1983’te, 12 Eylül sonrası Diyarbakır Cezaevi önünde analar, babalar, bacılar, kardeşler, kızlar, oğullar sıkıyönetimin yaktığı sıcaktan kavrulurken, zebanileri de Cezaevinin içinde tutuklu ve mahkûmlara Cehennemi yaşatıyorlardı. Ben de Türkiye Komünist Partisi (TKP) Davası’ndan tutuklu biri olarak o Cehennemi yaşayanlardanım.
Nisan 1983 olmalı. Bulunduğum 12. Koğuş’un kapısının açılıp, “avukat görüşmen var” denilmesiyle çıkartıldım. Yanımda gardiyan “Kasap”. Koşar adım, Avukat Görüş Yerine değil, insanların topluca dövüldüğü, dayaktan geçirildiği Sinema Salonuna götürüldüm. Duvar dibinde, yüzüm duvara dönük “Çök” komutuyla asker usulü, nizami çöktüm. Kasap uzaklaştı. Bir müddet sonra geldi ve “Kalk” komutuyla kalktım. Bana, “Sen ispiyoncu musun?” diye sordu. “Hayır değilim” dedim. Bunun üzerine “Neden değilsin?” diye sordu. Devrimciliğim, komünistliğim hiç aklıma gelmeden, doğaçlama “Aile terbiyem müsait değil” dedim. Bu cevabım üzerine, Cezaevi’nde nam salmış “Kasap” denilen çam yarması gardiyan; “Rahat otur aslanım” dedi. O anda, kendime olan güvenim muazzam arttı. O an, insan onurlu bir davranış sergilediğinde düşman bile saygı göstermek zorunda kalıyor diye düşündüm.
Neyse… Daha sonra Kasap beni Makinist Odasına götürdü. Ankara’dan benim için geldiğini söyleyen kudretli bir üsteğmen Türkiye Komünist Partisi’nin kuruluşu, mücadelesi, kurtuluş savaşına katkısı üzerine esaslı bir nutuk çekti. Dinledim. Sonra, kurtuluş savaşının devam ettiğini, şeriatçılığa ve Kürtçülüğe karşı birlikte çalışmadan söz etti. Ve tatlı-sert, dava dosyamı incelediğini, siyasi polisi yanıltabileceğimi, ama kendisini yanıltamayacağımı, benim TKP içinde önemli biri olduğumu söyleyip, bu savaşımda, birlikte mücadele vermemiz gerektiğini; bunun için önce televizyona çıkartılacağımı, “TKP-Moskova İlişkisi”ni açıklamam gerektiğini belirtti. Karşılığında Cezaevinden çıkartılacağımı, birçok imkânlara kavuşacağımı, kabul etmediğim takdirde ağır ceza alacağımı, yaşam boyu burada sürüneceğimi söyledi. Ben kabul etmedim. Kasap’a dediğim gibi, Üsteğmen’e yardımcı olamayacağımı, aile terbiyemin buna müsait olmadığı türünden birşeyler söyledim. Bunun üzerine 36. Koğuş’un gardiyanı “Sütçü”yü çağırıp, “Banyo”ya götürülmemi emretti. Sütçü, beni önüne katıp 36. Koğuşun birinci katında “Banyo” denilen boklu hücrelerden 6. hücreye kapattı. Yaklaşık 2 ay bu boklu hücrede kaldım. (Bu olay, sevgili dostum Oğuz Güven’in Güncel Yayıncılık tarafından yayınlanan Zordur Zorda Gülmek kitabı 1. baskı, s.33-34’te değişik bir anlatımla anlatılmıştır.) Ayrıca etik açıdan şunu da açıklamak zorundayım: Ne Sinema Salonuna götürülürken, ne de boklu hücreye götürülürken dövülmedim. Ama birazcık zayıflık gösterenleri dayaktan geçirmeyi bırakın, 36. Koğuşun girişinde aynı davadan tutuklu sanıkları nasıl birbirilerine dövdürdüklerine gözlerimle şahit oldum.
