1985’te zorunlu nedenlerle İstanbul’a yerleştim. Bu yerleşmemden sonra, ziyaret maksadıyla mutlaka yılda bir iki defa Ergani’ye gidip-gelmekteyim. Bu gidiş-gelişlerimde genellikle, çalışan biri olmam nedeniyle, sınırlı bir zaman dilimi içersinde akraba, arkadaş ziyaretleri yapabilme şansım oluyordu. 2005’te Çayönü’nden Ergani’ye: Uzun bir yürüyüş kitabım çıktığında, kitabın tanıtım ve satımı için Ergani’de uzunca süre kalma ve bazı gözlemlere tanık olma şansına sahip oldum.
Bu gözlemlerimi kısacada olsa sizlerle paylaşmak istiyorum:
1) Son 20 yıl içerisinde Ergani’nin merkez nüfusu oldukça artmış, demografik yapı hemen hemen değişmiştir. Ergani’nin eski yerleşimcileri can güvenliği nedeniyle, çocuklarını daha iyi bir kentte okutma istemiyle, refah düzeyinin yüksek olduğu yerlerde yaşama arzusuyla başka kentlere göç etmiş. Bunların yerine, hatta daha fazlasıyla, köyleri yakılan yıkılan ve can güvenliği kaygısı taşıyan köylülerce ve ayrıca, “şehir ekmeği”nin kolaycılığına kaçanlarca doldurulmuş.
Bu durum, Ergani’nin demografik yapısını değiştirme ve sosyal yaşamını çok karmaşık hale getirmenin yanında, yaşamı daha geri bir konuma çekmiştir.
2) Artan nüfus ve göç sonucu, Ergani fizikî anlamda şişmiş (büyüme değil!), kısıtlı olan hizmet ve yatırımlar hemen hemen durma noktasına gelmiştir. İlçe alabildiğine çirkinleşmiştir. Yönetenler “dünyalıklarını doldurmak”tan zaman bulamadıkları için, “taş üstüne taş” konulmamış; imar, altyapı, estetik denilen şeyler tümden yok olmuştur. “İşini bilen”ler istedikleri şekilde yapılarını kondurmuş; cadde ve sokaklar nerede başlayıp, nerde bitiyor belli değil!
-Her taraf toz, toprak ve pislik içinde. Özellikle yazın içme suyu ve kanalizasyon yokluğu büyük sorun yaratmakta.
-Ve yine artan nüfus ve göç sonucu işsizlik artmış; çarşıda su satan, boyacılık yapan çocukların sayısında çok büyük bir artış olmuş.
Eskiden de çocuklar su satıyordu, boyacılık yapıyordu, ama sayısal olarak bu kadar çok değillerdi. Ve eskiden, dilenen ve “el açan” çocuk yoktu veya çok azdı.
3) İnsanların yaşam kalitesi gerilemiş, her taraftan yoksunluk ve yoksulluk fışkırıyor. Buna karşın para ve maddi şeyler her şeyin önüne geçmiş. Dostluk, akrabalık, arkadaşlık, vefa, güven en alt düzeye düşmüş, değerler yok olmuş!
4) Çalışanı azalmış, çalışmayanı çoğalmış. Buna paralel kahvelerin, Cafelerin, meyhanelerin (birahanelerin) sayısı da artmış. Kahveler işsiz ve “boş” insanlarla dolu.
5) Dine sarılanların; camiye, hocaya, ziyaretlere gidenlerin sayısında artış var. İnsanların dini duygularını ifade etmeleri, inançlarını inandıkları türde yaşamaları en doğal haklarıdır. Acı olan, insanların bu dünyadan umutlarını kesmeleri ve bütün umutlarını “öte dünya”ya bağlamalarıdır: Umutlar tükenmiş/tüketilmiş!
6) İnsanlar bakımsız ve daha asık yüzlü. Yaşlı olmamalarına rağmen yaşlı gibi görünüyorlar. Yaşamdan bir beklentileri yok. Bir yerlerden hep “yardım” bekler gibiler.
