu tedaviyi uygulamayı reddediyor ve yıkanma zahmetine girmektense hastalığı doğal seyrine bırakmayı tercih ediyor.

Uyuz Hastalığı

Diyarbakır’daki Ermeni kadınların yarısını etkileyen başka bir hastalık daha var; uyuz hastalığı. Evet, köpeklerde olanın aynısı. Sonu gelmez “geleneklerin”, kirliliğin ve tembelliğin ürünü olan bir hastalık. Kadınlar saçlarını en fazla haftada bir veya iki haftada bir yapıyorlar. Yanlarına yiyecek ve içeceklerini alarak hamama gidiyor, saçlarını örgü yaparak koyu bir dedikoduya dalarak bütün günü orada geçiriyorlar. Bu bayanların kuaförlerinin metodlarını detaylarıyla anlatabilecek bilgiye sahip değilim ama saçlarını ince ince kıvırarak ördükten sonra kafalarının üstünde bir sele görünümü verir şekilde topladıklarını söyleyebilirim. Kulaklarını kapattıklarından kafaları kulağı kesilmiş tavşan gibi görünüyordu. Haftada bir veya iki haftada bir yapılan banyolar dışında saçlarına fırça veya tarak değmediğinden, doğal olarak, bu hoş olmayan hastalığa davetiye çıkıyordu, kafaları yaralarla kaplanıyordu ve sonuçta tamamen kel kalıyorlardı.

Bize anlatıldığına göre genç bir adam evlenmek istediğinde, adamın annesi istenilen kızın ailesine teklifi götürür ve bu arada da kızda uyuz hastalığı olup olmadığını sorgular; ama “eğer olduğu anlaşılırsa görüşmeler sona mı eriyor?” diye sorduğumda cevap “çoğunlukla öyle olmuyor, öyle olsa kızların çoğunda olduğu için erkeklerin yarısı evlenemezdi” oldu.

Diyarbakır’da kalırken Mrs. Boyacıyan’la (Ermeni dini görevli, vali Abdurrahman Paşa’nın zaman zaman danıştığı şehir meclis üyesi. M. Üzülmez) iki kez beş çayı içerek sohbet ettik ve hoş saatler geçirdik. Evinin temizliği, şartlar el verdiğince İngiliz modasıyla döşenmiş olması, şehrin pisliğinin ve bakımsızlığının yanında rahatlatıcı olmuştu. On ve on iki yaşında bir kız bir erkek, çok hoş iki tane çocuğu vardı. Çocuklar İngilizceyle birlikte birçok dili gayet rahat konuşuyorlardı ve eğitimlerinin büyük bir kısmıyla anneleri ilgileniyordu. Mrs. Boyacıyan hayatından şikayetçi değildi ama çocuklarının iyiliği için bir kez daha medeniyete girmeyi arzuluyordu. Aslında ben de hem onu hem de kocasını papazlık rütbesini almış olarak ve etrafında ona hak ettiği takdiri Diyarbakır yerlilerinden daha çok verebilecek bir topluluk varken İngiltere’de görmek isterdim. Daha sonraları Mr. Boyajian ve yaptığı işler hakkında çeşitli Amerikan misyonerlerinden çok şey duyduk. Bazı kuramsal konulardaki farklı düşünce tarzından dolayı çoğunluğu ona ah ediyordu ama hepsi kesinlikle çok çalışkan bir adam olduğu ve Ermenilerin geneline bakıldığında çok zeki bakış açıları olduğu konusunda hem fikirdi.