Geçmişimden çok kısa bir kesiti burada anmamın nedeni; geçmişte başta Diyarbakır Cezaevi olmak üzere Türkiye’de cezaevlerinde, mahkemelerde, sorgu odalarında insanlar sorgusuz sualsiz işkencelerden geçirildi. Kimi yaşamını, kimi sağlığını yitirdi. En güzel yılları çalındı; işlerinden, eşlerinden, yurtlarından oldular. Dünyaları karartıldı. Yüzlerce örgüt davaları açıldı, binlerce insan bu örgütlere yöneticilikten, üyelikten, yardım veya yataklıktan yargılandı. Hukuksuzluk diz boyu, koşullar çok çok ağır olmasına ve yargılananların hemen hemen hiç biri üstün bir askerî eğitimden geçmemelerine rağmen, o dönem ve sonrasında örgüt davalarında yöneticilik veya üyelikle suçlananlar kalp-damar hastasıyım, şekerim var, prostatım var, yüksek tansiyonum var diye doktora çıkmayı, hastane hastane dolaşmayı akıllarına bile getirmediler. Akılları yettiğince, inançları doğrultusunda kendilerini ve davalarını savundular. Direnmek şiarlarıydı; dayanabildikleri kadar direndiler. Birkaç itirafçının dışında, çok konuşanlar bile çok şey saklamaya çalıştı ve sakladı. Ama “Ergenekon Davası” sanıklarına bakıyoruz. Hiltonvari cezaevinde kalıyorlar. Boklu hücrelerde yatırılmıyor, fare yedirilmiyor, kurt köpeği Co üstlerine salınmıyor veya Co’ya selama zorlanmıyor. Kuş tüyü yataklarda yatıyorlar. Bir elleri yağda bir elleri balda. Buna rağmen çoğu “hasta”, GATA’ya sevk yollarını arıyorlar. Hasta olan veya hastaneye gitme uğraşı içinde olanlara bakıyoruz; bunlar Diyarbakır Cezaevi gardiyanı “Kasap” ve “Sütçü” gibi çok alt kademeden askerler de değil. Çoğu emekli yüksek askerî şahsiyet ve en üst düzeyde askerî eğitimden geçmiş. Beden ve ruh durumları her koşula uyum sağlamayı gerektirir. Ama tersi oluyor. Neden?
Nedeni, güçlerini bulundukları mevki veya kurumdan alanlar kendilerini yasaların üstünde, dokunulmaz ilah olarak görüyorlardı. İktidarın kudretli sihirli gücü ellerinden alınınca, birer hiç olduklarının anladılar. Psikolojik yıkıntı içine girdiler. Hastalıklarının gerçek olduğuna gerçekten inanıyorum. Çünkü vücutlarının savunma mekanizmaları çöktü. Davalarına inanmayanların veya otoritenin karşısında topuk vurup selam vererek ruhunu ve bedenini teslim edenlerin zorda kaldığında hasta olmalarından daha normal ne olabilir?
Gerçi bunlar kendi zayıflılığını, zaafını görmez, görmek istemez. Kullanılan, aldatılan ve acı çeken birileri olarak umutsuzluğunun kaynağını başkalarında görürler. William Shakespeare’nin Atinalı Timon oyununda yazdığı gibi: “Tıpkı yurtseverlik ateşiyle yanıp tutuşarak/ Bütün yurdu yangın yerine çevirenler gibi” başkalarını sorumlu tutarlar. Kendisi yıkılmıştır, başkaları da yıkılmalıdır. Kendisi yanmıştır, başkaları da yanmalıdır. Birer dokunulmaz olarak kendilerine dokunulduğu için yaşamları kararmış, itibarları sarsılmıştır. İçlerindeki tüm insanî duygular ölmüştür. Kin doludurlar. Sevgi, vefa, dostluk, paylaşım gibi insanî duygulardan uzaktırlar. Arzuladığı her şeyden yoksun bırakılan veya yoksun olan bir insanın yakıcı imrenme duygusuyla nefret ederler, kin duyarlar. Onurlu insanların duygularıyla oynamada ancak doyum bulurlar.
Umutsuz bir insan nasıl bir şey umut edebilir? Bunlar yaşamın kenarından savrulmuşlardır. Tüm umutları suya düşmüştür. Tek yapacakları şey, başkasını da kendilerinin içinde bulunduğu pisliğe/bataklığa/karanlığa çekmektir. Pisliğe/bataklığa/karanlığa çektiği insan sayısı arttıkça, bundan hoşnut olurlar. Değersizlerin sayısı arttıkça, kendilerinin değer kazandığını düşünürler. Pisliğe bulaşmak istemeyenlere, bataklığa gelmek istemeyenlere ise zarar vermek esastır. Olmadı, onurlu insanları fizikî olarak yok etmek veya zarar vermek, akrabalarını taciz etmek, göçe zorlamak, yakmak, yıkmak, yok etmek ne güne duruyor? Oysa binlerce kez kanıtlanmıştır. Baskının, zulmün, karanlığın olduğu yerde gül yeşermez, çiçek açmaz, bülbüller şakımaz: Baykuş sesi ve yılan ıslığı duyulur. Hain, ispiyoncu, muhbir, satılmış, ikiyüzlülerden oluşan insancık toplulukları oluşur. İnsanlar, insan harabesine dönüşür.
Bizler insanların insan harabesine dönüştüğü bir toplum istemiyoruz. Ve uçan kuştan bile haberleri olan Ergenekon Davası sanıklarının aslanlar gibi dik durmalarını, Diyarbakır Cezaevi başta olmak üzere Fırat’ın doğusunda ve batısında yapılan işkenceleri, adam kaçırmaları, faili meçhulleri bir bir anlatmalarını ve neden, niçin yaptıklarını açıklamalarını bekliyoruz. Yiğitlik böylesi günlerde belli olur!
27 Mart 2009 tarihinde:
www.kuyerel.com,
www.sivildusunce.com
www.kritize.net sitelerinde yayına konuldu.