Göbekli Tepe, Urfa’nın 20 km kuzeydoğusunda yer almakta olup, günümüzden 12 binyıl öncesinin bir inanç merkezi, yani insanoğlunun ilk HAC yerlerinden biridir. Denizden yüksekliği 834 metredir. Urfa’dan bakıldığında görülebilecek bir yerde, geniş görüş mesafelerini görebilecek hâkim bir noktadadır. Neolitik Dönem ve son avcı-toplayıcı topluluklara dair bilgileri barındırması, tarihsel olarak, yerleşik yaşama geçiş aşamasını temsil etmesi ve günümüzden 12 binyıl öncesine ışık tutması nedeniyle önemli yerleşim yerlerinden biri olarak kabul edilmektedir.
Tepe’de, bugün bir ziyaret, bir dilek ağacı ve eski bir mezarlık bulunmaktadır.
12 yıldır Alman arkeolog Klaus Schmidt ve ekibi burada kazı ve incelemeler yapmaktadır. Kazılardan elde edilen bulgular ile ortaya çıkan şaşırtıcı gerçek şu: Göbekli Tepe, son avcı-toplayıcı toplulukların inşa ettiği, son derece görkemli bir kült (tapınma) merkezi, bir tapınaklar dağı. Yapılan kazılar büyük bir değişimin arifesinde olan, geçiş döneminin tüm sancılarını yaşayan avcı-toplayıcı toplulukların, bir anlamda, en azından tapınaklarıyla, semboller dünyasına ve düşünsel düzeye sahip olarak yerleşik yaşama geçtiklerini kanıtlamaktadır.
Göbekli Tepe’de kazı çalışmalarını yürüten Prof. Dr. Klaus Schmidt’ın kazılardan elde ettiği bulgular ve literatüründen edindiği bilgiler Taş Çağı Avcılarının Gizemli Kutsal Alanı GÖBEKLİ TEPE-En Eski Tapınağı Yapanlar adıyla (2006’de) Arkeoloji ve Sanat Yayınları tarafından kitap olarak yayınlandı. Kitap, bilimsel yayın amacıyla değil, bilgilendirme ve Göbekli Tepe’yi okuyucuya tanıtmak amacıyla kaleme alınmıştır.
Kitapta; Çayönü kazı sonuçlarının önemine dair ilginç bilgiler yer almaktadır. Bu bilgilerden bir bölümünü önemli bulduğum için sizlerle paylaşmak istiyorum.
***
Taş Çağı Avcılarının Gizemli Kutsal Alanı GÖBEKLİ TEPE-En Eski Tapınağı Yapanlar kitabında Çayönü ile ilgili yer alan bilgiler:
“Çayönü -Hephaistos’un Erken Doğumu?
Daha önce belirttiğimiz Robert Braidwood ve Halet Çambel’in 1963 yılında Türkiye’nin güneydoğusunda başlattıkları yüzey araştırmalarında, ülkenin bu bölgesinde ilk kez İlk Neolitik Çağ yerleşmeleri tespit edilmişti. Bu keşiflerin hemen bir yıl sonrasında, Dicle kaynağının batı bölgesinde ilk kazı yeri olarak, ilk başlarda Kotaberçem (Çayönü -ç.n.) olarak adlandırılan buluntu yeri seçilir. Burası günümüzdeki Çayönü ismi ile Ön Asya’daki Neolitik yerleşmeler arasıda en önemlisi olarak kabul edilir.
Burada özellikle dikkati çeken ise çok sayıdaki mimari buluntudur. (…)
Yapının korunagelmiş bölümünde, Kafataslı Yapı’da olduğu bibi, bir yüzünde stilize edilmiş, doğal büyüklüğe yakın bir insan yüzü betiminin yer aldığı yüksek kabartmalı sunak benzeri büyük bir taş levha vardır. Bu yüz kabartması Çayönü’nde bulunan büyük boyuttaki tek resimli buluntudur. Ancak burası uzmanlar arasında şaşkınlık uyandıran mimari buluntular nedeniyle değil, geçici bir tarzda olsa da başka diğer bir özelliği nedeniyle bilinmektedir: Çayönü bir dönem en erken madenciliğin ortaya çıktığı buluntu yeri olarak kabul edilmiştir.
