Felsefenin Kenarından Geçen Bir Ozanımız

okuma süresi: 5 dk.

“Cennetle cehennemi iyi öğrendim
Ruh cenneti ben ise cehennemi gezdim.” -Muzaffer Ünal

Felsefe, İlkçağ düşüncesinden alınan, aslı Yunanca Philosophia sözcüğünün Arapçada aldığı şekildir. Sonra aynen Türkçeye girmiştir. Eski Yunancada bu sözcük Filo-Sofia şeklinde iki sözcüktü. Filo, Sevgi; Sofia da Hikmet anlamındadır. Filo-Sofia (Felsefe)’nın sözlük manası Hikmet Sevgisi demektir.

İlkçağ düşünürlerine önceleri Sofos denirdi. Sofos, hikmet sahibi demektir. Bu ismi taşıyan kimse, bütün bilgilere sahip bir kişi sayılıyordu. Sofos unvanının çok abartılı bulunması nedeniyle, onun yerine sonraları daha mütevazı bir unvan olan Filosofos, yani Hikmet Seven ifadesi kullanılmaya başlanmıştır. Örneğin; İlkçağ düşünürlerinden Thales (MÖ. 624-546)’in her şeyi bildiği kabul edilerek, ona Sofos unvanı verilmiş; daha sonra Pythagoras bunu çok iddialı, abartılı bulmuş, her şeyi bilmenin mümkün olamayacağını, bu nedenle insanın ancak Filosofos olabileceğini belirtmiştir.

Felsefenin batılı ve doğulu filozoflarca birçok tanımı yapılmıştır.

İslâm kaynaklarında ve batılıların çoğunluğu tarafından da kabul edilen, Felsefe kavramını ilk kullanan düşünür Pythagoras (MÖ. 580-500)’tır. İhvanü’s Safâ ekolü olarak bilinen İslâm Ansiklopedistleri, Pythagoras’ın felsefî anlayışını şöyle açıklamaktadır: “Pythagoras’a göre felsefenin başlangıcı ilim sevgisi, ortası insan gücü kadarıyla varlıkların mahiyetini bilip tanıması, sonu da ilme uygun şekilde konuşup yaşamaktır”. Yunan filozofu Platon/ Eflâtun (MÖ. 427-347), felsefeye “görülmesi mümkün olmayan ilim” demiştir. İslâm dünyasının ilk filozoflarından biri olan el-Kindî (öl. MS. 873) ise, kendinden sonrakiler tarafından da kabul edilen şu tanımı yapmıştır: “Felsefe, insanın kendini tanımasıdır. Felsefe sanatların sanatı ve hikmetlerin hikmetidir. Felsefe, insanın gücü yettiği ölçüde küllî-edebî şeylerin hakikatlarını, mâhiyetlerini ve sebeplerini bilmektir”.

(Hikmet, İbranîce kökenlidir; Arapçada bilgi anlamına gelir, Yunancadaki Sophia sözcüğüne denk düşer. İslâm düşünürleri Hikmet’i çoğunlukla Felsefe anlamında kullanmıştır.)

Kısaca, felsefe kavramlarla düşünme olup, çok geniş bir alanı kapsar.

İnsan kendi dünyası içinde hissettiği, kavradığı ve arzu ettiği şeyleri felsefe yaparak değerlendirmeye çalışır, ama şu da iyi bilinmelidir ki; evrenin durumu, doğanın sırrı, olay ve olguların gelişimi hakkında dinî, siyasî veya sosyal bir dünya veya hayat görüşüne sahip olmak herkes için mümkün olduğu halde, felsefe yapmak, felsefî sorunlarla ilgilenmek herkesin işi değildir!

Felsefeye böyle bakınca, Muzaffer Ünal’a ne felsefeci ve ne de bir filozof diyebiliriz. O, felsefeyi teğet geçen, ama filozofik görünümlü, kendi çapında dünyayı anlamaya çalışan biriydi. Bir yandan “Hikmet’inden sual olmaz” derdi, ama diğer yandan merak edip, dayanamayarak durmadan “Hikmet’in Sırrı”nı aradı, sevgilinin peşinden koştu. Güzele duyduğu sevgi ile ilahî sevgisini harmanlayıp, aşk ateşinde yanmak istedi. Hep, sevgilisini, Rab’ını aradı. Ama “gizlilik perdesi”ni aralayamadı: Ne sevgili Rab’ı kendisine göründü, ne de o sevdiği Rab’ını gördü. Deli divane gezdi: Âşık olup şiirler yazdı, duygularını yazıya döktü. Peş peşe, Erganili Âşık Muzaffer Ünal (1956), Edebiyat Şatosu (1963), Gönül Testisi’nden Derlemeler (1964) kitaplarını yayınladı. Kitaplaşmayan çok sayıdaki yazı ve şiirleri ise yok oldu.

