21 Nisan, Ahmed Arif’in doğum günüdür.
Eğer yaşamış olsaydı 80. doğum günü kutlanacaktı. Olmadı, her ölümlü gibi aramızdan ayrıldı. Ama giderken, -diğer ölümlülerden farklı olarak- arkasında ölümsüz dizeler bırakarak gitti.
Ahmed Arif, şiirlerindeki biçim, anlatım, ahenk ve tema ile tarihe iz bırakmış kardeşliğin ve “büyük ütopya”nın şairidir.
Şiirleriyle umutları yeşerten, şiirimize yeni bir soluk getiren bu yiğit namuslu şairimizi anmanın bir yurtseverlik görevi olduğunu düşünüyorum.
***
Ahmed Arif, 21 Nisan 1927’de Diyarbakır’da doğdu. Ortaöğrenimini Diyarbakır’da tamamladı. Sonra Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü’ne kaydoldu. Bu okulda öğrenciyken, Türkiye Komünist Partisi’ne üye olmaktan tutuklandı. 1952 yılında TKP davasından iki yıl hapis cezasına mahkûm edildi. Cezaevinden çıktıktan sonra Ankara’ya yerleşti. Yaşamını, yazarlığının yanı sıra Ankara gazetelerinde düzeltmenlik, teknik sekreterlik gibi işler yaparak kazandı. Gazetecilikten emekli oldu. 2 Haziran 1991’de Ankara’da vefat etti.
Ahmed Arif’in ilk şiiri Millet dergisinde yayınlandı; asıl sanatını ve kişiliğini 1948-1954 yılları arasında Yeryüzü, Beraber, Seçilmiş Hikâyeler, Yeni Ufuklar, Kaynak dergilerinde yayımladığı şiirlerle ortaya koydu. Ama en büyük patlamasını 1968 yılında, Hasretinden Prangalar Eskittim kitabıyla yaptı.
Kitap yayınlandıktan sonra çok büyük bir yankı yarattı: Kitap 12 yılda 18 baskı yaptı.
Ahmed Arif, şiirde Nâzım Hikmet’in açtığı yolda yürüdü. Ondan aldığı şiirselliği, yaşadığı coğrafyanın duyarlılığıyla işleyerek Kürt halkının duygularına tercüman olmaya çalıştı. İçinden geldiği halkın umutlarını, sevdalarını, kavgalarını ve isyanlarını sözcük sözcük örerek şiirleştirdi; lirik, epik ve koçaklama tarzını kusursuz bir kurguyla kullanarak, özgün, tutkulu, isyankâr dizeleriyle esip gürledi. Yiğitlik ve namus kavramlarını şiirleriyle evrenselleştirdi. Öyle ki, 19 Kasım 1970’te Cemal Süreya’ya yazdığı mektubunda; ” ‘Biz devrimciler, ayrı bir kumaştanız’ ve bizim canımızdan bile aziz olan bir şey varsa o da devrimci onur ve namusumuzdur” satırları, onun dokunduğu kumaşın nasıl halis bir kumaş olduğunun güzel bir nişanesidir.
Ahmed Arif’le Nâzım Hikmet’in şiirlerinde büyük benzerlikler olduğu söylenir. Doğrudur, ama benzerliklerin yanında büyük ayrılıklar da vardır. Usta şairlerimizden Cemal Süreya, bu konuda, Papirüs (Ocak 1969) dergisinde şunları yazmaktadır:
“Ahmed Arif’in şiiri bir bakıma Nâzım Hikmet çizgisinde, daha doğrusu Nâzım Hikmet’in de bulunduğu çizgide gelişmiştir. Ama iki şair arasında büyük ayrılıklar var. Nâzım Hikmet, şehirlerin şairidir. Ovadan seslenir insanlara, büyük düzlüklerden. Ovadan akan “büyük ve bereketli bir ırmak” gibidir. Uygardır. Ahmed Arif ise dağları söylüyor. Uyrukluk tanımayan, yaşsız dağları, “âsi” dağları. Uzun ve tek bir ağıt gibidir onun şiiri. “Daha deniz görmemiş” çocuklara adanmıştır. Kurdun kuşun arasında, yaban çiçekleri arasında söylenmiştir, bir hançer kabzasına işlenmiştir. Ama o ağıtta, bir yerde, birdenbire bir zafer şarkısına dönüşecekmiş gibi bir umut (bir sanrı, daha doğrusu bir hırs), keskin bir pırıltı vardır. Türkü söyleyerek çarpışan, yaralıyken de, arkadaşları için tarih özeti çıkaran, buna felsefe ve inanç katmayı ihmal etmeyen bir yurtseverin şiiridir. Karşı koymaktan çok, boyun eğmeyen bir doğa içinde. Büyük zenginliği ilkel bir katkısızlık olan atıcı, avcı bir doğa içinde.”
Ahmed Arif’in şiirlerinde ritmin büyük bir rolü vardır.
