“Bütün zamanların en derin toplumsal altüstlüğünü ve yaratıcı yeniden yapılanmasını yaşıyoruz. Bunu henüz açık bir şekilde kavramış değiliz, ama temelden yeni bir uygarlık inşa etmekteyiz… Yeni uygarlık farklı bir dünya görünümü getiriyor; ve zamanı, mekânı, mantık ve nedenselliği ele almada kendi özgül tarzlarını geliştiriyor. Ve geleceğin politikasının ilkeleri de kendine göre olacak.” Alvin ve Heidi Toffler/Yeni Bir Uygarlık Yaratmak
İnsan benliği zihinsel, duygusal ve manevi olmak üzere üçlü bir düzleme sahiptir.
Bugün bilim ve psikoloji sayesinde gerek fiziksel, gerekse canlı sistemlerdeki dönüşümlere ilişkin birçok şeyi öğrenmiş bulunuyoruz. Bunların çoğu evrenseldir, bazıları sadece canlı sistemler için geçerlidir; çok azı da zekâmız, karmaşıklık ve özel psikolojimiz yüzünden sadece biz insanlara özgüdür.
İnsanlarda zihinsel yan normal olarak kapsamlı düşünme, sorunları çözme, kuralları izleme, amaçlara ulaşma yeteneklerimizle ilişkilendirdiğimiz şeylerden oluşur. Esin, tutku, bağlılık ve acılarımız; sosyal değerler, arkadaş grubu etkisi, eğitim, kişisel ilişkiler, çocukluk yaşantıları ve benzeri toplumsal-duygusal kökenlere sahiptir. Psikolojinin ulaştığı son aşama, bütün bunların hepsinin altında bizim anlam arayışımızın, vizyonlarımızın ve en derin değerlerimizin, yani manevi yanımızın yattığı konusunda yeterince kanıt sunmaktadır.
Devlet dâhil tüm örgütler insanları örgütledikleri için, onların da insanlar gibi zihinsel, duygusal ve manevi yanları vardır. Bir örgütün zihinsel yanı, onu genel düşünme süreçlerinden, uyguladığı somut kurallardan, öncelikler koymada ve amaçlara ulaşmada kullandığı akıl yürütmeden oluşur. İster devlet kurumlarında, ister sivil toplum örgütlerinde ve ister siyasî oluşumlarda olsun, yönetici ve lider konumunda olanların olaya bir de bu açıdan bakmalarında yarar vardır.
Başarının yolu, somut durumun somut analizinden geçtiği hep söylenir. Ama önce içinde yer alınılan, üyesi veya yöneticisi olunan örgütün zihinsel, duygusal ve manevi yanlarının analizini yapmak gerekir diye düşünüyorum. Kendini tanımadan, dışındakini tanıyamazsın. Kendini değiştirmeden dışındakini, ilişkide olduğun bireyleri, toplumsal kesimleri ve kurumları/örgütleri değiştiremezsin. Bir insanda ya da herhangi bir siyasal veya şirketler dâhil toplumsal örgütte gerçek değişim, benliğin zihinsel, duygusal ve manevi yapısında köklü bir değişikliği gerektirir.
Batı kültürü ve daha çok da Descartesci Sistem, her zaman nesneleri küçük kutular içinde birbirinden ayırma eğiliminde olmuştur. Bu eski Yunan’daki atomculuğa kadar gider. Ama aynı zamanda buna eşlik eden ve eşit ölçüde bir başka Batılı eğilim daha vardır; bu da aklı ya da ruhu bedenden ya da manevi alanı fiziksel olandan ayırma eğilimidir. Gerek eski Yunanlar, gerekse Hıristiyan Kilisesi böylesi bir ikiliği öğrete gelmiştir. On yedinci yüzyılda filozof René Descartes’in; “Bir aklım olduğunu biliyorum ve bir bedenim olduğunu biliyorum. Ve her ikisinin tamamen birbirlerinden ayrı olduğunu biliyorum. Ben kendi aklımım. Benim bir bedenim var” sözleri, bu yaklaşıma modern bir katkı sağlamanın yanında, çok iyi bir örnektir aynı zamanda. Isaac Newton, bu ayrımı yeni fiziğin temeli olarak almış ve zihinsel ya da psikolojik her şeyi evrene ilişkin yeni fiziksel yasaların dışında tutmuştur. Newton’un fiziğinin yol açtığı ve bugün çoğumuzun düşüncesine hâlâ egemen olan “mekanikçi kültür”, Newtoncu makine kategorilerini insanlara ve insan örgütlerine uygular.
