12 Eylül’ü Unutmadık, Unutmayacağız

okuma süresi: 7 dk.

İsa Tekin

İşte IMF ve CIA’nın gizli darbe haritası Tanıklar, mağdurlar 12 Eylül’ü anlatıyor

AMED (09.09.2009)- 12 Eylül faşizminin simgesi, Türkiye’nin Ebu Garip’i ve Guantanamosu ‘Diyarbakır Cezaevi’nin izleri okul yapılarak gölgelenmek ve silinmek isteniyor. Ama ne mümkün. Dönemin Sıkıyönetim Komutanı Kemal Yamak’ın anıları bile bir suç itirafı ve belgesi. İşkence mağdurlarının anlatımları da birer belge.

İnsan hakkı=terörist hakkı
Diyarbakır Cezaevi, 12 Eylül’ün simgelerinden biri. AKP hükümeti, dönemin Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanı Kemal Yamak devlet töreniyle uğurlanırken, 12 Eylül faşizminin simgesi işkencehaneyi okul yaparak unutturmak için düğmeye bastı. Ama The Times’ın 29 Nisan 2008’de ‘Dünyanın en kötü 10 cezaevi’ içerisinde gösterdiği cezaevinde yaşanan o dehşet anlarını, insanlık suçlarını ‘terörist hakkı’ deyip unutturmak kolay değil.

20 tutsağın aldığı ağır darbelerle, beş tutsağın açlık grevi direnişinde öldüğü, beş tutsağın kendini asarak, dördünün de yakarak yaşamına son verdiği ‘Diyarbakır Cehennemi’nin mimarlarından hiçbir ceza almadı. Tutsakların lağımda yüzdürüldüğü, tutsaklara avuç avuç dışkı yedirilerek ‘Türkçe konuş, çok konuş’ dayatmasında bulunulduğu bu cezaevinin sorumlularından biri Kemal Yamak. Dönemin Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanı Yamak’ın anıları, 1981-1984 yılları arasında 34 kişinin öldüğü, yüzlerce kişinin sakat kaldığı Diyarbakır Cehennemi’nin bir belgesi.

Yamak ve Gölgede kalan işkenceler
Özel Harpçi eski Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Kemal Yamak, ‘Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler’ adlı kitabında cezaevinin adının “Diyarbakır Cehennemi’ne çıktığını kabul ederek, açıkça “Bu cezaevi, Sıkıyönetim Askeri Cezaevi’ydi. Uygulanması gereken kurallar ve alınması zorunlu tedbirler vardı. Bunları yerine getirmek, ‘cehennem yaratmak’ ise bu cehenneme gelmemek, düşmemek ve suç işlememek suretiyle dışarıdaki cenneti seçmek kendilerinin elindeydi” diyor. Yamak, Ebu Garip’in, Guantanamo’nun komutanlarına taş çıkartıyor: “Onların istedikleri ‘insan hakkı’ değil, bu isim altında maskelenmiş ‘terörist hakkıy’dı.”

7 yıl boyunca Özel Harp Dairesi’nde görev yapan ve daire başkanlığına kadar yükselen Yamak, işkencenin faydalarını anlatırken çok mutlu ve gururlu: “Askeri Cezaevi Komutanlığı her koğuşa Atatürkçülük’le ilgili el yazısıyla birer dosya hazırlamaları görevi vermiş ve bunu bir yarışma havasına sokmuştu. Bu dosyaların hazırlanış şekli ve içinde taşıdığı muhtevayı, birçok liselerimiz ve hatta o zamanki bazı üniversitelerimiz bile hazırlayamazdı. Artık pek çok mahkum ‘askeri cezaevi’ yerine, ‘okulumuz’ deyimini kullanıyordu.”