Şehrin Etrafı

Daha önce belirttiğim gibi, Diyarbakır nehre bir mil uzaklıkta ve elli fit yükseklikte bir tepenin yüzeyinde duruyordu. Şehrin bittiği noktadan nehre kadar uzanan düzlük arazinin toprakları işlenerek bağ haline getirilmiş ve meyve ağaçları ile dolmuştu. Bütün buraların sulaması, önce şehrin pis sokaklarından ve açık kanallarından geçerek zenginleşen suyla yapılıyordu. Yetişen ürünlerin boyutları büyük oluyordu. Kavunlar ve karpuzlar çok büyüktü ve anlatıldığına göre ancak bir eşek tarafından taşınabiliyordu. Dicle nehrinin şehrin karşısında kalan kısmı geçilebilecek kadar sığdı ve iki mil kadar ötede alışıldık sayısız kemerleriyle eski moda taş bir köprü vardı. Nehrin diğer tarafında gözün alabildiği her yönde kısır yaylalar bulunuyorken, kuzeyde yirmi milden fazla olmayan uzaklıkta karla örtülmüş dağlar görülüyordu. Nehrin aşağısında kalan şehirlerle iletişim keçi derileri şişirilerek yapılan ve bazen üzerinde küçük bir kulübe bulunan sallarla sağlanıyordu. Bütün gün boyunca salı iki adam sırıklarla yürütüyordu ama geceleri suyun gizlediği kayalardan ve oluşan girdaplardan korktuklarından sal kıyıya sıkıca bağlanıyordu. Bir saatte ortalama üç mil yol alıyorlar ve günde de toplam otuz mil yol kat ediyorlardı. Bu çeşit bir yolculuk tarzı Türk için çok keyifliydi çünkü sigara içmek, yemek yemek ve uyumak dışında yapacak başka bir şey yoktur. Ama ben bunun zihni daha faal çalışan insanlar için bıkkınlık verici bir durum olduğunu düşünmeden edemiyorum.

Toroslar

Mezopotamya’yı geçmeden önce, adımlarımızı Diyarbakır’dan Birecik’e doğru geri atarak geldiğimiz yöne dönmeyi ve sonra Halep’ten geçerek denize varmayı ve at üstündeki yolculuğumuzu İskenderun’da sonlandırmayı planlamıştık. Ama halkı çok azalmış bu topraklarda yapmayı o kadar sıkıcı ve hiçbir çekiciliği olmayan bir şey olarak gördük ki, ayrıca bölgenin üçte ikisini kaplayan volkanik karataşlar arasında yolculuk yapmak o kadar yorucuydu ki, Diyarbakır’a ulaştığımız an planımızı değiştirerek bu iç karartıcı ovalarla tekrar yüzleşmektense Toroslar’dan geçerek her an başlaması beklenen kar ve fırtınaya yakalanma riskini göze almaya karar verdik. Kiepert’in haritasını çok detaylı çalışmış ve birçok gezginden fikir almıştık ve hepsi de buradan geçmemiz konusunda bizi uyarıyordu. Ali Ağa’ya haritada göstererek Trabzon’un İskenderun’dan daha yakın olduğunu söylediğimizde, mesafe ölçmenin bir işe yaramadığını, asıl güvenilmesi gereken şeyin saatler olduğunu belirterek bizimle alay etti. Ama Trabzon’dan Konstantinapol’e gitmenin Akdeniz’den gitmekten daha kısa süreceğine işaret ederek onu susturabildik. Aslında zaten kararımızı vermiştik ve 6 Aralık sabahı iyi arkadaşlarımıza veda ederek, eve dönüşümüzün sonunda başladığı hissiyle atlarımızı kuzeye çevirdik. Yine yolculuğa bazı nedenlerden geç başladık, bu yüzden sadece altı saat yol yaptık ama bu zaman bizi dağların eteklerine getirmeye yetmişti. Çadırımızda kalmak için hava çok soğuk olduğundan geceyi bir köyde bir yabancının verdiği bir odada geçirdik. Önümüzdeki geceler de soğuk olduğu için çadırımızı yine kuramadık ve havasız kirli odaların verdiği işkenceye katlanmak zorunda kaldık.

7’si sabahı çok erken yola çıktık ve her geçtiğimiz mil daha yükseğe doğru ilerleyen tepelere girdik. Asya’da sık görüldüğü gibi bir tepenin yüzüne üst üste oturtulmuş evlerin oluşturduğu Arghana (Ergani) kasabasında durmadan kasabanın aşağısından geçtik. Biraz daha ilerleyerek Diyarbakır’dan beri takip etmekte olduğumuz yarı yapılmış yoldan ayrıldık. Nasıl olduğunu anlamadan manzara muhteşem ve görkemli görünmeye başladı. Sadece birkaç fit genişliğindeki dar geçitlerden oluşan dağlar neredeyse dikey bir şekilde yükseliyordu. Bu geçitler dağları her yönden sarmıştı ve dağları karmakarışık bir hale getirerek geçilemez gibi görünmesine sebep oluyordu. Ağaç yoktu ve yapraklı herhangi bir bitki çeşidinin varlığı çok zor bulunuyordu, ama kayaların rengi ve oluşturduğu değişik toprak çeşitleri bizi çok etkiledi. Bir tepenin üzerinde durup kuzeye yüzlerce mil baktığınızda her rengi ve her rengin tonlarını göre biliyordunuz. Yeşilin tüm tonları her tarafta insanın gözünü alıyordu, geçitlerin altında, tepelerin zirvesinde… Bakır ve muhtemelen diğer zengin mineraller diyarında olduğumuzu anlamamız için derin bir mineroloji bilgisine gerek yoktu.

