Geçen hafta Tek Parti Dönemi’nde Diyarbakır Halkevleri tarafından ayda bir yayınlanan KARACADAĞ dergisinde; Münip Gültekin imzasıyla yayınlanan “Ergani Halkevi Çalışmaları” ve Muhtar Körükçü imzasıyla yayınlanan “Diyarbakır Sayfiyesi: Ergani” yazılarını, birer belge niteliğinde oldukları için, olduğu gibi aktarmıştım.
Bu hafta ise, Aralık-Ocak 1945-1946 tarihli Karacadağ dergisinde (Cilt VII/85-86) Muhtar Körükçü imzasıyla yayınlanan ve ilginç savlar ortaya atan “Erganinin Zülküf Dağı” yazısını, yorumsuz, olduğu gibi bilgilerinize sunmak istiyorum:
“Erganinin Zülküf Dağı
Tren Diyarbakır’a gelirken de, giderken de Ergani’den gece geçer. Bu yüzden muhiti tanımayanların hemen hepsi Ergani’nin uzaktan göz alan heybetli ve sevimli manzarasını bilmezler. Ufkun kaybolduğu geniş bir ovaya bakan dik ve yalçın bir dağ eteğine gömülmüş yemyeşil bir kasaba. Kışın bile ağaçlar beyaz binalarının hemen bütün görünüşünü saklar.
Bu dik ve yalçın dağ işte, halk arasında bir çok itikatlara ve aslında ise fevkalâde bir manzara ve suya sahip olan Zülküf veya Zülkefil peygamber adı verilen kutsal bir dağdır. Eteklerinde sarp tepelerin yükseldiği bu dağ yalçın ve âdeta bir ev gibi dört köşe kayalarla nihayetlenir.
Dağla bu tepeler arasındaki ovada kışın fevkalâde kayak sporu yapabilecek meyilli ovalar ve yazın yemyeşil bahçelerle her taraftan akan sular vardır. Zaten Erganinin her tarafı bahçedir, her tarafından şarıl şarıl sular akar. Hele bu dağın tepesindeki manastırda bir sarnıç suyu var ki, hem soğukluğu hem derecesi bakımından en iyi sulardan biridir.
Tepede, tam zirvede bir manastır var. Harap olmuş fakat duvarları ve temeli hala sağlam duruyor. Dünyanın iyi zamanına rastlasa da bir sanatoryum veya dağ sporu merkezi yapılsa milyon değer. Su, bu manastırın ortasındaki sarnıçta göl halinde duruyor. Fakat suyun aktığı içine uzatılan şeylerin cereyana tabi oluşundan belli. Bu suyun şehre getirilebilmesi şimdilik hayal denecek kadar fazla bir masrafa bağlı. Ama bir gelebilse hem elektrik santrali temin etmek hem de onbeş kata bile tazyikli su çıkarmak mümkün olacaktır. Bu işi ilerki senelere bırakarak şimdilik dağın eteğinde bulunan ve suyu itibariyle aşağı yukarı ayni nefaset ve mikyasıma da bulunan Çiftpınarlar suyunun kasabaya getirmek düşünülüyor.
Bu Zülküf dağının halk arasında çok büyük bir önemi, batıl (belki de hakikat) bazı itikatlar doğuran bir prestiji var: Memleketin dört bir tarafından çocuğu olmayanlar bu dağa çıkıyorlar ve hemen çocukları oluyormuş. İşin ne dereceye kadar tam bir kaityetle cereyan ettiğini istatistiklerle tayin kabil değilsede, filhakika bu dağa çıkan on senelik kısırların çocuk doğurdukları pek çok görülmüştür ve görülmektedir. Bu sebeple hatta, bu dağa gelipte çocuğa nail olanlar, çocuk oğlansa adının muhakkak “Zülküf” “Zülfü” “Zülkefil” koyuyorlar.
