22 Kasım 2009 günü Ergani’nin tanınmış siması, sevilen insanı Abbas Solmaz’ı yitirdik.
Abbas Solmaz, tanınan ismiyle Cemekli Abbas yıldız olup gökyüzüne aktı.
Bir baba dostunun vefatının ardından bir şeyler yazmak zor olsa da, farklı ve renkli bu güzel insanı anlatmak istiyorum.
Cemekli Abbas’a “Dayı” derdim. Sadece ben değil, aslında Ergani’de veya nerede olursa olsun, onu tanıyan bütün gençler ona Dayı derdi. Ama benim Dayı demem diğerlerinden biraz daha farklı ve anlamlıydı. Çünkü o, kendine özgü biriydi, babamın en iyi arkadaşıydı, dahası akrabamızdı. Kendisiyle kahvelerde, taş işçiliğinde zaman zaman birlikte çalışmışlığımızda oldu. Onu birazcık olsa da anlatmam bir vefa borcunun ödenmesidir.
Abbas Solmaz, 1930’da Diyarbakır-Ergani’de doğdu. Dedesinin babası Mehmed Reşitoğlu Emer (Ömer) yaklaşık 235 yıl önce Konya Cihanbeyli’den gelip, Ergani’de Papaz Gölü civarına yerleşmiş. Kendisinin bana anlattığına göre, Cihanbeylili tanımlaması sonradan Cenbekli’ye, daha sonra da Cemekli’ye dönüşüp lakapları olmuş. Bu nedenle, Ergani’de büyüklü-küçüklü herkes ona “Cemekli Abbas” derdi.
Bahçecilik, bağcılık, kahvecilik, Ergani Etibank İşletmesinde Kesker (çakmak taşı) işçiliği yaptığı işlerden bir kaçıdır. 1974’te Ankara’ya yerleşti: Kahvelerde ocakçılık, seyyar köftecilik, çay ocağı işletmeciliği yaptı. Tutunamadı, tekrar Ergani’ye geri döndü.
Dayımın en çok yaptığı iş kahveciliktir. Ergani’de, Ankara’da çok uzun yıllar kahvehanelerde ve çay ocaklarında çalıştı. Ankara’da çok çayını içtim öğrenciliğim döneminde. Çayları her zaman şahaneydi. Zaten Erganililer’in dediğine göre, Abbas Dayı gibi çay yapan biri daha değil Ergani’ye, Dünya’ya bile gelmemiştir. Onun çay demlemesi, demlenen çayı kırması, çayları bardaklara doldurması, çayları servise hazırlaması, bardakları yıkayışı tam bir törensel nitelik taşırdı. Aşkla demlerdi çayı ve sevdiklerine zevkle sunardı çayları. Çok sonraları kahveciliği bıraktı. Kendisine atalarından miras kalan ufak bir arazide bağ, bahçe işleriyle uğraştı: Bahçesinde çok güzel güller yetiştirdi: Renk renk güllerin arasında yalnızlık çeken bülbüller gibi figanı arşa yükselmese de, ben, İstanbul’da onun sesini ve doğanın koynunda, doğayla barışık yaşadığını duyumsardım.
Babamın hakikatli bir dostuydu. Gece gündüz birlikteydiler. Sofibekir Cuma ve Cemekli Abbas denilince herkes dini bilgi ve dini yorumlayış biçimlerinden dolayı onları hayranlıkla dinlerdi. Birlikte içer, birlikte ilahi okurlardı, gazel çekerlerdi. Babamla arkadaşlığının başlama hikâyesini ve birlikte Rufaî tarikatına girişlerini 2003 yılında Sabahçı Kahvesi’nde bana şöyle anlatmıştı: “12-13 yaşlarındayız. Ben ve Harun (Akdeniz) bir tavuk çaldık. Sizin Büyük Bahçe’nin orada, derede pişiriyoruz. Tavuk pişti. Kendi aramızda pay ettik. Ben, tavuk biraz daha kızarsın deyip ateşte çevirirken baban arkadan gelip sessizce kaptığı gibi tavuğu koşmaya başladı. Ben kovaladım, baban kaçtı. Ben kovaladım, baban kaçtı. Sonra Aslan ismindeki köpeğini çağırdı. Kocaman çoban köpeği geldi, yanına oturdu. Artık benim yanına yanaşmam mümkün mü? Tavuğu baban afiyetle yedi. Sonra gelip yanımıza oturdu. Ve böylece tanıştık, samimi olduk. Ölünceye kadar bu arkadaşlığımız bozulmadı.
