Fevzi Karadeniz, sevdiğim ve değer verdiğim bir dostumdur. Dostluğumuz, Ergani’deki arkadaşlığımızdan bugüne uzanan bir dostluk ve arkadaşlıktır. Bu dostluğun içinde hemşericilik, okul ve gençlik arkadaşlığı, aynı politik yapı içinde “yoldaş”lık ve vefa vardır. Kendisi Fransa’da yaşasa da, rüyalarında Ergani ve Türkiye, aklında ise dostları vardır: Aklı ve fikri hep Türkiye’dedir: Halkına sevdalıdır. 1973’te yazdığı bir şiirinde olduğu gibi:
“Koyun otlatırdım
Karacadağ eteklerinde.
El kulakta;
‘Havar delal’ çekerdim.
Bizim bağın yolunda,
Harman yerinde.
Dağı, ovayı
O havayı
O sevdayı sevdim ben”
O, hayata da sevdalıdır; hayatı dolu dolu yaşayanlardandır.
Özgeçmişine baktığımızda bunu rahatlıkla görürüz:
1952 de Ergani’de doğdu. Anadilinde, Kürtçe şarkıları dengbêj babasından dinleyerek büyüdü. İlk, orta ve liseyi Ergani’de okudu. Çalışma hayatına ilkokul yıllarında başladı. Liseden sonra, ailece yerleştikleri Düzce’de bir süre Orman Bölge Müdürlüğü’nde çalıştı. Sendikal nedenlerle işten atıldı. İlk defa Düzce’de gözaltına alındı.
1971-1972 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine girdi, ama bitirmek nasip olmadı: Hukuk Fakültesi’nden ayrıldı. 1973-1975 yılları arasında iki dönem İstanbul- Diyarbakır Yüksek Öğrenim Kültür Derneği Başkanlığı yaptı. Aynı yıllarda Büyük İstanbul Nazım Plan Bürosu’na desinatör olarak işe girip, uzun yıllar işyeri temsilciliği yaptı. Sendikanın başlattığı grevin kırılması üzerine bir yıl tek başına grevde kaldı. Sonraları sırasıyla bir yıl DİSK’e bağlı Teknik-İş Sendikası İstanbul Şube Başkanlığı, üç yıl yine DİSK’e bağlı BANK-SEN’de Genel Yönetim Kurulu Üyeliği’nde bulundu. 1978 de Diyarbakır’a yerleşti. İki yıl BANK-SEN’nin Doğu ve Güneydoğu Bölge Temsilciliğini yaptı. 12 Eylül 1980 askeri darbe yapıldığında bu görevdeydi.
22 Temmuz 1980 de, DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’in öldürülmesi üzerine yapılan Genel Direniş’te, Diyarbakır’da tutuklandı. Lice ve Van’da düzenlenen mitinglerde yaptığı Türkçe-Kürtçe konuşmalar nedeniyle gıyabında yargılandı, ceza aldı. 12 Eylül döneminde, DİSK ve TKP davalarından aranmaya başlandı. Can güvenliğinin kalmaması nedeniyle, 1984 yılında yurt dışına çıktı. 1985’te 51 yıl sonra toplanan Türkiye Komünist Partisi 5. Kongresi’nde Merkez Komitesi üyeliğine seçildi.
Yurtdışında-Almanya’da 1987’de Zulme, Sürgüne, Hasrete DAYAN isimli şiir kitabı, İstanbul’da 2001 yılında Pencere Yayınları tarafından Lal ve Eski Zamanlar adlı kitapları; Yurtdışı ve Türkiye’de çeşitli dergi ve gazetelerde demokrasi, Kürt sorunu, kültürel haklar, dil ve tarih gibi konularda yazıları yayınlandı. Kendisiyle röportajlar yapıldı. Avrupa’nın değişik ülkelerinde birçok panellere, konferanslara konuşmacı, şiir okuma gecelerine ise okuyucu olarak katıldı. 1989 da toplanan “Paris Kürt Konferansı” üzerine, “Türkiye’de Bir Kürt Konferansı Toplanabilir” yazısı ve Newroz’la ilgili “Bin yıllardır dağımızda duman var. Güneş de en güzel Nemrut’da doğar” başlıklı yazılarının yayınlandığı Adımlar dergisinin iki sayısı Türkiye’de toplatıldı. Hakkında her birinden 7,5 yıl olmak üzere davalar açıldı. 17 yıl sonra ancak ülkesine dönebildi.
Şu anda Fransa’da yaşamını sürdürmekte olup, değişik alanlardaki çalışmalarını kitaplaştırma çabası içerisindedir. Bu çalışmalarından biri, Belge Yayınları tarafından Ekim 2006’da kitap olarak yayınlandı. Kitabın ismi de kendisi gibi güzel: Başım Gözüm Üstüne.
