/

Çayönü ve Tarihin Dönemlere Ayrılması

okuma süresi: 10 dk.

Çayönü (Qotê Ber Çem), Diyarbakır’a bağlı Ergani ilçesinde Hilar köyü sınırları içerisinde bulunan bir ören yeridir. Güneydoğu Anadolu Tarihöncesi Araştırmaları Karma Projesi kapsamında burada yapılan arkeolojik kazılar sonucunda ortaya çıkartılan bulgular nedeniyle kültür tarihimizde önemli bir yeri vardır. Halem Çem (Diyarbakır) ve Nevala Çori (Urfa) ile birlikte neolitik dönemin (cilalı taş devrinin) en iyi, belki de en erken temsilcisidir.

Neolitik Dönem, insanoğlunun yerleşik düzene geçişinin başlangıcıdır. Çağımızın sosyal ve ekonomik düzenin temelini oluşturan bu dönemi, “insanoğlunun en büyük devrimlerinden birini gerçekleştirildiği çağ” olarak nitelendirenlerin yanında, “on binlerce yıl süren bir aşamadan sonra ulaşılan evrim” olarak nitelendirenler de bulunmaktadır. Çayönü’ndeki neolitik dönem, MÖ. 7250-6750 yılları arasına, yani günümüzden 9.000 yıl öncesine denk gelen bir dönemdir.

Bu dönem ve Çayönü’ne dair okuduğumuz gazete, dergi ve kitaplarda sık sık neolitik ve neolitik dönem gibi kavramlarla karşılaşmaktayız. Tarihi konuları içeren yazı ve kitapları okurken de, tarihin paleolitik dönem, mezolotik dönem, neolitik dönem veya taş devri, tunç devri gibi belli dönemlere ayrıldığını görmekteyiz.

Peki tarihi kimler, neden ve neye dayanarak dönemlere/devirlere/çağlara ayırıyor böyle? Tarihin bu şekilde dönemlere/devirlere/çağlara ayrılması ne kadar doğrudur?

Bu yazımda tarihin nasıl dönemlere/devirlere/çağlara ayrıldığının öyküsünü ve bu konudaki eleştirilere kısaca değinmek istiyorum.

Eski Yunanlar kendilerine Hellenler, anlamadıkları başka dillerde konuşan yabancılara da “barbar” (barbaraphos) derlerdi. Kendilerin efendi, barbarların köle yaratılışlı olduğunu düşünürlerdi. Sonradan barbar sözcüğü “barbarico” biçiminde Romalılara geçti. Hıristiyanlık, yaşam biçimi farklılıklarını dile getiren bir ayrım yerine, Hıristiyan-dinsiz biçiminde düşün farkını hatta inanç farkını dile getiren ayrımı esas aldı. İslâm dünyasında da bunun koşutu olan müslim-gayrimüslim ayrımı egemen oldu.

Hıristiyanlığın düşünce dünyası üzerindeki baskısı çok sonraları azalınca, Batıda, Aydınlanma Çağı düşünürleri kendi toplumları ile sömürgelerde yaşayan topluluklar arasındaki farkı “uygar toplum” ve “yabani/barbar topluluklar” terimleriyle yaşam biçimi ayrımını açıklamaya çalıştılar.

Bu anlayışın bir uzantısı olarak insanlık tarihini ilk kez bir bütün olarak ele almaya çalışan Fransız düşünür Charles Fourier (1772-1837) Toplum ve Endüstrinin Yeni Dünyası (1829) adlı yapıtında, toplumun tarihsel gidişinin ilkellik, yabanıllık, ataerkillik, barbarlık, uygarlık olarak beş aşamadan geçtiğini öne sürdü.