1953 veya 1954’de babanla Rufaî Tarikatı’na girdik. Muşlu Şeyh Şükrü babanın halifesiydi. Benim halifem ise Diyarbakırlı Hacı Ahmet Akyol’du. Kirve Hıdır (Çakır) bana türkü söyletti. Sonra kasideler yazdı verdi, yazdı verdi, yazdı verdi. Ezbere 84 kaside okurdum. Daha sonra, müritler arasında ayrılık oluştu. Müritler, ben ve babanı çekemez oldular.
Biz, o dönem tarikatta olmamıza rağmen gizliden gizliye içkide içiyorduk. Ayrılık oluşunca, Şeyhi babanı toplantıya çağırttı. Baban; “Ben sarhoşum. Gelmem!” deyince, Şeyhi; “Olsun, gelsin! Önemli!” dedi. O toplantıdan sonra artık aşikâr, açıktan içki içmeye başladık. Ayrılığın nedeni ise; bizden 15-20 sene daha kıdemli müritler vardı. Baban ve ben gençtik, ama bilgi ve zekâmızla tüm müritleri geride bıraktık. Bizleri kıskanınca iftiralar başladı. Baban tarikatı bıraktı, ben ise halen devam ediyorum. Hep Rabbimi aradım. Ne ben bulabildim, ne de Rabbim bir ışık gösterdi.”
Ve ardından, bir ara babamla aralarının açıldığını, birkaç gün konuşmadıklarını, sonra Babamın kendisine:
“Sensin hakikatlı kardaş
Atma bana böyle taş
Atarsan bari
At yavaş yavaş”
diye başlayan şiiri yazıp gönderince barıştıklarını anlattı.
Cemekli Abbas farklı özellikleri olan bir insandı. Her daim genç kalmasını, dolu dolu yaşamasını bilenlerdendi. Her ne kadar duygularına hâkim olamayıp zaman zaman gözyaşları yanaklarını ıslatsa da, benim bildiğim kadarıyla yaşama hep iyimser baktı. Gençlerle genç olurken, aynı zamanda gençliğin yaşama zevkini de yaşlılara taşıyan oldu. Zararlı çıksa da, maddi kayıpları olsa da, o, hep güzellikler peşinde koştu. Sarhoşluğun sersemletici etkisi yok olunca ne kadar dert, keder ve başka ne varsa hepsinin birer birer geri döneceğini bilmesine rağmen yine de içmesini ve özelikle de dostlarıyla içmesini severdi. Ve içtikçe bir başka söylerdi: Şarkı, türkü ve kasideleri, ilâhi ve mevlitleri… Son yıllarda içki ve sigarayı bırakmıştı. İçki alerji yapmakta, sigara soluğunu kesmekte, vücut tepki göstermekteydi. İçince vücudunda, yüzünde, boynunda kızartılar, yaralar oluşmaktaydı. Ama tavşankanı güzelim demli çaylar onu hiç üzmedi, hep keyifle içti.
O, dost meclislerinin her zaman aranan bülbül sesli, güzel sözlü bir simasıydı. Ve çok eminim: Kadehlerin gizemini, mezelerin renk ve lezzetini ondan daha iyi bilen yoktu. Onların meclislerinde sadece içilmez; ilahiler söylenir ve bazen de saatlerce filozofça konuşmalar yapılırdı. Anlayacağınız, tanrının “varlığı”, kulların “hiçliği” üzerine bitmez-tükenmez sohbetler, feyiz almalar-feyiz vermeler hiç eksik olmazdı. Meclisleri şendi: meclislerinde her zaman içki vardı, söz vardı, ilahî vardı, türkü vardı, şiir vardı; yar vardı, ilahî güzellik vardı, ilah vardı, aşk vardı. Genellikle ilahî aşk, tasavvuf ve “çok ince” derunî konular konuşulurdu. Konuşmalarda hep ilim ve irfan baş tacı edilirdi. Ama bu ilim ve irfanların içinde matematik, tarih, bilimsel-teknolojik gelişmeler; dünyanın gidişatı, dış politika-iç politika, Kürt sorunu, ekonomik durum, geri kalmışlık, kalkınma, plan, proje, üretim, işsizlik gibi konular yoktu: “Kıldan ince, kılıçtan keskin” konular; olmayana, soyuta dair şeyler vardı.