Arkeolog Ulf-Dietrich Schoop, Die Geburt des Hephaistos (Hephaistos’un Doğumu) isimli eserinde Ön Asya’daki erken dönem bakır buluntularının olduğu yerleri bir araya toplamış. Kitap oldukça zekice seçilmiş ismiyle, sadece Klasik Arkeoloji kitaplarının olduğu kütüphanelere girmeyi başarmıştır. Kütüphaneciler eğer sadece kitap isimlerine değil de aynı zamanda içeriklerine de bakıyor olsalardı, içinde demirci ustalarının ünlü Hellen tanrısıyla ilgili hiçbir şeye rastlayamayacaklardı; çünkü yazar daha çok metal kullanan kültürlerin kökeniyle ilgilenmiştir ve bu nedenle de metal işçiliği bağlamıyla da kitabı için bu dikkat çekici ismi seçmiştir.
Bu konuda Çayönü belirleyici bir rol oynamaktadır. Hâlâ işletilmekte olan, hemen yakındaki Ergani’deki bakır kaynakları nedeniyle burası saf bakırdan (malahitten) yapılma aletlerle doludur. Terrazzo tabanı bulmanın da etkisiyle burada kazı yapanlar ilk başlarda, kireç yakma tekniğini bilen kişilerin Çayönü’nde belki de ilk metal teknolojisini, yani bakırın ergitilmesini de gerçekleştirmiş olabileceklerini düşünmüşler, ama bu düşünce maalesef doğrulanamamıştır. Saf bakırdan aletlerin bulunduğu diğer Neolitik yerleşmelerde de aynı sonuç ortaya çıkmıştır.
Bu durum, o zamanlar metalle uğraşan insanların, metalin hammadde potansiyelini ve o zamana kadar alışıldık şekilde işlenmekte olan taşa karşı taşıdığı üstünlüğü anlayamadıkları anlamına gelmektedir. Metalin bu avantajını anlamak, daha doğrusu bunu keşfetmek çok sonraki kuşaklara kalmıştır. Saf bakırın (aynı zamanda altının da) ergitilmesi ve metal filizlerinin işlenmesi tekniği Ön Asya’da da ilk kez M.Ö. 5. binde ortaya çıkacaktır. Hellen Ana Tanrıçası Hera ya da onun Doğu’daki bir benzeri, küçük Hephaistos’u dünyaya getirmek için birkaç binyıl daha beklemek durumunda kalacaktır.
“Bereketli Hilal’in Batı Kanadı”
Çayönü kazıları uzun sure bölgede yürütülen tek Taş Çağı araştırması olmuştur. Diğer buluntu yerlerinin ortaya çıkartılması ve kazılması ise Fırat Nehri boyunca yapılan Karakaya ve Atatürk barajlarının yapımına paralel olarak yürütülen uluslararası arkeolojik kurtarma projeleri tarafından gerçekleştirilmiştir. Önemli buluntu yerleri arasıda Malatya’daki Cafer Höyük’ü ya da Antik Dönem Hellen yazarı Lukianos’un (M.Ö. 2. yüzyıl) yurdu olan Samsat’ı, antik ismiyle Samosata’yı, Gritille’yi, Hayaz Höyük’ü, Nevali Çori’yi sayabiliriz.