Hem savcı, hem yargıç, hem cellat
Emekli olduktan sonra Turgut Özal’ın ölümüne kadar Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği görevini yürüten Kemal Yamak, “Felat Cemiloğlu’nun Hasan Cemal’in Kürtler kitabından yer alan söyleşine atıfta bulunduğu bölümde ise gayet masum görünmeye çalışırken işkenceyi aklama derdini dışa vuruyor: “Cezaevinde cereyan ettiği ifade edilen olayları tasvip etmek asla mümkün değildir. Hatta bazı olayları, hayal etmek bile düşünülemez. Ancak Sayın Cemiloğlu’nun cezaevinde tek olmadığını, içlerinde çok azılı örgüt mensupları bulunan ve sayıları binlerle ifade edilen, her zaman olay çıkarmaya hazır, cezaevini kendi kontrollerine almaşa çalışan ve firar yolları arayan bir grubun varlığını; alınan tertip ve tertiplerin bu bütüne yönelik olduğunu unutmamak gerekir.”

Komutanlar, anılarını anlatırken genellikle kaş yapayım derken göz çıkartıyor. Kemal Yamak da onlardan biri. İşte Yamak’tan yaman bir itiraf: “İlk APD (PKK) davası açılırken, savcının iddianamesini almış ve okumuştum. (…) Savcı arkadaşımla konuşmak istedim. (…) Düşüncelerimi söyledim, kendisini dinledim ve sordum: ‘Bu başlangıç bölümünü kısaltıp özetlemek, hatta gerekçeden çıkarmak davaya ne zarar verir?’ sorusunda kendisi de bu kısaltmayı kabul etmişti. Israr etseydi, ben sadece ikaz etmiş olacaktım. Müdahale etmeyecektim.” Hatırlanacaktır, Altay Tokat, yıllar sonra, kirli savaş yıllarında TSK’nın bu işi savcıların evine bomba atarak sürdürdüğünü itiraf etmişti.

Nazilere öykünmekle kalmadı
Anılarında iki yerde, “Öğrenci olarak bizlerin gönlümüz, bilenen bu etkiler ve Rusya’ya taarruz etmeleri nedeniyle hep Almanlardan yanaydı” şeklinde Hitlere ve Nazilere duyduğu sempatiyi açıkça dile getiren Kemal Yamak, kendini aklamak isterken, başka önemli itiraflarda da bulunuyor, değişik soruşturma ve dava konusu olan işkence olaylarını hatırlatarak 12 Eylül’ün bir işkence düzeni olduğunu açığa vuruyor:
“Bütün ikaz ve önerilerime rağmen bir köylüyü soğuk banyosuyla bina dışına koyup ifade almak isteyen ve ölümüne neden olan bir astsubayı ve benzerlerini affetmem mümkün olabilir miydi?” Ve “Hakkari’nin bir köyünde arama içine köye giden bir jandarma birliği ile köy halkı arasında bir çatışma çıktığını, ölen ve yaralan olduğunu öğrenmiştim. (…) ‘Ben size söyletmesini bilirim’ diyerek, herkesin gözü önünde kalabalıktan çağırdığı bir genç kızı ayaklarından baş aşağı tüfeğe astırarak, bilgi almaya zorladığı sırada ortalığın karıştığını öğrenmiştik.”

Kemal Yamak itirafları arasında bir büyük bir fişleme de var. Zira Kemal Yamak, anılarında “Bölgemizde hiç tahmin etmediğim kadar Ermeni vardı” dedikten sonra Diyarbakır, Hakkari, Mardin, Siirt tek tek hane ve kişileri sayıp “toplam 7002 hanede 39 214 kişi bölgemizde yaşıyordu. (…) Durumları yakından kontrol ediyordu” diye yazıyor.

‘Adalet ve Özgürlük Müzesi’ olsun
İşkence mağdurları, insan haklarının terörist hakkı denilerek ayaklar altına alındığı ‘Diyarbakır Cehennemi’ni gazetemize analattı, hükümetin cezaevini okul yapma girişimini değerlendirdi. Mağdurlar, devletin amacının bir utancı ortadan kaldırmak değil, Kürt halkının direniş geleneğini silmek olduğunu belirtti, cezaevinin utanç müzesi yapılmasını istedi.
Yazar Yılmaz Sezgin, 12 Eylül faşizmini, henüz 18 yaşındayken Amed zindanında karşıladı. İdama mahkum edilen Sezgin, insanı insanlığından utandıran işkencelere Amed zindanında tanıklık etti. Sezgin, “Tüm yapılan bu işkencelerde tek bir amaçları vardı, ilkin fiziki olarak teslim almak, daha sonra düşüncede, yürekte, beyinde tamamen ideolojik olarak teslim almaktı, yanı Amed zindanında bulunan tutsakların şahsında bir halkın özgürlük mücadelesi yok edilmek isteniyordu” diye tanımladı, sistematik işkenceyi.

