“Anı yazmak, ölümün elinden bir şey kurtarmaktır.” –Andre Gide
Her insanın hayatı bir romandır, ama her insan kendi hayatını, romanını yazamaz. Roman yazmak yetenek ister, beceri ister. Hatun Ateş Kurt kendi anı-romanını yazarak, bu konudaki beceri ve yeteneğini kanıtlayıp bizlere güzel bir roman armağan etmiştir.
Hatun Ateş Kurt; anı-romanında öğrenciliği ve öğretmenliği nedeniyle Ergani (Diyarbakır)’den yola çıkıp değişik zaman dilimlerinde doğudan batıya, batıdan doğuya gittiği yerleri; kendisini, ailesini, arkadaşlarını, eğitim camiasını, bürokrasiyi, memlekete dair sorunları, kısacası yaşadığı anıları güzel bir kurguyla anlatmaktadır. Anlatımı toplumsal tarihimizden bazı kesitleri sunmakta; tarihimizin bir dönemine ayna tutup, kendi geçmişimizle bizleri yüzleştirmektedir.
Roman, kendisini okutturan türden. Sade, edebi bir anlatımı var. Sanki önceden tutulmuş günlüklerin, sonradan gözden geçirilerek yeniden kurgulanması gibi. Ama kurgusu iyi. Yazar eserinde çocukluğunu, öğretmenliğini, mekân ve doğal güzellikleri anlatırken diğer yandan da eğitim, kadınların ezilmişliği, yoksulluk, geri kalmışlık, kimlik ve anadil gibi sorunları sorgulamaktadır. Sorgulamalarında karamsarlığa yer vermeyip, ufakta olsa yaşamdaki tatlı ve güzel yanları öne çıkartarak okuyucuya pozitif enerji vermektedir. “Sadece şunu bilmelerini istedim ki, hiçbir şey içimdeki ışığı söndüremeyecekti. Hepsini kulak ardı ettim. Benim için köy evim, köylüler de ailemdi. Gerisi çok da önemli değildi. Onlar, ne kadar gereksiz şeylere kafa yorduklarını, zamanla kendileri de göreceklerdi” (s.23) ya da “Üzerimizdeki bu susturuculuk, bizi sessiz ve kendine güvenmeyen, çocukluğunun keyfini çıkaramayan, korkak çocuklar yapmıştı. Allahtan mahallede ve aile içinde yaşadığım çocukluk, çok renkliydi”(s.33) satırları, bardağa hep dolu tarafından bakmasına güzel bir nişane bence. Mekân ve doğa betimlemeleri de şiirsel bir güzellikte. Kaş ilçesini, “Kaş; küçük bir sahil kasabasıydı. Sonbaharın parlak güneşi, lacivert denizin üzerinde dökülmüş kristaller gibi insana yaşama sevinci veriyordu. Dar sokaklarının iki tarafına dizilmiş beyaz badanalı, küçük tahta pencereli, çiçeklerle süslü balkonların, kırmızı çatılı evler…” (s.137) şeklinde anlatırken; Ağrı Dağı’nı farklı, bir başka güzellikte anlatılmaktadır. “Ağrı Dağı buradan daha yakın görünüyordu. Elini uzatsan dokunacakmışsın, yürüsen hemen varacakmışsın gibi. Yine başı dumanlı, elbisesi beyazdı. Etekleri yerde, kafası karmakarışıktı. Azametinden ayak değmese de, arkadaşı sadece kendisi olsa da, yol iz gitmese de, hiç kimseye dokunup sevmese de düşünceleri hep beyazdı. O hep dik, hep mağrur, yüksekten bakan heybetli duruşunu, insana güven veren güneş bakışını hiç bozmuyordu. Bu bölgede nerede olursanız olun, Ağrı hep bir yerlerden görünürdü size. Komşu gibi yakın olsa da, Kafdağı kadar, Anka Kuşu kadar uzaktı. Yaz akşamlarında bile güneşe inat, onun soğukluğunu hissedersiniz” demektedir. (s.219)
Doğayla köy insanlarının uyumu ve yoksulluğun çıplak anlatımı ise, romanın bir başka özelliği. Görev yaptığı köyü anlatmasında olduğu gibi. “Dağın eteklerine dizilmiş, çamur içinde, yan yana, topraktan yapılmış, küçük, kırık dökük kapılı evlere, sonbahar güneşi, parlak ışıklarını gönderince kuru soğuğa, ayaza aldırmadan yaşlı nineler, torunlarını güneşe çıkarır, duvarın rüzgâr almayan tarafına tüner, çocukların kafalarındaki bitleri, başparmaklarının arasında, çıt çıt sesler çıkartarak ayıklıyorlardı. Bu işlem; güneşli olan her gün yapılırdı”. (s.151)
Yazar romanında 12 Eylül darbesi ve bu darbeni toplumumuzda yarattığı sarsıntı ve yıkıma, döneme de tanıklık etmektedir:
“-Darbe olmuş! Parlamento feshedilmiş!