Yukarı Dicle Bölgesi’ndeki Halan Çemi ile komşu Kuzey Irak’ta yer alan Nermik ve Kermez Dere’de de kazılar yapılmıştır. Özellikle bu üç buluntu yeri sürpriz sonuç vermiştir. Kermez Dere ve Halan Çemi yerleşmeleri Natuf Kültürü’ne kadar (M.M. 12-11 bin) geri gitmektedir. Buralarda çıkan somut kültür ürünleri, önemli alanlarda Levant’takilerden bağımsız olduğu izlenimi vermektedir. Böylece “yerleşik hayata en erken geçilen” ve “en eski Neolitikleşme”nin Levant’ta olduğunu iddia eden tek merkezli görüş geçerliliğini yitirmiştir. Nemrik’i kazan Arkeolog Stefan Kozlowski, Eastern Wing of the Fertile Crescent (Bereketli Hilâl’in Doğu Kanadı) isimli eserinde, Bereketli Hilâl’in doğu kanadının olduğu bölgeyi daha ilk Neolitikleşmenin gerçekleştiği Çanak Çömleksiz Neolitiğe (PPN) tarihler. Dicle Nehri’nin çıktığı bölgenin batısında yer alan Çayönü’nde ele geçen buluntular, sadece tek başına Yukarı Mezopotamya İlk Neolitik resmini belirlemiş ve geç dönemlerde kısaca “Çayönü Kültürü” kavramı ile tanımlanmış ve Yukarı Mezopotamya Bölgesi’ni, “triangle d’or” olarak tanımlanan “Altın Üçgen” bölgesine dahil etmiştir. Burada etkin olan araştırmacıların çalışmaları, kendine has özellikleri ve yöresel gelişmeleri ile Yukarı Mezopotamya Neolitiğini aşan özel anlamları olduğunu vurgulamaktadır. (s: 66-70)
Avcı, Çifçi, Sembol-Karacadağ’ın Eteklerindeki Taş Çağı Yerleri
Urfa, Göbekli Tepe, Nevali Çori, Çayönü, Sefer Tepe, Karahan ve Kortik Tepe… bütün bu yerler az ya da çok, Helmuth van Moltke’nin Türkiye’deki Olaylar ve Durumlarla İlgili Mektuplar’ında kısa ama çok iyi bir şekilde anlattığı bir dağın etrafında kümelenmektedir: “Neredeyse her dağ çok güzel; ama Fırat ve Dicle Bölgesi’nde gördüklerim arasında bir tek Karaca Dağ istisnai özelliklere sahip. İki günlük yürüyüş sonrasında, 3 ya da 5 dereceyi aşmayan, yumuşak eğimleri ardınızda bıraktığınızda, birdenbire karla karşı karşıya kalmaktasınız; insan ovada olduğunu sanıyor; ama dağ kesin 5.000 ayak yüksekliğinde, fırtınaları ve sert iklimi ile ünlü”. Karacadağ’ın resmi yüksekliği, öyle hiç de dramatik olmayan manzarası nedeniyle tahmin edilemeyecek şekilde -Helmut von Moltke’nin harita olmadan doğru bir şekilde tanımladığı gibi-, denizden 1.919 m’dir. Kapladığı alan yaklaşık 150 km2 olmakla birlikte, dağın nerede başladığını ve onu çevreleyen arazinin nerede bittiğini kestirmek oldukça güç.
Göbekli Tepe’deki kazılar ve elde edilen bilgilerden tamamıyla bağımsız olarak yapılan yeni DNA analizleri, -başından beri bulunacağı umut edilen sonuçlar ortaya çıkmadı- günümüzde artık Karacadağ’ın kültüre alınmış, tahılın olası anayurdu olduğunu göstermekte. Karacadağ’ın yamaçlarında durduğunuzda, ilk tarımın, özellikle de tahıl üretiminin, olasılıkla, tahminlerimizden çok farklı bir yerden dağılmış olabileceğini tahmin edebiliyorsunuz. Tarımın başlangıcında açılan araziler, öyle mütevazı bahçeler değildi; tam tersine insanoğlunun planladığı gibi, bir ufuktan diğer ufuğa ulaşan geniş alanlarda gerçekleştirilmişti. Bu nedenle, yabani tahılların, meralamakta olan sürülerin kurbanı olmasını engellemek zorundaydılar. Ceylanlar ve yabani eşeklerin, yabani tahılların toplandığı bölgeye ulaşamamalarını sağlamak durumundaydılar. Aynı zamanda, olabildiğince fazla mahsul alabilmek üzere bitkilerin yetişmesi için gereken her şey yapılmalıydı.