Ona göre, şiirin hayali ve gerçek iki türü mevcuttur. Ve yine ona göre; “Hayali şiirlerde mantık yoktur. Fakat söz söylemek mesuliyet ve kutsiyetini bilen bir kimse olduğunu amme vicdanına kabul ettirebilen bir şairin hayali şiirleri: mânâ ile mantıkı yoğurarak hayali insanı fazilet yolundan sapıtmadan aklen yükselmeyi temin eder. Tasavvufî (aşki) şiirler (ilmî alanda) verilen önem bundandır.
Şu halde hayali şiirler duygulara hitap eder, duygular hayal yaratır; yaratılan hayali yakalıyabilirsek hayal şuurlaşır.

Hayalin şuurlaşması demek mâna ile mantıkın yoğrulmuş hali demektir.

O gibi şiirlere de felsefî şiirler diyoruz.

Şuura hitap ederler. Hayallerini şuurlaştırmaya muaffak olmuş kimselerin izanında (anlayışında M. Üzülmez) manalanır.” (M. Ünal, Gönül Testisi’nden Derlemeler, s. 4-5)
***
Muzaffer Ünal, 1340 (1924) yılında Ergani’de doğdu. Ortaokul ikinci sınıfa kadar okuyabildi. 1954 yılında şiir yazmaya başladı. Sonraları denemeler de yazdı. 1973’te Ergani’de vefat etti. (Daha geniş bilgi için, Çayönü’nden Ergani’ye Uzun bir yürüyüş kitabıma bakınız. s: 386-391)

Mesleği şoförlüktü. Babamın arkadaşıydı ve beni de tanırdı. Ergani’de, genellikle şimdiki İş Bankası Bankası’nın karşısında bulunan Zoro’nun Kahvesi ile Belediye Parkı’nın karşısında bir zamanlar var olan Fethi Amcanın Kahvesi’nin önünde ve bazen de Belediye Parkı’nda otururdu. Ankara’da bulunduğu zaman ise, Ulus-Rüzgârlı Sokakta bulunan Çermiklilerin Kahvesi’ne takılırdı. Ergani’de bir iki defa babamla yaptıkları sohbete tanık oldum. Aklımda kalan: Nesimî, Halac-ı Mansur ve Tasavvuf ilmî üzerine konuştuklarıdır. Ankara’da ise, 1971-1972 yıllarında Çermiklilerin kahvesinde -öğrencilik yıllarıma denk geldiği için- bir iki defa birlikte oturup konuştuğumu hatırlıyorum.

Ve yine onu, kahvelerde otururken sanki başka bir dünyanın insanıymış gibi çoğunlukla yalnız oturduğunu; hep düşünceli ve kafasının sürekli meşgul olduğunu; çok sigara ve çay içtiğini hatırlıyorum.

Karıncayı incitmeyen, elindeki son kuruşu dahi paylaşmak isteyen ve paylaşmadan mutluluk duyan biriydi O.

Böylesine değerli insanlarımızı, -arada sırada da olsa- anmak, yâd etmek gerektiğini düşünüyorum. Çünkü: “Gerçek ilim zihniyetinde: bilgisiyle faydalı olmak aşkı taşıyanlar hakiki kardeştirler.” (M. Ünal, Edebiyat Şatosu, s. 7)

Gelin, Gönül Testisi’nden Derlemeler kitabındaki “Dermandır” şiirinden üç dörtlükle O’nu yâd edelim:

“Saatleri sıklaştır yerimiz tenha olsun.
Dolsun boşalsın badeler ruhlarımız şad olsun.
Yanar mı dersin dağlar yanacaksa ha yansın?..
Bu büyük hasretimiz varsın mahşere kalsın.

Dün gecenin hatırası aşkımızda yer aldı,
Her anı ömrüme bedel zefki sefaya daldı,
O sıcak leblerinden akan ne zülal baldı…
Bilsen ruhum sevgiyle ne kadar tatlı yandı.

Nice günler geçirdim yıllardır gurbet elde…
Aşk bıraktı sineme derin derin yareler,
Bazen coştum çağladım, bazen sakin ağladım.
Bir netice vermedi aradığım çareler.” (s. 41)

21 Eylül 2007
Ergani Haber Gazetesi

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.