Üzerinde ilerlediğimiz yol o kadar dar, eğimi dik ve kayalarla kaplanmıştı ki, manzaraya sadece göz ucuyla bakabilmiştik, bütün ilgimizi atlara yöneltmemiz gerekiyordu. Çünkü alışılmış bir durum olarak, ne zaman yol özellikle kötüleşse atlarımız olabilecek en biçimsiz şekilde giderdi. Yine tekme attılar, kavga ettiler, heybeleri kayalara çarparak ufalamaya çalıştılar, su yollarında huysuzluk yaptılar veya sarp tepelerde kaçmaya çalıştılar ve aslında kendilerine ve yüklerine verebilecekleri tüm hasan vermek için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Sanki dağların ihtişamı onlara hayatlarının hiçbir anlamı olmadığını düşündürtmüştü.

Çocuk Bir Gelin

Yüksek kayalıkların üzerinde kurulmuş bir köyde büyük bir heyecanla karşılaştık. Bir düğün başlamak üzereydi ve bütün erkek nüfus yola çıkmış, kısa zamanda gelmesi beklenen gelini karşılamak üzere davul çalıyor ve tüfeklerini ateşliyordu. Bir mil ötede de gelinin kendisiyle karşılaştık, on üç yaşından fazla göstermeyen ufak tefek, bebek yüzlü bir varlıktı. İyi beslenmiş bir Arap atının üzerinde oturuyor ve aheste aheste ilerliyordu. Her iki tarafında da onu koruyan iki kişi vardı. Gelin, eşlikçileri ve at parlak renklerle süslenmişti ve hallerinden çok memnun görünüyorlardı. Gelinin peçesi gevşek ve kısaydı, yüzünü bize dönerek güzelliğini gizlemeyi umursamadığını gösterdi ama bir bakışta gördüğüm kadarıyla çokta gurur duymasını gerektiren bir yüzü olmadığını düşündüm.

Ergani Maden

Gelinle karşılamamızdan biraz sonra Dicle nehrine vardık. Burada gerçekten çok hızlı akarak, büyük aşınmış iri kaya parçalarının üzerinden geçerek dağlardan gelen bir akarsu şeklindeydi. İki saat sonra çok yüksek bir tepeyi geçince onunla tekrar karşılaştık ve yolunu takip ederek Ergani Maden’e vardık. Burası Türkiye’nin en zengin bakır madenlerinin işletildiği yer olarak biliniyordu. Madenler Romalılar zamanından beri işletilmekteydi. Adamları, eşyaları ve atları bir hana bırakmamız birkaç dakikamızı aldıktan sonra genç bir Rum rehber olarak tutarak bütün burayı gezdik ve madenleri inceledik. Maden cevheri Dicle’nin üç yüz fit kadar üzerinde yer alan sarp kayalıkların yüzeyinden çıkarılıyordu.

Cevher, yüzeydeki açık ocaklarda toz haline getirildikten sonra katırların sırtında daha güçlü bir fırına gidiyor ve orada eritilerek külçeler haline getiriliyordu. Bu külçelerin iki tanesini bir at taşıyabiliyordu. Madencilerin çoğu Rum’du ama birkaç tane Türk de vardı. Komşularının çalışmalarına engel olmadığı sürece herkese maden kuyusu açma izni veriliyordu ve işi yürütebilmesini kolaylaştırmak için kuyu derinleştikçe devlet ona avans para veriyordu. Bakır cevheri eritildikten sonra beş yüz litresi on yedi kuruşa devlete satılıyordu ama kağıt şeklinde ödeme yapıldığından çok fazla değildi ve günden güne farklı fiyatlarda alındığından, madenci emeğinin karşılığında yeterli miktarı kazanamamaya başlamıştı. Civardaki kereste uzun zaman önce yok olmuş. En az otuz mil yakından temin edilebilmesinin yanı sıra sadece iki fit yükseklikte ve bir adamın bileği kadar bile kalın değil. Madenlere eşeklerle getirilebiliyor ve bu da tonu 10s. 4d.’ye mal oluyor. Eritilmiş bakırın Samsun limanına gönderilmesi sırasında develer kullanılıyor ve bu işlem de 7s. kilosu bir şiline mal oluyor.