Yabani tahıl tüketmeye olan eğilimleri nedeniyle, bir anda sadece av hayvanları değil, genel olarak hayvanlar bu önlemlere karşı nasıl direndiler ve insan karşısında nasıl besin rakibi oldular? Dhuweila’daki çöl ejderhasını hatırlıyor musunuz? Bunlar, Arabistan çöllerinde özellikle ceylan avlamada kullanılan büyük hayvan yakalama yerleriydi. Oradaki huni biçimindeki duvarlar, sanki av alanları için bir tür depolama işlevi görmüş olabilir. Üst üste eklenen bu olgularla, insanın çevreyi nasıl kontrol ettiği görülebilmektedir. Atalarımız toprağı kontrol etmeye bu bölgede başlamış olmalıdır. Taş Çağı’nda ne kadar çöl ejderhası yapıldığını ve bunlardan kaç tanesinin daha sonraki dönemlerde kullanılmış olduğunu bilmemekteyiz. Ama Göbekli Tepe ve Karacadağ çevresindeki avcıların, hayvanları tahıllardan uzak tutmak için, ok ve yayla tek tek avlamanın dışında, daha pek çok değişik avlanma olanağına sahip olduğunu bilmekteyiz. Ve bilgilerini daha sonraki kuşaklara aktarabilmek amacıyla sahip oldukları iletişim olanakları ile yollarını tahmin edebilmekteyiz. (s: 227-228)
Bizler, Üst Paleolitiğin tüm tanrılarını (pantheon) bilememekteyiz ve büyük olasılıkla da bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz; ancak Göbekli Tepe araştırmaları sırasında saptadığımız, bu tapınaklarda kendini gösteren kült ve dinin; Yakındoğu’daki Neolitik dönemin gelişimin güçlü dürtüleri olduğu, gittikçe güçlenmektedir. Bu da insanlık tarihini ve atalarımızın özünü biraz daha açıklığa kavuşturmayı vaat etmektedir ve bu nedenle de Taş Çağı avcılarının kutsal dağında bundan sonra yapılacak çalışmaların dönem hakkında bilgi dağarcığımızı geliştirmekte önemli bir rol oynayacağı kesindir. (s: 285)
***
Göbekli Tepe kitabını bulup okumanızı öneririm.
***
Şimdi gelelim internet kanalıyla 15 Ağustos 2008 tarihinde Liceli hemşerimiz İnş. Müh. İsmail Halil Akay’dan aldığım mesaja. Mesaj her ne kadar bana gelmiş olsa da, Erganileri daha çok ilgilendirdiği düşünüyorum ve bu nedenle, mesajı olduğu gibi aşağıda bilgilerinize sunmak istiyorum. Umarım ilgili yerler gerekli mesajı almış olurlar.
Ben Liceliyim. İnşaat mühendisiyim. İzmir Bergama belediyesi İmar Müdürlüğünde kontrol müh. olarak çalışıyorum. Üniversiteyi Diyarbakır’da okudum. Çayönü’ne defalarca gittim. Mağaraların yapısı, Hilar köyü, insanlığın geçmişi kokuyordu orada. İlk kez kim bilir neler ne üretimler orada yapılmıştı?
Malum Belediyeciyiz ya, oraya şöyle büyük bir arkeopark, otel, konferans salonu, zamanında orada yaşamış hayvanların sergileneceği hayvanat bahçesi, arkeobotanik park, çeşit çeşit maketler vs. yapılamaz mı? Biz elimizden geldiğince bir şeyler söyleyebilir miyiz?
Biliyorum şartları. Belki imkânsız ama insan gene de ümit ediyor. Nede olsa Çayönü sadece bizi değil tüm insanlığı ilgilendiren bir yer. İlk buğday üretimi, keçinin ve domuzun belki de köpeğin ilk evcilleştiği yer.
Belki de dünya nüfusunun %30’unun kökeni bu küçük köydür de, tüm dünyaya buradan yayılmışlardır. Kim bilir, değil mi? Sponsor olabilecek pek çok büyük firma bulabiliriz bence.
Hoşça kalın. Saygılar.
15 Ağustos 2008
İsmail Halil Akay
ihakay@hotmail.com
9-19 Ağustos 2008
(İki bölüm halinde yayımlandı)
Yayım: ?