Onu dinleyip de hayran kalmamak, helak olmamak mümkün değildi. Sesinin güzelliğinin yanında, çok güzel şiir okurdu ve yazardı. Yazarken de öyle kâğıda-mağıda, deftere-meftere yazmaz, direk kafaya yazardı. Bütün yazdıkları ve ezberlediklerini kafasının içinde saklı tutardı. İster kendisinin yazdıkları olsun, ister başka ustaların yazdıkları olsun yüzlerce şiir, ilâhî, beyit, kaside ve gazelin hepsi aklındaydı. Kafasının içindeki hazinelik bu güzellikleri paylaşmak için, dayımın kafasının hoş olması lazımdı. Ancak kafası hoş olduğunda, yakın çevresindeki dostları o güzelim şiirleri dinleyebilirdi. Morali iyi, kafası hoş olduğunda doğaçlama olarak yüzlerce şiiri, ilahiyi, kasideyi, türküyü peş peşe söylerdi. Sadece kendi şiirlerini değil, Nesimî’nin, Yunus’un, Mevlâna’nın, Leylâ’nın, Mela Ahmedê Cizîrî’nin… sevdiği bütün şairlerin şiirini Türkçe, Farsça, Kürtçe, nasıl yazılmışlarsa öylece beyinde kayda alırdı. Okurdu. O, şiirleri, ilahileri, kasideleri bir defa kafasına kaydettikten sonra artık kime ait olduğunun, kim tarafından yazıldığının hiçbir önemi yoktu. Şiirleri kendisiyle özdeştirir, kendisinin olurdu sanki. Dayım ve arkadaşları meclislerde ilahî, beyit, kaside, gazel ve şiirler okurken hep kendi algılarına, düşüncelerine ve psikolojik durumlarına göre okur, yorumlar, anlatırlardı. Çoğu kez onların kimler tarafından yazıldıklarını söylemeyi bir tarafa bırakalım, sanki kendileri yazmış gibi, kendi mahlas ya da isimlerini kullanarak, eklemeler veya değiştirmeler yaparak şiir ve ilahileri anonimleştirip ortak bir ürün haline getirirlerdi. Onlar için, okunanların kimlere ait oldukları o kadar önemli değildi, önemli olan şiir, kaside ve ilahilerin ne söylediği ve bulunulan ortama, toplantıların anlam ve önemine uygun olarak en güzel şekilde okunmasıydı.
Ben, 2002 ve 2003’te dayımla Sabahçı Kahvesi’nde birçok kez oturdum. Kendisinden, kendisine ait şiirler okumasını istedim. Sağ olsun beni kırmadı, birçok şiir okudu. Okuduklarından bir kısmını o zaman not ettim ve bunların bir kısmını burada sizlerle paylaşıyorum. Bu şiirlerden hangisinin kendisine, hangisinin Yunus’a, Nesimî’ye, Mela Ahmedê Cizîrî’ye veya bir başka bilge insana ait olduğunu bulmaya çalışın. İşte okuduğu şiirler:
Bülbülüm şarkta vurar
Ne yaman vahta vurar
Felek vurmuş ağlarım
Utanmaz hahta vurar
Bülbül öter vahtında
Yar oturmuş tahtında
Her gelen bir söz söyler
Şu yaralı vahtımda
Bülbülüm ele karşı
Gözyaşım sele karşı
İçin için ağlarım
Gülerim ele karşı
Sarı güle vaht vurdu
Sinem yara taht oldu
Ötme bülbül ötme
Yar gelecek vaht oldu
***
Ver saki derdim tazelenmiş bu gece
Bir tek daha ver, sorma gelen kimmiş bu gece
Ey mıtrıba çal sazların mesti harabım bu gece
Be hûşi aklım elaman garki şaraba bu gece
Bu gece dünyayı tamam sensiz olsun bana harâm
Cananın vasfından kelam söyle cevabım bu gece
Mıtrıp bu dem saz edelim bir name avaz edelim
Aşk ile pervaz edelim kalsın kitabın bu gece(1)
***
Tulum panal yetiş, gel sevdiğim imdada yangın var
Dedi zahirde mi aşık, dedim iğfade yangın var
Safına kalbime yağlı paçavra attın ey mahpup
Bülend avazıyla dersin bakın deryada yangın var
Hicabından kızardı kırmızı gül ateşe döndü
Anın içün an deli bi aşıkı şeydada yangın var
Bu mah-ı tab ile derya yanar derlerse gerçektir
Hem bir sende mi şem’i bütün alemde yangın var
Erince şule-i ahım semalardan geçip arşa
Melekler sandılar ki meskeni İsa’da yangın var(2)
***
Sefer oldu nigarım belki gidem şu diyardan
Felek zulüm etti ayırdı beni gül yüzlü yarımdan
Ölsen bir gün yatsam bin yıl tenim toprağ olsa birgün
Muhabbet kokusu gelir yel estikçe hubarından
***
İro ji derbe hançere
Zanım perişani mela
Zanım perişani ji dıl
Teşbihi büryani jı dıl
***
Çı bêjîn çı beyan qım
Maxfiya tê aşiqar qım
Sırrı halê tê ayan qım
Kes wi dêrdemin nêzanî
***
Abbas Dayımla ilgili çok güzel anılarım da var. Bunlardan birini, Veysel Karanî ile ilgili olan bir anımı aşağıda yazıyorum, diğerlerini de kısmet olursa başka yazılarımda yazarım.