Bu yaklaşım, daha sonraları İngiliz doğa bilimcisi Charles Robert Darwin (1809-1882)’in Türlerin Kökeni (1871) ve İnsanın Türeyişi (1877) yapıtlarında öne sürdüğü “evrim” kuramının etkisiyle, tarihsel bir boyut kazandı. Batı düşünürleri zamanla toplumları uygar ve yabanıl toplum olarak sınıflandırmaya, kendi toplumlarının da geçmişte evrim geçirerek uygar topluma geçildiğini düşünmeye başladılar.

İnsan toplumlarının geçmişine ilk olarak evrimci bir açıdan yaklaşan Kopengah’lı bilgin C. J. Thomsen’dır. 1819’da, kendisine Danimarka Ulusal Müzesi’ne gelen parçaları sınıflandırma görevi verildiğinde, onları o zamana dek yapıldığı gibi türlerine göre değil, yapıldıkları nesnelere göre sınıflandırdı. Taştan, tunçtan ve demirden yapılan parçaların kronolojik bir sıra izledikleri düşüncesiyle, bunların yapıldıkları dönemler için “taş çağı”, “tunç çağı”, “demir çağı” adlarını kullandı. Bu, insanlığın çağlarını teknolojik bir ölçüte göre sınıflandırma girişimiydi.

Kanadalı arkeolog ve etnolog Daniel Wilson (1816-1892), 1851’de, tarihin yazılı belgeler görülen bölümüne “tarih” veya “yazılı tarih” (historic times) dönem, yazılı belgelerden, yani yazının kullanılmasından önceki bölümüne de, “tarihöncesi” (prehistoric times) dönem adını verdi. Kültürel bir ölçüte, yani yazıya göre yapılan bu sınıflandırma, ileride yapılacak olan ilkel topluluk-uygar toplum sınıflandırmasıyla kabaca çakışacaktır.

İngiliz bankacı, politikacı, doğa bilimcisi ve arkeolog John Lubbock (1834-1913) Tarihöncesi (1865) adlı yapıtında taş çağını “eskitaş çağı” (paleolitik) ve “yenitaş çağı” (neolitik) olmak üzere ikiye böldü. Daha sonra bunlar arasına, minitaşların (mikrolitlerin) ağır bastığı dönem olan “ortataş çağı” (mezolitik) yerleştirdi. Böylece tarih; araçların yapıldığı nesnelere göre 1. eskitaş çağı, 2. ortataş çağı, 3. yenitaş çağı, 4. tunç çağı, 5. demir çağı olarak beş çağa bölünmüş oldu.

Tarih bir yandan teknolojik ve kültürel ölçütlere göre çağlara bölünürken öte yandan bazı bilim insanları insan topluluklarının geçirdikleri gelişme aşamalarını ekonomik ve toplumsal ölçütlere göre saptamaya çalıştı. Yine John Lubbock, İskandinavya’nın ilkel Yerleşimcileri (1868) adlı yapıtında, tarihteki toplumları ekonomik yaşamları açısından sınıflandırmaya çalıştı. Bu sınıflandırmaya göre, insanlık, 1. avcılık, balıkçılık, toplayıcılık, 2. çobanlık, 3. tarım, 4. uygarlık aşamalarından geçmiştir.

İngiliz antropolog Edward B. Tylor (1832-1917) Antropoloji: İnsanlık ve Uygarlık Çalışmaları İçin Bir Başlangıç (1881) adlı yapıtında, Fourier’in daha önceden yaptığı sınıflandırmayı anımsatırcasına; insanlık tarihini 1. “yabanılık”, 2. “barbarlık”, 3. “uygarlık” dönemlerine ayırdı. Bu, antropolojik bir sınıflandırma olmakla birlikte, temelde ekonomik ölçüte dayanıyor ve bir noktada kültürel bir ölçüt de (yazı) devreye sokulmuştur.