Baharda burası tam bir sayfiye yeri hem bu şekil kısırların akın ettiği bir uğrak oluyor. Dağa ve civarındaki bahçelere yaya yolu ve hatta kuru havada otomobilin de çıkacağı eski bir şose vardır. Rivayete göre bu şoseyi, kızı hasta olan ve yukardaki suyu içip havayı alınca iyileşen eski bir mutasarrıf yaptırmış fakat zamanla tamirat görmediğinden bozulup kalmış.
Tepedeki manastır hakında birçok rivayetler var. Esasen bu dağın, meşhur Zülküf peygamberin türbesi olmayıp makamı olduğu muhakkak gibidir. Bu binanın da bu makam yeri olduğu söyleniyor. Başka bir rivayet ise bunun vaktiyle Ermeniler aramızda kardeş gibi yaşarken onların yaptırdığı söylentisindedir. Bu son rivayet daha doğruya benziyor. Kasabanın tarihi henüz yazılmış değildir, fakat inanılır kaynaklar bu manastırın o zamandan kalma olduğunu gösteriyor. Esasen şeklinin manastır şekli olması da bunu ispat eder. Ancak, Ermeniler gittikten sonra zamanın uluları bu manastırın tepemizde böyle dikili kalıp durmasını istemediklerinden bunu Zülküf peygamberin sarayı olduğu tarzında bir propaganda yapmışlar ve muvaffak ta olmuşlardır. Oysaki bunun bir Ermeni veya (başka bir kavmin) eseri olmasının en ufak bir önemi yoktur.
Çocuk doğurma meselesine gelince:
Tıp bilginleri bilmem ne der. Ortada bir vakıa var, buda yüzlerce vaka ile sabit. Olsa olsa bunu telkine hamletmek kalıyor. Malumdurki, bir çok gençler arslan gibi oldukları halde zifaf gecesinde muvaffak olamazlar, ertesi gün doktora gelirler, ezile büzüle vaziyeti anlatırlar, doktor onlara basit bir mukavvı, hatta bazan mai mukatter bile zerketse o telkinin kuvvetiyle o gece muaffak olurlar. Tanıdıklardan bir ebe, doğum sancısı çeken bir kadına, bir şey yapamamak vaziyetinde kalınca, su zerkettiğini ve kadının da iğneyi görür görmez “oh, sancılarım dindi” dediğini anlattı. Tıpta telkinin büyük önemi nazara alınırsa bu şekilde kökleşmiş bir an’ane saklayan dağa gelen kadının hemen çocuk doğurması bir az izah edilebilir sanırım.
Zaten aslında kısır kadın yok denecek kadar azdır. Muhakkak ya a’sabında, ya cinsi makanizmasında ufak bir aksaklık vardır ki bu da işte böyle bir telkinle veya bir ufak müdahale ile düzelebilir. Cinsi hayata ruhiyatın nekadar müessir olduğu düşünülürse bu kaziye büsbütün kuvvetlenir. Bundan mada, bir kasabada yaşayan insanın ikibine yakın rakımlı bir tepeye çıkışını oradaki temiz havanın âsap ve vücut üzerine tesirini hele bir de suyunda başka bir takım maddeler bulunması ihtimalini düşünürsek vaziyeti bir parça izah etmiş oluruz. Mamafi bütün bunlar tıbbın salâhiyetli izahı değil ancak birer tefsirdir. Hakikatta bir vakıa varsa o da, gerçekten bu dağa çıkan kısırların ondört onbeş sene çocuğu olmamış kadınların çocuk sahibi olduklarıdır.
İşte Ergani’nin Zülküf dağının güzel mesireliği, kayak sporları için bulunmaz imkânları ve fevkalâde suyu yanında daha fevkalâde tarafı…
Yazan: Muhtar Körükçü”
12 Ekim 2006 tarihinde http://www.gonulsitesi.net ve
8 Aralık 2006 Ergani Haber gazetesinde yayımlandı.