Prof. Dr. M. Şehmus Güzel, bildiğiniz gibi Erganilidir. Eylül 1982’den beri Fransa’da yaşıyor. Öğretim üyesi, yazar ve gazeteci. 1978’den beri değişik gazete, dergi ve ansiklopedilerde Türkçe ve Fransızca pek çok makalesi, köşe yazısı, incelemesi yayınlandı. Onlarca kitaba imza attı. Ve en son, Mayıs ve Haziran 2006’da üç yeni kitabı daha yayınlandı. Aldığım duyumlara göre daha birçok kitabı da basım aşamasında. Hocamızın maşallahı var: O, sürekli yazan, düşünen ve düşündüren bir aydınımız: Yazmayı iş edinenlerden. Sağ olsun, yeni çıkan üç kitabını, kıymet bilip, bana da göndermiş. Kendisini yürekten kutlar ve daha nice nice güzel kitaplar yazmasını diliyorum.
Yeni çıkan kitapları:
1. PARİS: GÖSTERİ-KENT: Pêrî Yayınları, İstanbul-Haziran 2006.
M. Ş. Güzel, bu kitapta, Paris’te, işçilerin, emekçilerin, memurların, işsizlerin, öğrencilerin değişik tarihlerde, ama aralıksız ve neredeyse her yıl aynı mevsimlerde yinelenen gösterilerine ilişkin gözlemlerini kaleme almış.
2. (Ç)AKIL TAŞI: İstanbul-Mayıs 2006. Kendi yayını. İletişim: 0.212.5037464.
Kitap, deneme türünde 30 yazıdan oluşmakta.
3. PARİS, SOBE!: İstanbul-Mayıs 2006. Kendi yayını. İletişim: 0.212.5037464
Paris, Sobe! , güncel yaşama dair bir kitap: Tanıtım yazısında;
Paris’e ve Parislilere ilişkin bir miktar “uçuk” gözlemler, parçalar. …Paris’lere “düşen” vatandaşlarımızın kendi ağızlarından öykülerini ne yapacağız? Onlar çünkü uzaklaşmadan yapamıyorlar: Kadınlarımızın dertleri ne olacak? Ve hain ırkçılık! Onu ne yapmalı? Gösteriler ve yürüyüşlerle sırtını yere getirmeli. Bir daha kalkmayacak biçimde. Haydi hep beraber, diye yazıyor.
Ben, bu kitabı okuduğumda biraz duygulandım: Özellikle YOL-CULUK‘u okurken. İnsan Paris’te yaşasa bile kökünden, kökeninden kopamıyor. Hele yaş biraz da ilerleyince insanın yaşadığı yerler, sokaklar, bağlar, bahçeler, dağlar; arkadaşları, tanıdıkları; yemekler… gündüzleri bir bir aklına düşüyor, geceleri ise rüyalarını süslüyor. Şehmus hocamız da uzun yıllardır Fransa’da ve Avrupa’nın en meşhur, güzide kentlerinden olan Paris’te yaşamasına rağmen, ne Ergani’yi ve ne de Ergani ile ilgili anılarını unutabildi. Unutmamanın ötesinde, ilçemize ilişkin anılarını yazılarında, kitaplarında yazarak onları ölümsüzleştirdi.
İşte size, Paris, Sobe! kitabında yer alan o anılarından biri: YOL-CULUK (s:123-126):
“Penceremde kırılan yağmur damlaları. Yağmur taneleri. Uzakta peşpeşe dizilmiş ışıklar yitip gidiyorlar.
Yitip giden, uzakta, peşpeşe ışıklar yarışıyorlar trenle. Uzakta. Çok uzakta.
Uzakta trenle yarışan peşpeşe dizili ışıklar yitip gidiyorlar: Çünkü yolcu şoför.
Ve “çünki”lerden sonra ekliyor: “Eve gelen Almana halı olur. Ama bir Kürt veya bir Türk gelmeye görsün evine, dirseği vurur.”
Arkadaki, ikisi japonumsu, uzakdoğulu, çinimsi ve biri italyanımsı, üç bayan İtalyanca konuşuyorlar. Sağımdaki ikili koltukta uyumaya çalışan Fransızı engelliyorlar herhalde. Çocuk uzanıyor: Olmuyor. Yan yatıyor: Yine olmuyor. O çocuk uğraşa dursun.
O çocuğun önündeki ikili koltukta genç bir bayan: Fransız olmalı, yazıyor, düşünüyor. Ama iki sözcük yazdıktan sonra, derin, çok derin düşüncelere dalıyor: Kalem sağ elinde, sağ eli göz hizasında, defter yaprağı önünde, düşünüyor: Yazmalı mı? Yazmamalı mı? Saçları at kuyruğu. Yanında çantası, paltosu. Bu arada işte tam bu sırada, Fransa’nın kadın mecmualarından (dergi denemesi/yazılması ayıp olur) en tanınanlarından ikisi elinde, başka bir bayan, koşar adım koltuklar arasından geçiyor: Büyük ihtimalle trenin arka tarafında olduğu az önce anons edilen Bar’a gidiyor: Ne bileyim işte, havasından, bir barımtırak hava esiyor; işte öylesine hafifçe. Evet koşan adımlarla.