Tylor’dan önce Amerikalı etnograf ve tarihçi Lewis Henry Morgan (1818-1881), 1877’de, Eski Toplum ya da İnsanlığın Yabanıllık Aşamasından Çıkıp Barbarlıktan Geçerek Uygarlığa Ulaşan Yönde Gelişmesinin Ana Çizgileri Üzerine Araştırmalar adlı yapıtında, aynı sınıflandırmayı ekonomik, toplumsal temellere dayandırarak ve çağların/dönemlerin alt ayrımlarını da yapmaya çalışarak yapmıştır. Yabanılık çağını; a. İlk insandan ateşin bulunmasına dek geçen aşağı yabanılık, b. Ateşten, okun ve yayın bulunmasına dek geçen orta yabanılık, c. Ok, yaydan çömlekçiliğe dek yukarı yabanılık olmak üzere üçe bölmüştür. Barbarlık çağını da aynı biçimde üç döneme ayırmıştır: a. Çömlekçilikten sürücülüğe (çobanlığa) dek geçen aşağı barbarlık, b. Sürücülükten demirin ergitilmesine dek orta barbarlık, c. Demirden alfabenin (yazının) bulunmasına dek gecen dönemi yukarı barbarlık saymıştır. Alfabeden zamanına dek geçen çağı ise, uygarlık çağı olarak adlandırdı.

Morgan’ın bu sınıflandırmada kullandığı ölçüt daha çok teknolojik olmakla birlikte, ekonominin dayandığı teknolojik göstergeleri ele aldığı için, Marx’ın ve Engels’in “üretim biçimleri”ne göre yapacakları sınıflandırmaya bir nevi ortam hazırladı.

Alman siyaset bilimcisi ve düşünürü Karl Marx (1818-1883)’ın Morgan’ın çalışmalarına dair tuttuğu notlar ve Morgan’ın çalışmalarına dayanarak düşünür ve siyaset bilimcisi Friedrich Engels (1820-1895) Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’ni 1984 yılında yayınladı. Marx ve Engels, toplum biçimlerini beş aşamalı evrimci bir sınıflandırmaya tabi tutarken, Morgan’ın terminolojisini kullanıp, onun çalışmalarından yararlandılar. Morgan’ın yabanılık ve barbarlık dediği aşamaları “ilkel komünal toplum”un içine sokup; uygar toplum çağını köleci, feodal, kapitalist toplum aşamaları olarak üçe böldüler; bunlara bir de geleceğin komünist toplumunu eklediler. Bu, üretim biçimlerine dayandırılan ve ekonomik ölçüt kullanılarak yapılan bir sınıflandırmadır.

Avustralyalı arkeolog Gordon Childe ( 1892-1957) ise, Avrupa Uygarlığının Aydınlanışı (1925) adlı yapıtında, ilk olarak “yiyecek üretimi” ölçütünü kullanarak, uygarlık öncesi dönemin üretim öncesi ve üretim sonrası kesimleri arasındaki büyük farklılığa dikkati çekti. Yiyecek üreticiliğinin önemini vurgulamak için “neolitik devrim” kavramını öne sürdü. Tarihte Neler Oldu (1942) adlı yapıtında da “paleolitik yabanılık”, “neolotik barbarlık” ve “uygarlık” çağları terimleriyle, teknolojik ölçütle toplumsal ölçütü uzlaştırmaya çalışarak, birlikte kullanan bir sınıflandırma sundu. Bunların yanı sıra ekonomik ölçütü de kullanıp; paleolitik yabanılık çağının “yiyecek toplayıcı ekonomi”ye, neolitik barbarlık çağının “yiyecek üretici ekonomi”ye sahip olduğunu belirtti; “kent devrimi” dediği ve çok önemli bir yapısal farklılaşmayla geçildiğini söylediği uygarlık çağının “tunç çağı”, “erken demir çağı”, “feodalizm”, “burjuva kapitalist ekonomisi” olarak alt ayrımlarını yaptı.

