Emeğin Dönüşümü

okuma süresi: 6 dk.

“Bir parça yiyecek uğruna kendisini parçalayan, ne iffetini koruyabilir, ne de mutluluğunu. Her an Allah’ın yasak kıldığı sınırı aşma tehlikesi yaşar. Yoksulluk acısı çekenin gözü kararır, en korkunç işlere rahatça atar kendisini. Haramdan helalden sakınmaya bilir. Oysa zenginlik böyle mi? Zenginlerin yüreklerinin huzurlu olmasını, gönüllerinin enginliğini gerektirecek çok neden yok mudur? Onlar değil mi, her gece güzelliğiyle güneşi utandıran sehvi boylu güzelleri bağrına basan? Her gün gençliğini yenileyen, Allah’ın bağışladığı her meşru keyfi tadan onlar değil mi?” Şeyh Sadî-i Şirazî/Gülistan

İnsanlarımız kendi öz deneyimlerinden yoksulluğu çok iyi bilmektedirler. Ve, Şeyh Sadî-i Şirazî’nin yukarıdaki tespitinden daha başka şeyleri de çok iyi bilmektedir: Zengin, sadece “meşru keyfi” değil, meşru olmayanı da tadar.

Ergani’deyken bir komşumuz vardı. Boyu posu yerinde, güçlü kuvvetli; eline bileğine ve ayağına çabuk biriydi. Yoksul kalmamak, yoksul olmamak için ne iş bulsa yapardı. Bağ budama, ağaç kesme, odun kırma, bel kazma, orak biçme, dam loğlama, damlardan kar atma, inşaatlarda amelelik gibi daha birçok vasıfsız işlerde gece-gündüz durmadan hep çalışırdı. Sanki vasıf gerektirmeyen işler onun için vardı. Bu işlerin dışında, birde başkalarının bağ ve bahçesini veya tarlasını ekip biçerek, cananlık yaparak, çoluk çocuğunu beslemeye, onların rızkını çıkartmaya çalışırdı. Kaba, güç gerektiren hiçbir işten yılmazdı, korkmazdı: Çalışmak için yaratılmıştı. Ama bu kadar çalışmasın karşın, yine de doğru dürüst karınları doymazdı.

Bu komşumuz ince işlerden, hesap-kitap gerektiren işlerden hiç ama hiç anlamazdı. Kaba güç, kuvvet, bilek ve pazı gerektiren işlerden anlardı. Ama bu komşumuzun kardeşi, az çok hesap-kitap işlerinden anladığı için, kısa süre amelelik yaptıktan sonra, babamın da teşvikiyle, Ergani’nin aranan inşaat ve taş yontma ustalarından biri oldu: Vasıfsızlıktan çıkıp, “usta” vasfını kazandı. En iyi taş yontucusu ve en iyi duvar örücüsü oldu: Emek, nitelikli emeğe dönüştü.

Kitaplar, insanın doğayı değiştirmek için gerçekleştirdiği bilinçli ve yararlı çalışmayı emek olarak tanımlamaktadır. Deniliyor ki, insanlaşma emek’le başlamıştır. Hayvan doğadan toplar; insansa doğayı emeğiyle üretir, değiştirir ve kendi hizmetine sunar. “Önce emek” vardır; sonra el, dil ve bunların ürünü olarak düşünce. “El, emeğin ortaya koyduğu bir üründür”. Düşünce ve onun maddi iskeleti olan dil ise, emek sürecinde insanların birbirleriyle zorunlu olarak kurdukları ilişkiden doğmuştur. Emek, insanı ve insan toplumunu yaratmış, bunun sonucu olarak da insan beynini ve bilincini oluşturmuştur. İnsan, emeğiyle doğayı değiştirirken kendisini de değiştirmiştir. Değişme süreci, insan’ın insanlaşmasıyla başlar ve Çayönü’deki eli taş baltalı insanlardan günümüzün uzaya ayak basmış insanına kadar sürer.

Süreç, şimdi hayal bile edilemeyecek çok üst aşamalara doğru devam etmekte… Sanayi ötesi toplumun temelleri atıldı veya atılmakta. Bölgemiz ise çok ilginç bir coğrafyada bulunmakta, hem sanayi öncesi ve hem büyük oranda olmasa bile sanayi toplumunun özelliklerini barındırmaktadır. Bir yanda karasaban, bir tarafta internet; bir tarafta töre-namus cinayetleri, ana dil üzerinde baskılar, diğer tarafta AB normlarının yaşama geçirilmeye çalışılması gibi. Ama bilmemiz gereken, feodal üretim ilişkilerinin hızla kapitalist üretim ilişkilerine yerini terk ettiğidir. Kapitalist üretim ilişkileri ise evrilerek gelişmektedir. Bunun sonucu, niteliksiz emek, yani vasıfsız emek yaratma ve değiştirme niteliğini yitirme sürecine girmiş bulunmaktadır. Bu nedenle, her geçen gün, nitelikli emek daha çok değer kazanıyor ve kazanmaktadır. Örneğin; gazetelerin “İnsan Kaynakları” sayfalarını açtığımızda; üstün nitelikte işi/mesleği olan, nitelikli emeğe sahip yüzlerce elemanın arandığını görürüz. Ve, bu elemanlara ihtiyaç duyulurken, Bölgemizde -daha doğrusu tüm Türkiye’de, kahvelerde binlerce işsizin de iş aramakta veya iş beklemekte oldukları gerçeği var.