Sigmund Freud, ruha hükmeden “yasa ve dinamikleri” araştırmış ve insan davranışının bütünüyle böylesi yasalar ve bunların erken yaşlardaki etkileşimleri tarafından belirlendiğinde ısrar etmiştir. Adam Smith, piyasa ekonomisine yol gösteren “yasa ve ilkeleri” araştırmış ve bunlara dayanarak pazardaki davranışları öngörebileceğimizi ve kontrol edebileceğimizi öne sürmüştür. Karl Marx, kapitalizmin ekonomi politiğinin analizini yaparak “kapital” ve “artı değer” oluşumu üzerine tezler geliştirip “sosyalizme geçiş”in kaçınılmaz olduğunu varsaymıştır. Yönetim teorisinde mühendis Frederick Taylor, her örgütün temelde yatan “yasa ve ilkelerle” sınırlı olduğunda ısrar etmiş ve örgütlerdeki insanların bu yasalara göre davrandığını savunmuştur. Kısaca, bilgisayar kültürümüzün daha modern dilinde söylersek her şey programlanmıştır.
Yasalar, öngörü, varsayım, kontrol, programlar…
Bu kavramlar Newtoncu fiziğin ve “mekanik kültürün” sözlüğünü oluşturan kavramlardır. Ve yine bu kavramlar aynı zamanda Newtoncu yönetim düşüncesinin de kilit sözcükleridir. Peki, bunlar günümüz dünyasını ne kadar açıklayabilmektedir ya da günümüz örgütlerinin ihtiyaçlarını ne kadar karşılayabilmektedir?
Bu soruya olumlu yanıt vermek zor. O halde ne yapmalıyız?
Newtoncu düşüncenin yerine Kuantumcu düşünceyi koymalıyız.
Newtoncu devrim seri düşünmenin, mantıksal, akılcı, kurala bağlı düşünmenin bir patlamasıydı. Kuantumcu düşünce ise daha yüksek bir sıçrayış anlamına gelir.
Kuantum sıçrayış terimi günlük dilimize kuantum fiziği terminolojisinden girmiştir. Bu sadece büyük bir sıçrama değil, aynı zamanda bir tür gerçeklikten bir başka tür gerçekliğe sıçramadır ve bu her alanda, anladığımız ve yönetebildiğimiz bir dünyadan ilk bakışta hiçbir şeyin bir anlam taşımadığı bir dünyaya sıçrama anlamına geliyor. Bu, temel stratejilerimizi yeniden düşünmemizi, çok değer biçtiğimiz ve çok önem verdiğimiz varsayımları değiştirmemizi gerektiren sıçramadır. Bu, bilinmeyene doğru bir sıçrayıştır ve en önemlisi bir paradigma değişimidir.
Yirminci yüzyılın yeni bilimi büyük acılar ve yanılgılar pahasına da olsa, böyle bir sıçrayışı gerçekleştirmiştir.
Eski bilimde, Newtoncu paradigmada doğa basit, kurallara tabi ve son tahlilde kontrol edilebilir bir şey olarak görülür. Yeni bilimde, kuantum paradigmasında doğa karmaşık, kaotik ve kesintisiz görünür. Yeni bilim, karmaşıklıkla birlikte yaşamayı ve onun bütün potansiyelinden yararlanmayı öngörmeye ilişkindir. Önceki düşünme tarzlarımıza en büyük meydan okumayı temsil etmektedir. Önümüzdeki yüzyılda yaşamımızı yeniden biçimlendirecek olan teknolojide (süperakışkanlar, süperiletkenler, lazerler, silikon çipler, kuantum bilgisayarlar…) çok geniş bir kullanım alanı bulmuştur. Yeni paradigmalı bilimde kendiliğinden belirme ve kendi kendini örgütleme kilit önem taşımaktadır.
Yüzyılımız kesintisizlik, muğlaklık, öngörülmezlik ve sürprizler yüzyılı…
Böylesi bir yüzyılda yaratıcı düşünce ancak yeni sesler, yeni diyaloglar, yeni tutkular, yeni tutumlar, yeni perspektifler, yeni deneyimlerle zenginleştiğinde ve çoğulcu, katılımcı bir anlayış benimsendiğinde gelişecektir.
Bu konuda Kuantumcu düşüncenin bizlere yol göstereceğine inanıyorum.
Kaynak: Danah Zohar, Aklı Yeniden Kurmak , (Çev: Zülfü Dicleli), Türk Henkel Dergisi Yayınları.
18 Temmuz 2008
Ergani Haber Gazetesi
Ve daha önce:
02.06.2007’de http://irgatsui.blogcu.com/3164965,
13.07.2007’de http://www.tarihteneski.com’da yayımlandı.