Tarihin bu şekilde yapılan sınıflandırma ve adlandırılmasına bir bütün olarak karşı çıkanlar da olmuştur. Örneğin Avustralyalı antropologlar Catherine Berndt ve Roland M. Berndt (1916-1990) Barbarlar adlı yapıtlarında, yabanıl, barbar, uygar sınıflandırmasını, sanayi toplumunun yazarlarının değer yargılarıyla yüklü ve “bilimsel giysiler giydirilmiş” küçültücü yüklemli sözcüklerin kullanıldığı bir sınıflandırma olarak görmüşlerdir. İlkel-uygar sınıflandırmasının ise benzeri değer yargıları taşıyan “en inatçı” etiket olduğundan yakınmışlardır.

Bilim adamlarımızdan Alâeddin Şenel de, İlkel Topluluktan Uygar Topluma adlı kitabında, bu konuya değinmektedir. Özetle: Gerçekten, özellikle yabanıl (vahşi) ve barbar sözcükleri ne kadar değer yargılarından arındırılmış bilimsel anlamlarında kullanılırsa kullanılsın, birliklerinde değer yargıları taşımakta, değer yargıları taşıyan anlamları çağrıştırmaktadırlar. Bu terimlerin talihsizliği bilim sözlüğüne önyargılar sözlüğünden alınmış olmalarıdır. Şimdiye dek tutunmuş olmaları Marx, Engels kanalıyla Marksist sözlüğe girmiş olmalarındandır. Uygar, uygarlık, uygar toplum terimleri, ondokuzuncu ve yirminci yüzyılda Batılı yazarların geniş ölçüde “kültür emperyalizmi” kavramı içine sokulabilecek etkinliklerin sonucunda, bilimsel anlamı dışında anlamlar kazanmış, Batı uygarlığını çağrıştıran terimlerdir.

Tartışma sadece bir etiket tartışması değildir; aynı zamanda bir bakış açısı farkını yansıtmaktadır. İlkel sözcüğünün kullanılmasına karşı çıkan yazar ve düşünürler, bu sözcüğün çağdaş ilkel topluluklar için kullanıldığında bu toplulukların bazı karmaşık yönlerini göz ardı ettiğinden yakınmaktadırlar. Ama ne yazık ki, tüm karşı çıkışlara karşın, ilkel ile uygarlık terimlerinin yerine önerilen terimlerin hiç biri tutunamamıştır.
***
Doğada her şey görecelidir. Çünkü doğada ölçü için bir dayanak noktası yoktur. Bu nedenle bütün ölçüler veya ölçümler seçilen bir başlangıç noktası temel alınarak yapılır/veya yapılmalıdır.
Doğada olduğu gibi, toplumların gelişiminde de ölçü için belli dayanak noktalarının alınması gerekir. Nazım Hikmet bir şiirinde; “Ben sadece ölen babamdan ileri,/doğacak çocuğumdan geriyim,” diyerek, kendisini dayanak noktası yaparak tarihsel sürece kendince bir ölçü getirmiştir. Başka bir yerde de, “gelecek günler, geçen günlerden güzeldir eninde sonunda…” der.

Bizler, belli dayanak noktalarını alıp, tanımlamalarda bulunurken, geçmiş dönemde yaşayan insanlara haksızlık etmemeliyiz. Bilimsel olmanın gereği, onları “küçük” gören, “aşağılayıcı” değerlendirmelerden ve önyargılardan uzak olmalıyız. Aynı “aşağılayıcı” değerlendirmelere yarın bizler de maruz kalabiliriz. Örneğin ölçü, dayanak noktası 2000 yılı alınırsa, 1000 yıl sonra yaşayanlar bizler için nasıl bir değerlendirmede bulunacaklar acaba? “İlkel”, “vahşi”, “barbar” mı olacağız? Yoksa bizler için farklı tanımlamalar mı yapılacaktır?

“İlkel”liğin, “vahşi”liğin, “barbar”lığın veya daha geniş anlamda ilkel ile uygarın dayanak noktası, ölçüsü nedir?

Her şey kendi zaman dilimi içerisinde değerlendirilse daha doğru olur diye düşünüyorum.

14-21 Nisan 2006
Ergani Haber Gazetesi

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.