Aşk, insanı belli bir varlığa, bir nesneye ya da evrensel bir değere doğru sürükleyen gönül bağı; sevginin en üst aşaması, bir ütopya, bir tutku ve aynı zamanda derunî bir gönül halidir. Her ne kadar Nietzsche ve Schopenhauer aşkı, soyunu sürdürmek amacıyla insana kurulmuş olan “hoş ve bilgece bir tuzak” olarak görseler de; Descartes ve Spinoza, aşkı, yaratıcı ve yüce bir güç olarak düşünmektedirler. Dante, belki de bu nedenden dolayı güneş ve yıldızları hareket ettiren aşktır demektedir. Mevlana ise; “Varsın âşık günaha girsin, hoş gör/Sevda şarabından içmiş-arlanmaz” demektedir.
Şu veya bu nedenle olsun: İnsan sevmeli.
İnsan sevince, kuşlar daha candan öter, rüzgâr başka yönden başka türlü eser; doğada şenlik havası eser.
İnsan sevince, gözler daha farklı görür; yaşam bir başka türlü anlam ve değer kazanır.
İşte, Seher Gitti romanında yaşama anlam ve değer katmak isteyenlerin aşkı anlatılmakta. Romanın kahramanlarından Seher aşıktır, “Emil” aşıktır, Şükrü aşıktır, Svetlana aşıktır… Seher, iki erkek; Şükrü ve Emil, aşkıyla dostu arasında zor bir tercih ve sınavla karşı karşıya. Yani bir yanda dostluk, diğer yanda aşk! Oysa “aşk dostu düşmanı tanımaz” (s.60), “Aşk, dostluğun da üstünde, insanoğlunu kimi yücelten, kimi yerlerde süründüren üstün bir güç”tür (s.67).
Aşk gönül ilacıdır, ama acıdır. Aşk tatlı bir rüyadır, ama ızdıraptır. Aşk ışıltıdır, ama çarkıfelektir. Svetlana’nın deyişiyle “Aşk hem tatlı, hem acı, çileli bir gönül hastalığıdır. Tutuşmak, yanmak, erimek, beklemek demektir uzun uzun” (s.92).
Seher Gitti‘yi okuduktan sonra, Louis Aragon’un “Mutlu ak yoktur” sözüne hak verdim: Seher Gitti‘nin sonunda acı sürprizler var!
Romanın güzel bir kurgusu var; Ahmet Türkay, yaşam öykülerini, doğa betimlemelerini ve yaşama dair temel sorunları temiz ve düzgün bir Türkçeyle bir dantel gibi iç içe örmüş. Sürükleyici; insan bir solukta okumak istiyor.
Roman Bulgaristan’da geçmektedir. Kitap baştan sona hümanizm kokuyor. Bulgar Türk, Müslüman insanlar arasındaki sevecen insani ilişkiler ve dayanışma abartılmadan, kendi doğallığı içinde işlenmiştir.