İstanbul’da düzenlenen 25. TUYAP Kitap Fuarı’na katılıp, kitabını okuyucularına imzaladı. Sağ olsun. 5 Kasım 2006’da, “Sevgili arkadaşım Müslüm Üzülmez’e derin bir bağlılık ve tarifsiz bir sevgiyle” yazıp-imzaladığı kitabından bir tana bana da hediye etti. Kitabı okudum; sade anlatımı, içerik ve derinliğiyle kitap gerçekten güzel.
Bir kadirşinaslık örneği gösterip kitabının hemen başına, “Kürt diline, edebiyatına paha biçilmez katkılar yapan değerli dostum Mehmet UZUN’a” diye yazması ve Mehmet Uzun’a ithaf etmesi de ayrı bir güzellik. Kitabı bulup okumanızı öneririm.
Kitap, çok şey anlatmakta; tabi anlayana!
Fevzi, Önsöz Yerine yazdığı giriş yazısında kitap hakkında şunları yazmaktadır:
“Kitaptaki yazılar, son yirmi yıllık bir zaman dilimini kapsıyor. Kimileri 12 Eylül’ün diktatörlük koşullarında, kimisi sonraki yılların sancılı geçiş döneminde kaleme alındı.
Bazıları Sosyalist sistemin hüküm sürdüğü, komünistlerin başının göğe erdiği(!) yıllarda; bazısı toplumların bir bakıma çürüdüğü dönemlerde yazıldı.
Biri yazıldığında, Mandela müebbet’e hüküm giymiş bir ‘ terörist’ti; bir diğer yazıda ise Mandela, artık dünya çapında saygın bir Devlet Başkanı’ydı.
Ülkemizde; İsmail Beşikçi, Mehdi Zana, Fikret Başkaya hapisti. Yaşar Kemal, Server Tanilli, Tarık Ziya Ekinci, Haluk Gerger, Ayşe Nur Zarakolu gibi aydınlar konuşmalarından, yazılarından, kitaplarından ötürü yargılanıyorlardı; bazıları ceza giymişlerdi.
Birinde Yılmaz Güney Cannes Film Festivali’ndeydi, ötekinde -her gün başucuna çiçekler bırakılır- Pere Lachaise’deydi.
Yazıların tümü yazıldığında, dağlarımızın başı dört mevsim kar, beş mevsim bahardı. Tezkere şarkıları, özgürlük türküleri aynı anda çalardı.
Kavgalarla, acılarla, umutlarla geldik bu güne.
Devletler, duvarlar, heykeller, tabular yıkıldı; ne ki savaşlar artarak sürdü. Milyonlarca insan yerinden-yurdundan edildi. Dünya eskisinden daha adil değil. Böyle de olsa, halkların arayışı; barışa, özgürlüğe, adalete bağlanan umutları tüketmedi, sürüyor.
Bu durum ülkemiz açısından da öyle. Bilim ve teknikteki, iletişimdeki, bilgiye ulaşmadaki devasa gelişmelerle atbaşı gidiyor.
Kitaptaki bir şey daha dikkatinizi çekecek. Yazılar büyük oranda Kürt sorunuyla ilgilidir. Ülkemizin demokrasiye geçiş sorunu ve insan hakları bağlamında Kürt dili, kültürü, kimliği ağırlıklı olarak işlenmiştir. Söz konusu yazılardaki bazı tespitlere -belki de tümüne- katılmayabilirsiniz. Yine de anlayışla, geniş perspektifle, toleransla yaklaşacağınıza olan inancımı korumak istiyorum.
Kaldı ki, yazıların bazıları Türkiye Komünist Partisi Merkez Komitesi Üyesi sıfatıyla bir siyasi harekete oldukça angaje olduğum bir dönemde kaleme alınmıştır. Bu anlamda kendim de -genel düşüncelerimi korumamla birlikte- bugün bazı konularda farklı düşünebilirim.
Son olarak kitabın ismi üzerine birkaç söz söylemek isterim:
Kürtler tarihlerinde, sosyal yaşamlarında, daha dar anlamıyla ev hayatlarında, dostluk ilişkilerinde konuklarını öyle karşılarlar: Ser sera, ser çava! Türkçe anlamıyla: Başım gözüm üstüne.
…Kürtler bu sözü hayatın başka alanında, başka anlamda da kullanırlar. Birileri onlarla tanışmak, konuşmak, tartışmak mı istiyor;
‘Kerem ke!..’ derler.
Buyurun!.. Hakkı-hukuku, eşitliği, kardeşliği, terazisinde dar’a çektiğimiz adaleti, bin yıllardan beri süzülüp gelen insanlığın bütün erdemlerini konuşalım, tartışalım.
Başım gözüm üstüne…”
***
Arkadaşım eline ve yüreğine sağlık!..
10 Kasım 2006
Ergani Haber Gazetesi