Bu çelişkilinin nedeni, işsiz veya iş arayanların nitelikli emeğe sahip olmamalarından kaynaklanıyor.

Emeğin niteliksel değişimi sonucu, işçi sınıfı da yapısal bir değişime uğradı: Emeğin gücü azaldı, zayıfladı. Yoğun emeğin veya satılan işgücünün yerine ileri teknolojiyi kullanan, pazarlama tekniklerini bilen, banka ve borsa işlemlerini yakın takip eden ve olabilecekleri öngörebilenler, yani “beyaz yakalı” diye tabir edilen hizmet sektöründe çalışanların önemi arttı ve bunlar ön plana çıktı. Ayrıca, yazar ve sanatçılar da geleceği öngörerek, bu beyaz yakalılara esin kaynağı olmaktadırlar. Dahası, insan emeğinin yerini büyük oranda birer ileri teknoloji ürünü olan robotlar, bilgisayarlar ve bilgisayar destekli araçlar/cihazlar aldı. (Bu gelişme büyük oranda işsizliği de getirdi ve getirecektir.)

Hizmet sektöründe çalışan mühendis, doktor, eczacı, planlamacı, programcı, bankacı ve pazarlamacıların gerek psikolojileri ve gerekse entelektüel yapıları, sadece kendi işgücünü satan işçiden çok farklı ve de daha ilerde. Bu nedenle, bunlar, toplumun biçimlenmesinde, ekonomi ve politikada daha çok belirleyici olmaktadırlar. Sendikaların, sosyal demokratların, sosyalist veya komünist parti ve hareketlerin zayıflaması veya etkilerinin azalmasının bir nedeni de bence bundandır (başka nedenler de var tabi).

Köylülerimizin veya çiftçilerimizin durumu da, işçilerden farklı değil: Karasaban veya traktör kullanarak veya gelişigüzel, bol kimyasal gübre ve hormon kullanarak sanayi ötesine varılamaz. Ekonomide, tarım ve hayvancılığın önemli bir paya sahip olmasına karşın; çiftçilerimiz, köylülerimiz veya bunları temsil eden resmi ve sivil kuruluşlar genetik mühendisliği, biyoteknoloji ve mikro-biyolojinin, tarım ve hayvancılığımız için ne gibi olanaklar yarata bilir diye acaba hiç düşünüyorlar mı, bu konuda ileriye yönelik bir plan veya projeleri var mı?

Her şey arayışla başlar, arayışsa soru sormakla. Soruyla cevap bir bütünün iki parçasıdır. Soru yoksa cevabında olmayacağı gerçeğinden hareketle şu soruyu kendimize sormalıyız:

Türkiye’nin sanayi ötesi uygarlığı yakalayıp, çağdaş topluluklar içerisinde onurlu bir yer edinebilmesi için, kafalarımızın ve iradelerimizin özgür olabilmesi için ve nitelikli emeğe olan ihtiyacı gidermek için eğitim düzeyini bu gelişmelere uygun olarak nasıl çağdaşlaştıracağız?

Dünyamızda önemli ve de çok hızlı gelişmeler ve değişimler yaşanırken, bazı kurum ve kuruluşlar bazı düşünce veya akımlar bu gelişmelere akılsızca karşı gelmeye çalışmaktadırlar. Boşuna! Ve yine bazı çıkar grupları ve geleceği öngöremeyen “Kıyamet habercileri” koro veya solo halinde yüksek sesle felaket şarkıları söylemektedirler. Kahvelerde oturanlarımızda, “Dünya fıttırdı!” diyerek düşünce hayatımıza muazzam katkıda(!) bulunmaktadırlar.

Tarihsel gelişmenin önüne geçmek mümkün değil!

Dünün düşünce ve kavramlarıyla artık bugünü açıklamamız mümkün olmadığına göre; değişimin diyalektiğini kavrayarak, bugünü anlamamız, gelişmelere koşut devrimci politikalar üretmemiz için yeni bir bilinç, yeni bir anlayış ve yeni bir davranışla yeni düşüncelere, yeni kavramlara ihtiyacımızın olduğuna inanmaktayım.

Sonuç: Küreselleşen dünyamızda emeğin niteliği değişirken, dünyamız yeniden şekillenirken, biçimlenirken bizler, gelişmelere, etrafımızda olup bitenlere duyarsız kalmamalı, değişime hazır olmalı, değişimi içselleştirmeli ve ileri bir toplum için bir şeyler yapma gayreti içinde olmalıyız diye düşünüyorum. Çünkü başka şansımız yok!
Geleceğin dünyasında günümüzün sıradan insanına yer olmayacaktır!

29 Temmuz ve 5 Ağustos 2005’te Ergani Haber‘de yayımlandı.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.