Mevlit Okuma
Yıl: 1969. Babam, Siirt’in Baykan ilçesinde bulunan Veysel Karanî’nin türbe onarım inşaatını yapmaktadır (Minare ve camisini daha önceleri, 1956’da yine babam yapmıştır).
Ben, Cemekli Abbas, Kardeşim Haydar ve başka tanıdıklar taş yontma ve inşaatın duvar örme işlerinde çalışmaktayız. Geceleri de misafirhanede kalmaktayız.
Türbeye ziyaret için, Türkiye’nin dört bir yanından ziyaretçiler akın akın gelmekteydiler. Yer bulan şanslı ziyaretçiler misafirhanenin odalarında, yer bulamayan az şanslılar misafirhanenin koridorlarında, hiç şansı olmayanlar da cami ve türbenin avlusunda çulların üzerlerinde yatıyorlardı.
Yapımında çalıştığımız Veysel Karanî Türbesi (Baykan-Siirt)
Türbe ziyaretini yapanlar için yapılması gereken en önemli görevlerden(!) biri de mevlit okutmaydı.
Veysel Karanî’de, mevlit okuyanlar mevlidin uzunluğunu kısalığını, hangi kısımların okunacağını, hangi kısımların atlanacağını verilen para miktarına göre ayarlıyorlardı.
Bir gün ziyarete gelenlerden biri babamın tanıdığı çıktı. Adam mevlit okutmak istediğini babama iletince, babam mevlidi kendisinin okuyacağını tanıdığına söyledi.
Veysel Karanî Camii ve Türbesi (Baykan-Siirt) Yıl: 2004
Ve akşam misafirhanenin koridorunda, babam mevlit okumaya başladı. Ara yerlerde ilahî ve kasideleri de güzel sesiyle Cemekli Abbas okuyordu. Tabi o esnada koridorda belki ayrı ayrı 10-15 yerde mevlit okunuyordu.
Babamla Cemekli Abbas mevlit okumaya başlayınca, önce mevlit dinleyenler, sonra mevlit okutanlar ve daha sonrada mevlit okuyanlar Babamla Cemekli Abbas’ı dinlemeye başladılar. Veysel Karanî, Veysel Karanî olalı öyle bir mevlit okutma daha görmemişti.
Mevlit bittikten sonra, mevlit okuyanlar topluca babama gelerek:“Usta, elini ayağını öperiz. Ne olur, bir daha mevlit okumayın!.. Siz mevlit okursanız, biz ekmeğe, nana muhtaç oluruz… Abbas Usta’da o ses oldukça, bize burada kimse mevlit okutmaz!” diye, yalvarmaya başladılar.
Babam: “Mevlit okuduğumuz kişi benim özel bir misafirimdir, onun için okuduk. Merak etmeyin, ne ben, nede arkadaşım Abbas, kimseye mevlit okumayız, rahat olun” deyince, mevlit okuyanlar babamın eline sarıldılar öpmek için. Babam el öpmeye izin vermedi. Abbas Dayım konuşmaları tebessümle izliyordu.
İstedikleri yanıtı alınca, mevlit okuyanlar rahatlamış bir şekilde minnetle ayrıldılar.
***
Karıncayı incitmeyen, elindeki son kuruşu dahi paylaşmak isteyen ve paylaşmadan mutluluk duyan biriydi Cemekli Abbas. Bu dünyada hep sevgilisini, Rab’ını aradı, ama “gizlilik perdesi”ni aralayamadı. İnşallah yıldız olup aktığı gökyüzünde “gizlilik perdesi”ni aralar ve Rab’ını görür, nur içinde yatar.
Kederli ailesine, sevenlerine sabır diliyorum.
(23 Kasım 2009)
Dipnotlar:
(1) Bu çalgıcı hikâyesi Mevlana’nın Mesnevi’sinde de yer almaktadır. (Mesnevi I, MEB Yay. s.165-178.) -Müslüm Üzülmez
(2) Bu son beyit Dağıstanlı Femi Baba (Kolcu) tarafından ilave edilmiştir –Cemekli Abbas (Solmaz)’ın açıklaması.
27 Kasım 2009 tarihinde Ergani Haber gazetesi ve
11 Aralık 2009’de www.sivildusunce.com sitesinde yayınlandı.