Kısa bir koşuşturmadan sonra, ev halkının tümü alt katta, radyonun başına toplandı. Radyoda; ‘Askeri darbe olduğu, silahlı kuvvetlerin yönetime el koyduğu, parlamentonun feshedildiği, tüm yurtta sıkıyönetim ilan edildiği, sokağa çıkma yasağı konulduğu’ söyleniyor, sık sık marşlar çalınıyordu.
Hayat bizim için başka bir boyuta geçmişti. Zaten hep yasaklar içinde büyümeye çalışan hayatımız, artık eve de hapsedilmişti. Bundan sonra atacağımız her adım, söyleyeceğimiz her söz kontrol altında olacaktı. Önce, kenarda köşede unuttuğumuz kitapları, alel acele banyo kazanında yaktık. Sonra sosyal içerikli hiçbir şey konuşmamaya başladık”(s.158) diye, tarihe not düşmektedir.
12 Eylül sonrası hazırlanan ve oylamaya sunulan ”Anayasa Oylaması”nın demokratlığı ve geçerliliği de ayrı bir mizah konusudur. Yazarımız 82 Anayasası için yapılan referandumda, çalıştığı köyde kendisinin de görevli olduğunu, oy kullanılacak okulun dışında jandarmanın silahlı nöbet tuttuğunu; köy muhtarının oylama esnasında köylülerle sürekli Kürtçe konuşup; “-Bra herkese, qağıta sıpi bave zerfe! Jı gundeme, bıra qağıta hışın, derneqevi! (Herkes beyaz kâğıt atacak! Bizim köyde hiç ‘mavi’ kâğıt çıkmayacak” uyarmasına rağmen, oylama sonucunda 4 tane mavi, yani hayır oyu ve 1 adet iptal oy çıktığını, bunun üzerine muhtarın tehditler savurduğunu, bağırıp çağırdığını, “bunlar benim düşmanlarım” diye köpürdüğünü olayın tanığı olarak anlatırken; “-Siz, insanların düşüncelerine hangi hakla karışıyorsunuz? İsteyen istediği şekilde oyunu kullanır. ‘İptal’ oyunu da, ben kullandım” diyemediğini yazarak, bu uğursuz Anayasa’nın nasıl bir halkoylamasından geçtiğini gözler önüne sermektedir. (s.159)
Kamuoyunda bugün “Kürt Açılımı” ve anadil sorunu alabildiğine tartışılıyor, ama geçmişte Kürt halkı ve Kürt Dili üzerinde yaratılan baskı ve yasaklamanın yarattığı travmalar öyle kolay kolay silinecek gibi değil. Hatun Ateş Kurt, romanında, bu travmanın örneklerini de anlatmaktadır. Arkadaşı Sevgi öğretmen Kürt olmasına karşın bir Kürt köyünde öğretmenlik yaparken Kürtçe konuşmaları anlamamaktadır. Çünkü “Sevgi Kürtçe bilmiyordu. Dedesi Şeyh Sait İsyanında öldürülünce, annesi bir daha hiç Kürtçe konuşmamış. Çocuklarının da konuşmasına, öğrenmesine izin vermemiş. Öldüğünde, kocasına vasiyet etmiş: “Çocuklarımı bu ateşten uzak tutacaksın, Kürtçeyi öğretmeyeceksin” demiş”. (s.108) Bir başka örnek de, bizzat kendisinin okulda eğitim esnasında yaşadığı bir olaydır. Köyde beden eğitimi dersinde çocuklara “Rahat, hazır ol! Sağ, sol…” diye komut verirken, her “Sol” dediğinde öğrenciler ayakkabılarını çıkartırlar. Çünkü ” ‘Sol’ Kürtçede ayakkabıydı. Onlar da, “Öğretmen ayakkabılarımızı çıkarmamızı istiyor” diye düşünüp, ayakkabılarını çıkartmaya çalışıyorlardı” diye yaşanan garipliliklere basit, ama anlamlı bir örnek vermektedir. (s.151)