Bakır Madeni

Vali bize stoklarda dört milyon litre eritilmiş bakır cevheri olduğunu ve taşınmaya hazır bir şekilde beklediğini söyledi. Verdiği bilgi bizi hayrete düşürdü; çünkü devletin bu miktara karşılık nakit ödeme yapması bir hayli güçtü; daha sonra bu malın taşınamadığını, deve sahiplerine kâğıt para olarak çok az ödeme yapıldığı için artık develerini madenin yakınlarına getirmeyi kabul etmedikleri söylendi. Aslına bakarsanız grev yapıyorlardı. Aynı hikâye tekerrür ediyordu; altın yumurtlayan tavuk öldürülüyordu ve Türkiye hızla refah kaynağını kaybediyordu. Önce kazanları gezdik, içinde sekiz tane ocak olan büyük birer hangarlardı, alt kattan çok geniş başlayarak yukarıya doğru daralan yapılardı. Kazanları çalıştıran teçhizat o kadar çürümüştü ki, hemen tamir edilmedikleri sürece kullanılamaz hale geleceklerdi.
Daha sonra yolumuzun üstündeki eski, mükemmel bir dağ cürufunu geçerek tepelerdeki madenlere çıktık. Sadece bir madeni inceledik ama diğerlerinin de onun benzeri olduğunu tahmin etmiştik. Seksen ya da yüz fit derinliğinde, keresteyle desteklenen eğimli bir maden kuyusuydu. Basamaklar çok kötü olduğundan cevher sadece adamların sırtlarında yüzeye çıkarılabiliyordu. Seçtiğimiz maden bir Türk’e aitti ve varışımızdan bir saat sonra maden cevherine ulaşmıştı. İncelemek için onun madenini seçmiş olmamızdan heyecanlanmıştı ve ona şans getirdiğimizi söyledi. Gücü yettiğince verebileceği bütün bilgiyi bize vermekte istekli ve heyecanlı davranması hoş ve medeni bir insan olduğunu bize kanıtlamıştı. Tepelerdeki bütün madenlerin kaderinin su baskını olduğunu anlattı ve zaten biz de ağzına kadar su dolu birçoklarını gördük.

Bütün bölgede kazma ve çekiçten başka tertibat yoktu. Yollar, el arabası, tulumba yoktu; tüm iş yardım almayan hayvan ve insan gücüyle yapılıyordu. Zaman zaman civar tepelerde kömür araması yapılmaktaydı ama şimdiye kadar henüz sonuç alınamamıştı. Civardaki bütün kereste kullanılıyordu ve gelecekte ağaç dikmek veya genç ormanları korumakla ilgili bir hazırlık yoktu. Dikkate değer oranda kömür bulunamadığı sürece bu madenler kapatılmalıydı. Madencilerin anlattığına göre, bu madenler Romalılar zamanından beri işletilmesine rağmen cevherine daha hiç dokunulmamış geniş bölgeler vardı. Özellikle yakınlardaki bir tepeyi işaret ederek, bakırın buranın her tarafından çıktığını söylediler.

Hana döndüğümüzde valiye selamlarımızla birlikte fermanımızı da gönderdik ve yemekten sonra kendisini ziyaret etmemizi belirten bir davet aldık. Sanırım bu ziyareti garanti etmek için, bize beş altı çeşitten oluşan yemeğimizi de göndermişti. Yemeğimiz bittikten sonra G. (yolculuk boyunca yazara eşlik eden, gerçek ismini yazmadığı yol arkadaşı. M. Üzülmez) eski bir arkadaşı çağırmaya gitti ve bir saat kadar onunla oturdu. Bu sırada ben handa kalarak madencilerle ve diğerleriyle sohbet ettim. Hepsi, İngiltere’ye döndüğümde bir şirketi buradaki madenlerde çalışmaya ikna etmem için bana adeta yalvardı; bu taleplerinin nedeni olaraksa kendi kendilerine kar sağlayacak bir iş yapamadıklarını belirttiler. Korkarım İngilizler bu riske girmeyi göze alamazlardı. Bu madenlerin Avrupalı şirketlerin yönetimine verilmesi konusunda birçok kez girişimler yapılmış ve Türklere teklifler götürülmüştü. Eğer kabul edilmiş olsaydı şimdiki durumlarından çok iyi olacakları kesindi. Bu teklifler her seferinde reddedilmişti, Türkler bir gün bu madenlerden çok para kazanacaklarına inanıyorlardı. Yabancıların para kazanması, Türkler için her zaman nefret kaynağı olmuştur. Bu avantajı yabancıya vermektense kendisi önce gitmeyi tercih eder. Bunu kabul edebilmesinin tek şartı hiç para ödememesiydi veya ödemenin devletin kaderi ile ilgili olmasıydı, örneğin bir tren yolunun garanti edilmesi gibi. Ayrıca yabancının önünü keserek ona üzüntü vermek, Türk için bir neşe kaynağıdır.