Kitapta sürüp giden günlük yaşam, Bulgaristan’da “sosyalizm”in rafa kalkmadan öncesine mi sonrasına mı ait olduğu başta pek net değil, ancak satır aralarından ve kitabın sonuna gelince “sosyalist dönem”e ait olduğunu anlıyoruz. “Sosyalist dönem”e ait olması, Bulgaristan’da veya Türkiye’de olması da aslında o kadar önemli değil; insanların sorunları genelde hep aynı: Yalnızlık, ekmek kavgası, eğitim ayrılık, trafik kazaları, toplumsal kirlilik, doğal çevre kirliliği…
Romanda işlenen yalnızlık, başlı başına ele alınması gereken bir konu bence. Sosyal gelişmenin mi, kentleşmenin mi, yoksa her ikisinin etkisiyle mi insan insana yabancılaşmakta; yalnızlığın dayanılmaz girdabında, kalabalık içinde insanlar yalnız kalmakta. Bu dert, insanların en büyük baş ağrılarından biri; yalnızlık insanları bitiriyor. “Vakit daha erkendi, eve gitmek istemiyordu canı. Yalnızlığını bekâr odasına taşımak zor geliyordu Svetlana’ya. Bu kente yerleşince çoğalan yalnızlığı üç yıldır yakasını bırakmıyordu. … Yalnızlığın koynu, boş yuva gibi soğuktu” (s.30-31). Yalnızlık bundan güzel daha nasıl anlatılır? Ya şu satırlara ne demeli: “Dağların doğusu aydınlanmaya başlamıştı. Çok geçmeden ay doğacak, gecenin kara örtüsü üstüne gümüş yıldızı çekecekti. Gökyüzü açık, gitgide ağırlaşıyordu. Bu gecede kırağı düşecekti. Emil kederle içini çekti. Ne kadar yalnızdı şu yaşlılığı altında ezilen kocamış dünyada! Kapısını çalıp sohbet edebileceği tek kişi yoktu kasabada. Salt kasabada değil, hiçbir yerde yoktu. Defter yaprağının ortasında ufacık bir nokta gibi yalnız, başka birisi var mıydı acaba.” (s.46)
Para ise, “çağın hastalığı” olarak nitelendirilmektedir. (s.94)
Bir başka toplumsal yara da, kimsesiz çocuklardır. Romanda bu konu yazgıları aynı olan Emil ve Svetlana örneğinde elen alınmaktadır. Emil ve Svetlana’nın anne ve babaları belli değil, Devlet Çocuk Esirgeme Yurdu’nda büyümüşlerdir. Toplum tarafından dışlanmaktadırlar. Seher güzel, cıvıl cıvıl öten, görenleri kendine hayran bırakan, neşeli bir kız olduğu kadar, akıllı bir kızdır; yeri geldiğinde ahlak dersi bile verir: “İnsanlar doğal görünümleriyle çıkmıyorlar birbirlerinin karşısına. Başka türlü görünme, özbenliğini örtme özentisi içindeler. İnsan kendini inkâr edebilir mi? Bakırı parlatan kalaydır. Ne var ki kalay kalıcı değil, gidicidir.
… Piçlik nedir? Nikâh dışı doğanlara piç derler. Nikâhlı kadınlar hiç mi piç doğurmazlar? Bunları bildiğimiz halde susar, görmezden geliriz. Bir çoğunun anlayışına göre piç, namussuz, ahlâksız, ırz düşmanıdır. Genel anlamda böyle tanımlanır. Aramızda az mı böyleleri? Onlar da mı birer piçtirler? Emil analı babalı çocuklardan daha dürüst, daha terbiyeli, daha akıllıdır. Neresinde onun piçlik.”
Romandaki doğa betimlemeleri ise ayrı bir güzellikte. İnsan okurken zevk alıyor. Şu satırlarda olduğu gibi: “Canlı cansız, doğada her şey bahara seviniyordu. Yaşları bilinmeyen kart tepeler, gençliklerinin deli dolu çağını yaşarlarmış gibi gözalıcıydılar. Kuşlar, biz olmasak baharınız beş para etmez, dercesine şarkılarına ruhlarını dökerek ötüşüyorlardı. Öte yandan efil efil esen rüzgâr, “ben de varım, ben, unutmayın sakın” fısıltısıyla kendisini duyumsatıyordu.” (s.96)
Kendisini duyumsatan böylesi bir bahar günü, Seher, bir kuş misâli sonunda hüzünle bilinmez bir yere uçar gider.
Seherle birlikte giden biraz da kendi ütopyalarımız mı?
Ne dersiniz?
***
Ahmet Türkay kardeşim, eline ve yüreğine sağlık: Ben, Seher Gitti‘yi okurken sayfalar arasında senin saklı kocaman sevecen yüreğini gördüm.
Kitabın künyesi: Seher Gitti (Roman), Ahmet Türkay, 184 sayfa, Berfin Yayınları, Ocak 2008, İstanbul.
Berfin Bahar Dergisi, Yıl: 2008 Sayı: 121’de yayınlandı.