7) Gelir dağılımdaki oranda dengesizlik çok büyümüş. “Olağanüstü Hal” imkânları ve konforlu yaşama istemi sonucu kişi başına düşen otomobil sayısında artış olmuş. İnsanların birçoğu kahveden eve-evden kahveye otomobille gidip gelmeye başlamış. Oysa hayat seviyesinin yüksekliği çok dolaylı yoldan otomobil sayısının artışı ile alakalıdır!
Bir yerdeki hayat seviyesinin yüksekliği veya düşüklüğü, nimet ve servetin azlığı ve çokluğuna, başka bir deyimle, üretimin azlığına-çokluğuna ve nimetlerin dağılımına bağlıdır.
8) Çimento Fabrikası’nın, her zaman, yoğun tozuyla çevreyi kirlettiğini ve ne fabrika ve nede ilçe yöneticilerin hiçbir önlem almadığı veya aldırmadığını gördüm.
Verilen dilekçeler dosyalarda, çekmecelerde; yazılan yazılarda gazete sayfalarında kalmakta.
9) Politikayla ilgilenenlerin sayısı çok azalmış. Siyasi parti, örgüt veya oluşumlara ilgi yok gibi. Eskiden insanların çoğu ve özellikle de gençler politikayla fazla ilgilenirlerdi.
Konuşmalarımızda; siyasi partilerin birbirinden farkı olmadığını, her parti kendi yandaşlarını düşündüğünü, parti yöneticilerinin kendi kasalarını, cukkalarını doldurduğunu, vatandaşı düşünenin olmadığını; sol örgütlerin ise dağıldığını ve var olanların ise güven vermediğini özellikle belirtiyorlar.
10) Kitap ve gazete okuma oranı çok çok düşmüş. Kütüphaneye yetişkinlerin hiç gittiğini görmedim. Gidenlerin de çoğu ödev hazırlığı için giden öğrencilerdi.
Okumadan, öğrenmeden nasıl kalifiye, nitelikli insan olacağız, nasıl işsizliği ve yoksulluğu yeneceğiz, nasıl hayatta ve ayakta kalacağız ve nasıl yaşama umutla, dört elle sarılacağız merak ediyorum?
Bunlar, gözlemlerim, izlenimlerim veya yanılgılarım. İnşallah yanılıyorum.
***
Yaşamda çirkinliklerin yanında güzel şeyler de oluyor. İzmir’de yaşayan, Erganili ilk karikatüristi Lütfü Çakın, anı/anlatı ve karikatürlerini Çizgilerin Dansı adı altında kitaplaştırdı. Kitap, 175 sayfa olup, yarısı anı/anlatılara ve diğer yarısı da karikatürlere ayrılmış. Bizler böylesine güzel bir eser kazandırdığı için kendisini kutlarım.
Kitap, anıların özlü bir anlatımı, ama diğer yandan da Ergani’den çıkışın, hayata tutunmanın ve bir direnmenin öyküsü. O, Ergani’den çıkarken, ne olacağını bilmeden İzmir serüvenine girişir.
“Benim için umursamaz olmak kolay değildi. Buğday başağı gibi savrulmuştum memleketimden uzaklara… bir lokma ekmek uğruna… Hoyratça yaşıyor, metropolde yıllarımı tüketiyordum. Sanki emanet yaşamak gibi. Yok yok, yaşam değil, imge bu.” diye yazıyor. Sonra, “… yaşadığım bu anıları sizinle paylaştığım için çok mutluyum. Keşke insanlar sanatçılara kulak verse! Keşke herkes onlar gibi düşünebilse, yaratabilse, üretebilse. O zaman dünyadaki sorunların tümü ortadan kalkardı!” diyor.
Kitabı zevkle okudum. Güzel bir anlatımı var. Sizlerin de kitabı bulup okumanızı öneririm.
16 Eylül 2005
Ergani Haber Gazetesi