Sezgin, “Cezaevinde vahşet öyle bir hal almıştı ki, sadece kurallara uymamız bu işkencelere katlanmamız yetmiyordu. Herkese itirafçılık ve ihanet dayatılıyordu. Bunun için de uygulanmayan, başvurulmayan hiçbir insanlık dışı yöntemi bırakmamışlardı” dedi ve ekledi: “Böylesi eşi görülmemiş bu uygulamalara karşı, bir o kadar da güçlü direnişler sergilendi. Bu vahşeti durdurmak, dayatılan ihanet politikalarını boşa çıkarmak, mahkemelerde siyasi savunmalar yapmak için Mazlum Doğan’ın eylemi, dörtlerin eylemi, 14 Temmuz ölüm orucu bu vahşete bir cevaptı ve bir dur demekti. 14 Temmuz ölüm orucuyla dört arkadaşımızın şahadetiyle, devlettin Diyarbakır’da uygulamak istediği politika yenilgiye uğratılmıştı ve Amed zindanında kazanan 12 Eylül faşizmi değil, devrimci direnişti. Kendi kimliğini, halkın onurunu kazanarak, direnişimizin diğer bir adı da; var olma ile yok olma mücadelesinin kazanılmasıydı.”

Mustafa Muğlalı gibi yapabilirler
Yazar Sezgin, bugün ‘açılım’ adı altında yapılmak isteneni şöyle değerlendirdi: “29 yıl önce Diyarbakır zindanının bir askeri okul olduğunu söyleyen Esat Oktay’ının (Binbaşı Esat Oktay Yıldırım, Diyarbakır zindanının adı işkenceyle özdeşleşmiş komutanı) söylemi bugün farklı bir tarzda pratikleştirmek isteniyor. Yani, 29 yıl önce işkence ile insanlık dışı uygulamalarla, Kürt kimliğini inkâr ve asimile edilemediği Amed zindanı, bugün sözüm ona ilköğretim ve lise yapılmak istenmektedir. Bunun anlamı şudur: Tutsaklıkla asimile edilemeyen Kürt gençleri bugün başka metodla asimile edilmek istenmektedirler. Amed zindanı, Kürtlerin (var olma ve yok olma) mücadelesinin verildiği ve Kürt özgürlük mücadelesinin tarihinde önemli bir yere sahiptir. Yapılmak istenen bu tarihsel sürecin bilinçlerden silinmesi, yeni nesillere taşınmamasıdır.

Van Özalp ilçesinde 33 Kürt’ün ölümünde sorumlu Mustafa Muğlalı isminin bir kışlaya verilerek ödüllendirildiği gibi önümüzdeki dönemde Amed zindanı yerine yapılamak istenen okula da, Esat Oktay isminin verilmeyeceği ne malum. Amed zindanına bu şekilde bir yaklaşım, mücadele tarihinin çok önemli bir kesitinin tarihten yok edilmesidir.”

1982-1984 yılları arasında Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi’nde mahkum olan yazar Müslüm Üzülmez ise, “Yaşanmış acı ve direnişlerin tarihsel mekânını yıkıp yerine eğitim kompleksi yaparak, tarih belleklerden silinmek mi isteniyor acaba?” diye sordu. Üzülmez, “Doğru olan; toplumların tarihleriyle, korkularıyla, acılarıyla, utançlarıyla yüzleşmeleridir. Eğer bu yüzleşme gerçekleşmezse, toplumsal güven ve barış sağlanamaz” diye konuştu. Üzülmez, “Birilerinden intikam veya öç almak için değil; toplumsal adalet ve barışın sağlanması, güvenin oluşması için, Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi “Adalet ve Özgürlük Müzesi”ne dönüştürülmelidir. Bu, Kürt ve Türk halkının hayrına olacak bir girişim olarak algılanacaktır” çağrısında bulundu.

09.09.2009
www.atilim.org/…/Diyarbakir_cehennemi_golgede_kalmamali.html

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.