İtalyanca konuşan üç kadının yanlarındaki ikili boş koltuklara yerleşiyorum. Koltuk ikili ama mekan dörtlü: Karşımdaki ikili koltuk da boş. Cumartesi gecesi treni bomboşa yakın. Koşturuyor.
Belki bu “boşluk”, belki tren havası, alıp beni 1960’lı yılların başındaki Ergani-Haydarpaşa trenlerine götürüyor:
Kör Zülo’nun kaval uğurlamasıyla başlayan o tadına doyum olmaz, o sanki asla bitmeyecekmiş gibi uzanan tren yolculukları: Yolluklar. Yol için anamın o mübarek elleriyle, günlerce önceden hazırlıklarına başladığı ve içine kendisinden, kendi anasından, anasının anasından kalanları, gelenleri kattığı yolluklar: Yol-luk-lar: O içli köfteler: Sanki bin yıl kalacak cinsinden. O köfteler: Yanında ekmeğiyle. O dolmalar: Patlıcan, biber, domates dolmaları. O tadına doyum olmaz sarmalar: Bağdan özenle seçilen asma yapraklarına sarılı o anılar: Açıktım ana. Açıktım…
Uyanıp uyanıp uyumalar. Uyumalar uyanmadan. Uyanmalar: Uyuduktan sonra yeterince. Uykum var günler öncesinden kalan. Uykum olmalı uykusuzluktan. Uykum var. Uykum. Uyumalı. Uyu. Uyuyorum…
***
Bulutların arasından görüyorum: Nenem, anam, ablalarım, kardeşlerim ve çocukluğum. Her yaz olduğu gibi Makam Dağı’na çıkmış, Zülküf Peygamberin türbesini ziyaret etmiş, Ergani’ye inerken Çiftpınar’da mola vermişiz. Mola demek lafın gelişi: Başlıbaşına bir piknik ki değme gitsin: Günlerce önceden hazırlamış puf börekler, kıymalı börekler, zeytinyağlı dolmalar, peynirin hası ve aklınıza ne gelirse. Niğâr ablam çayı demliyor. Annem yiyecekleri çıkarıp, örtünün üstüne seriyor…
Çiftpınar, kasabanın içme suyunun çıktığı kaynaktır. Suyu buz gibidir: Bir içen bir daha unutmaz tadını. Çiftpınar’ın hemen yamacında Kasaba Mezarlığı bulunur. Babam yıllar sonra buraya dinlenmeye çekildi: Manzarası müthiş çarpıcıdır: Ergani’nin tümü ayağı altında yayılır. Uzaktan, güneşli bir günde, Hilar Çayı’nı bile görebilirsiniz. Biraz daha yakınından Ergani-Maden karayolu geçer. Daha ötelerden ise kara tren. Küçük bir tepeciktir yani. Babamı gıptayla anıyorum.
Ve sol dibinde Çiftpınar. Yemek sonrası akşam serinliği yaklaşırken çocuklar saklambaç gibi bir oyun oynuyoruz: Sık kavak ağaçlarının arkasına saklanıyoruz, sonra birden bire çıkıp küçük bir taşçık sallıyoruz: Karşımızdakine. Kardeşlerimize. Bir çıkıp bir taşçık atayım diyorum, kavak arkasından çıkar çıkmaz küt diye bir taş geliyor sol gözümün üstüne: Gözüm mosmor, anam ve nenem bağrışıyor hemen sesime: “Kadan belanı alam, vay başıma gelenler…” Sesler uzaklaşıyor, çocuk başım dolanıyor, ayaklarım yerden kesiliyor… Ve uçuyorum…
Makam Dağı’na çıkışlar başlıbaşına bir serüvendir: Kasaba çıkışında, evlerin avlularındaki meyve ağaçlarının yerini, önce çeviz ağaçları alır. Makam Dağı’nın ilk tepeleriyle birlikte ise badem ağaçları: Artık gününe ve zamanına göre, çevizi dalından koparıp yemek istersiniz: Önce kabuğunu temizlemelisiniz: Ellerinizle. Ve elleriniz yemyeşil olur. Ki öyle birkaç yıkamayla çıkaramazsınız. Kokusunu unutamazsınız: Taze çevizin. Taze bademin. Tadına doyum olmaz çünkü…
…Öğlen yemeğini kuyruğa girerek alıyorum: Öğlen yemeği çocukluk lezzetini/tadlarını anımsatan çok güzel, çok iyi, çok lezzetli etli taze fasulye. Bin şükür. Anıların akın etmesini sağladığınız için. Çocukluk günlerine yolculuk yapabildiğim için. Şimdi Ergani’de yine karlı bir kış günüdür mutlaka. Ve bir mahallede ki, bir evde küçük bir çocuk kavurmalı fasulyeye kaşık çalıyordur: İlerde ne olacağına pek bakmadan. Ama umutlu, heyecanlı ve meraklı mutlaka… (Zamanı yok).“
01 Eylül 2006 tarihinde Ergani Haber gazetesinde,
Kasım 2006’da Berfin Bahar dergisinde (Sayı: 105) yayımlandı.