Onda ritim sese değil, söze dayandığından daha derinlere inerek, halkından beslenerek dağlardan esen bir rüzgâr gibi lirizmin kaynağı olur. Yaşadığı coğrafyanın malzemesini ustaca kullanarak, onu lirizmin içinde yoğurarak, gerçekçi şiirdeki didaktik öğeyi bir tarafa itip, imge kısmında yaptığı açılımla genç şairlere örnek olmuştur. Ve yine bu nedenledir ki gecelerde, toplantılarda, mitinglerde onun şiirleri okunur; yazı ve makalelerde, anlatımı güçlendirmek için onun şiirlerinden alıntılar yapılır, bestelenir.
Birçok şiiri Türkçe ve Kürtçe çalışmalar yapan müzik gruplarca bestelenmiş veya değerlendirilmiştir. Dergi ve gazetelerde şiirlerinin dışında yazdığı düz yazılarıyla da, 1950 kuşağı olarak anılan şair ve yazarların büyük bir bölümünü etkilemiştir.
***
1970’li yıllarda Ankara’da Ulus Rüzgârlı Sokak’ta yayınlanan Yeni Halkçı gazetesinde -anımsadığım kadarıyla- gazetenin Yazı İşleri Sorumlusuydu. Benim, Yeni Halkçı gazetenin bürosunda kendisiyle iki defa görüşme şansım oldu. Aslında imkânım vardı, daha fazla da görüşebilirdim. Çünkü benim okuduğum okul -Anadolu Mühendislik Yüksek Okulu- da, Ulus Rüzgârlı sokaktaydı. Onun büyük şair oluşu, benim kendisini çok fazla rahatsız etmek istemeyişimden, ancak iki defa yanına gittim veya yanına gitmeye cesaret edebildim.
İlk görüşmem 1972’de oldu.
Bürosunda kendimi tanıttıktan sonra, ziyaret nedenimin bir hemşerisi olarak kendisiyle sadece tanışmak olduğunu, özel bir nedeninin bulunmadığını belirtim. Beni çok sıcak karşıladı, çay söyledi; birlikte çaylarımızı içerken, okuyup okumadığımı sordu. Okuduğumu söyleyince, mutlaka ve mutlaka okumamı tembihledi. Ben, odasında heyecan ve şaşkınlık arasında salınırken, diğer yandan da çaktırmamaya çalışarak, hem kendisini ve hem de odayı inceliyordum. Aklımda kalanlar: Kitaplar, gazeteler, dergiler… gazeteden gelen gidenler… işle ilgili sorunlar… susmayan telefonlar… duvardaki Siirt battaniyesi ve yağlı boya tablolar… masa üzerindeki Anadolu’nun çeşitli yerlerinden gelen el yapımı sanatsal motifler… üzerindeki kırkdüğme yelek ve normal konuşurken dahi şiirsel bir anlatımla vurgulu konuşması… gazetede yayınladıkları “İşkence Belgeleri” yazı dizisine gelen olumlu tepkiler… bana sorulan sorular ve benim verdiğim cevaplar.
İkinci görüşmem ise, 1974’te oldu.
Ziyaretine ben ve iki arkadaşım birlikte gitmiştik. Yanına gidişimizden bir hafta önce, Urfa’nın Viranşehir ilçesinde jandarmalar 23 yoksul köylüyü kaçakçı diye sınırda öldürmüştü. Öldürme, Türkiye çapında büyük bir tepki yaratmış, her tarafta basın açıklamaları, gösteriler, mitingler yapılıyordu. Ve bu olayı kınayan Türkiye Sosyalist İşçi Partisi (TSİP)’nin İstanbul’daki mitingine polis çok sert müdahalede bulunmuş, birçok insan yaralanmış ve birçok insan da gözaltına alınmıştı.
Ben ve iki arkadaşım işte bu ortamda Ahmed Arif’e ziyarete gittik. Bizleri sıcak karşıladı, çayları söyledi. Kendisiyle daha önce bir görüşmem olduğu için, bu defa dilim ötmeye başladı:
“Ahmed Abi, bir tek şiir kitabın çıktı, niye başka kitabın çıkmıyor. Niye dergilerde şiirlerini yazmıyorsun” diye sordum.
Ahmed Arif, “Babam, her zaman şiir yazılmaz!” deyince,
Ben, o zamanki bilinç ve duygusallığımla:
“33 Kurşun’u yazdın yer yerinden oynadı. 23 Kurşun’u da yazabilirsin” dedim. Yüzüme baktı, gözleri buğulandı, dudakları titremeye başladı ve;
“33 can… onlar… suçsuz oldukları için öldürüldü. İnsan suçsuz olduğu için hiç öldürülür mü? Dünyanın neresinde görülmüş bu. Ben, “33 Kurşun” şiirini işte bu nedenle yazdım. Yoksa her gün insanlar ölüyor. Viranşehir’de ölen 23 yoksulun, öldürenlerce bir suçu var: ‘Kaçakçılık’. Oysa 33 canın suçları, suçsuz olmaktı.”
Artık ne diyebilirdim ki: Sustum.
***
Yiğitlik, namus ve mahpusun ustası,
Sen, dağlarımızda her daim esen rüzgâr
Ve her şafak vaktinde yeniden doğan kızıl güneşsin:
“Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır”
Nisan 2007’de Berfin Bahar (Sayı: 110) dergisinde,
20 Nisan 2007 de Ergani Haber de yayımlandı.