Bir Paşanın Tren Yolu

Ergani Maden’den sonra Dicle’nin kenarından beş saat ilerledik. Üzerinde gittiğimiz yol için neredeyse iyi diyebilirim. Muhtemelen az işçilikle yapılmıştı ama tepenin yüzüne güzel ve akıllıca oluşturulmuş düzgün bir meyil alarak ilerliyordu ve çakıllar kullanılarak kalınca döşenmişti. İlk yapıldığında Türkiye’nin en iyi yollarından biri olmalıydı. Fakat o zamandan bu zamana, yani dört beş yıldır, yenilenmesi veya bakımı için üzerinde bir saat bile çalışılmamışı. Tepelerden ufalanarak yola düşen toprak parçaları yarısını gömmüştü ve asıl genişliği olan on iki fit’i altıya kadar düşürmüştü. Geçtiğimiz tepelerin arasından inen su yollarının üzerine kurulmuş sayısız köprü, iki tane kaya ile desteklenen ince kavak sırıklarının çapraz bir şekilde yerleştirilmesiyle oluşturulmuştu ve üzerleri toprakla örtülmüştü. Bu tahta sırıkların neredeyse yarısı çürümüştü. Bu yolu tekerlekli araç trafiğine uygun hale getirmek için gerekenler; yüzeyinden toprağın temizlenmesi, yükseklerden akan suyu kesmek için bir kanal yapılması, köprülerin üzerindeki kereste sırıkların taşlarla değiştirilmesi ve biraz daha çakıl taşı ile döşenmesiydi. Yol hiçbir yerde elli metreden fazla düz gitmiyordu, dönüş noktalan genellikle keskindi. Diyarbakır Valisi olduğu sıralar Kürt İsmail (söz konusu vali daha çok Kurt İsmail Paşa olarak anılmaktadır. M. Üzülmez) tarafından Akdeniz ile Karadeniz’i birbirine bağlama niyetiyle zorla çalıştırılan işçilere yaptırılmıştı. Trabzon’dan başlayarak İskenderun’da bitecekti ve yolun temeli atılmış, Siverek’ten Harput’a kadar izi belirlenmişti. Ama Ergani madenlerinden buraya kadar gelen kısmı dışında hiçbir yerde bir milden fazlası bitirilmemişti.

Bitmesine uzun zaman varken, Polonyalı bir mühendis Diyarbakır’a giderken bu yoldan geçmişti, İsmail ona yolla ilgili ne düşündüğünü sormuştu ve Polonyalı, bittiğinde tekerlekli araçlar için çok iyi bir yol olacağını söylediğinde İsmail öfkelenmiş ve adamı aptallıkla itham etmiş. Cehalet göstererek araba yolu olarak nitelendirdiği yolun aslında tren yolu olduğunu ve Avrupa’daki en iyi tren yollarıyla eşit hale gelmesi için raylara ihtiyacı olduğunu söylemişti. Zavallı mühendis vagonların bir evin duvarı kadar dik olan bu tepelerde çalışamayacağını anlatmak için boş yere çabalamıştı, ona hiçbir şey bilmediği ve üstüne üstlük Paşaya karşı gelebilecek kadar da küstah olduğunu söylemişti. Daha sonra, İsmail Konstantinapol’e onun hattındaki yol çalışmasının bitmiş olduğunu ve raylarla vagonların bir an önce gönderilmesini beklediğini belirtir bir rapor vermişti. Bu talebe kulak verilmediğini söylemek gereksiz ve İsmail İstanbul’u ziyaret ettikten sonra İstanbul-Edirne arasındaki tren yolu hattını gezerek kendi yolunun çok da mükemmel olmadığını ve raylar döşenmeden önce biraz daha çalışma yapması gerektiğini kabul etmişti.” (Henry C. Barkley, Anadolu ve Ermenistan’a Yolculuk, Kesit Yayınları, Çev: Nil Demir, İstanbul 2007, s. 208-218.)

30/11/2007-14/12/2007 tarihleri arasında 3 bölüm halinde Ergani Haber’de yayımlandı.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.