Dahası, bayan bir öğretmen olması nedeniyle yazarımız olaylara, nesnelere, insanlara bir kadın duyarlılığı, sevgi ve yumuşaklılığıyla yaklaşmakta ve bakmakta; romanında yer yer kadınların sorununa, özellikle Kürt kadınlarının sorunlarına ve onların isyanına tanıklık etmektedir. Nusaybin’de bir aile gezintisinde gördükleri karşısında “Kadınlarda garip, insanı rahatsız eden bir sessizlik vardı. Bu konunun üstünde bile durmuyorlardı. Onlara ulaşmak, sanki mümkün değildi. Bu sessizlik, duvarlar örmüştü isyanlarına. En çok gözleri ele veriyordu onları. Mat, durgun, çaresiz bir ifade ile bakıyorlardı. İşçi arılar gibi sürekli hizmet ederek, sanki, bu düşünceleri yok etmeye çalışıyorlardı”(s.112) diye yazmaktadır. Doğubayazıt’ta gördüğü bundan farklı değildir. “Kadının toplum içindeki yeri sadece eviydi. Dünyayı omzuna yükledikleri kadını bu yükleriyle dört duvar arasına kapatıyorlardı. Aynı sofraya oturmayan, karşısına alınıp konuşulmayan kadınlarla yan yana da durulmuyordu. Buradaki kurallar belliydi. Toplum, büyük-küçük, zayıf-güçlü, zengin-fakir, kadın-erkek ayrıştırmasıyla, kurallarını koymuştu”(s.209) tespitiyle, belleklere kadın sorununu kazımaya çalışmakta; başka bir yerde ise, törelerin olumsuz etkisini dile getirmektedir. “Evlilik insanlar için neden dipsiz bir kuyu gibiydi? Neden giren çıkmıyordu? Yok kutsal müessese, yok gelinlikle girdin mi, kefenle çıkacaksın! Kim koyuyordu bu kuralları? Bu sosyal baskıya, neden sadece kadınlar uğruyordu? … Evet, bir yerlerde bir şeyler eksikti ve bu kadınlara ödetiliyordu” (s.185-186) diye, son noktayı koymaktadır.
***
Yazarımız/öğretmenimiz emekli olduktan sonra, doğup büyüdüğü ilçesi Ergani’ye döner. Öğretmenliğin ve sorumluluk duymanın verdiği alışkanlık nedeniyle gördükleri karşısında yaşadığı şaşkınlığı bizlerle paylaşmaya devam eder:
“Çok sevdiğim, yirmi yılımı, gençliğimi, hayata başlama noktamı bıraktığım, topraklara geri dönmüştüm.
Önce, yerleşim şekli beni hayal kırıklığına uğrattı. Evler tıkış tıkıştı, iç içe yapılmış, sokaklar hep çıkmaz olmuştu.
Sonra, o çok sevdiğim çarşısı…
Şimdi; yol boyu dizilmiş kahvelerin dışarı atılmış kürsülerinde, buraya ait olmayan, mor türbanlı adamlar oturuyordu.
12 Eylül döneminde boşaltılan köylerin, köylülerin evleri artık burasıydı.
Bu şehirdeki tüm güzellikler yetmişli yıllarda kalmıştı.
Hiçbir şey eskisi gibi değildi ve bir yerlerde bir şeyler hep eksik duruyordu…”
***
Bir Yerlerde Bir Şeyler Eksikti yazarımızın ilk eseri. Bazı eksiklikleri olabilir, ama bence güzel bir başlangıç. Hatun Ateş Kurt’un kendi özgün üslubunu bularak, çok daha güzel romanlar yazacağına inanıyorum. Kutluyorum.
(*) Hatun Ateş Kurt, Bir Yerlerde Bir Şeyler Eksikti, Kora Yayınları, İstanbul-Ekim 2009.
18 Kasım 2009 tarihinde Yeni Yurt gazetesinde,
19 Kasım 2009 tarihinde www.erganihaber.net sitesinde,
20 Kasım 2009 tarihinde Ergani Haber gazetesinde,
23 Kasım 2009 tarihinde www.habername.com ve www.kritize.net sitelerinde yayınlandı.