“Tarih, sadece tarihçilere bırakılmayacak kadar önemli bir şeydir.” –Talleyrand
3 Eylül 2010 tarihinde Ergani Haber gazetesinde yayınlanan “Meryem Ana Kilisesi/Surp Asdvadzadzin İle İlgili Edindiğim Yeni Bilgiler” başlıklı yazımda; V. Bardizaktsi, B. Natanyan ve K. Sirvantsdyants’in raporlarından oluşan ve Palu- Harput 1878 –Çarsancak, Çemişgezek, Çapakçur, Erzincan, Hizan ve Civar Bölgeler 1877–1878– 2.Cilt/Raporlar adlı kitaptan aktardığım “Arğın veya Argıni” ile ilgili kısımda, -dikkat etmişsinizse eğer- çok kısa Zülküf Peygamber’in türbesine de değiniliyordu: “Manastırın üst tarafında, kayanın tam tepesinde Türklerin Zülfü Peygamber [Zülküfül] adlı tekkesi bulunuyor. Tekkede süslü bir de mezar var. Birkaç duacı orada ikamet ediyor. Adak ziyaretine gelenler oluyor. Saygıdeğer Abidin Paşa manastırda bir gün geceleyince kendisiyle tekkeyi ziyaret etme ve mezarı görme şansına nail olduk. Tarih bize bu kayanın Prens Hapik’in Kalesi olduğunu söylüyor. Mezar da bu cesur ama bahtsız Prense ait olmalı (Urfalı Mateos),”(1) diye yazılıydı.
Burada Zülküf Peygamber’in Türbesi’nin Ermeni Prensi Hapik’e ait olduğuna dair bir ima ile karşılaşıyoruz.
Bilmem hatırlar mısınız, Zülküf Peygamber’in Makamı veya Türbesi’nin bulunduğu yapının Ermenilere ait olduğuna dair yine bir başka yazıyı daha önce aktarmıştım. Muhtar Körükçü adlı biri,(2) Aralık-Ocak 1945–1946 tarihli Karacadağ Dergisi’nde (Cilt VII/85–86) yayınlan “Ergani’nin Zülküf Dağı” başlıklı yazısında: “Tepedeki manastır hakkında birçok rivayetler var. Esasen bu dağın, meşhur Zülküf peygamberin türbesi olmayıp makamı olduğu muhakkak gibidir. Bu binanın da bu makam yeri olduğu söyleniyor. Başka bir rivayet ise bunun vaktiyle Ermeniler aramızda kardeş gibi yaşarken onların yaptırdığı söylentisindedir. Bu son rivayet daha doğruya benziyor. Kasabanın tarihi henüz yazılmış değildir, fakat inanılır kaynaklar bu manastırın o zamandan kalma olduğunu gösteriyor. Esasen şeklinin manastır şekli olması da bunu ispat eder. Ancak, Ermeniler gittikten sonra zamanın uluları bu manastırın tepemizde böyle dikili kalıp durmasını istemediklerinden bunu Zülküf peygamberin sarayı olduğu tarzında bir propaganda yapmışlar ve muvaffak ta olmuşlardır. Oysaki bunun bir Ermeni veya (başka bir kavmin) eseri olmasının en ufak bir önemi yoktur,”(3) diye yazmaktadır.
Basri Konyar ise, 1936 yılında Diyarbakır Valiliği tarafından basımı yapılan Diyarbakır Tarihi I, II, III adlı kitabında “Zülküfül Yatırı”nı anlatırken; Mescid’in sağlam ve genişçe bir bina olduğu, dörtyüz yıl önce yapıldığı söylense de banisi belirsizdir demektedir. Yanı yapanı, sahibi belli değil demektedir.(4)
Bu iddiaların dışında başka söylentiler de var, ama önemli tarihi kaynak özellikleri olmadıkları için bu söylentileri yazmaya gerek duymuyorum.
Zülküf Dağı, diğere adıyla Çiyayê Meryemanê kutsal bir mekândır. Çünkü dağın en yüksek tepesinde Aziz Meryem Ana (Surp Asdvadzadzin) Kilisesi, kilisenin kuzey tarafında ve çok yakınında Zülküf Peygamber’in Makamı/Türbesi bulunmaktadır. Kürtler, Türkler, Ermeniler ve hatta Cumhuriyet öncesinde Maden ilçesinde yaşayan Rumlar bile bu dağdaki kutsal mekânlara hep hürmet etmiş ve kutsallığına toz kondurmamıştır. Ama sonradan Türkler ve Kürtler devletin yönlendirmesi sonucu “öteki”ne ait kutsal mekânlara çok iyi gözle bakmamış; dahası resmi ideoloji “öteki”ne ait ne varsa kayıt ve belleklerden silmeye çalışmıştır. Zülküf Peygamber’in Makamı ya da Türbesi’nin bulunduğu yapının Ermenilere mi, yoksa gerçekten Zülküf Peygamber’e mi ait olduğu konusunda şimdilik bir şey söyleyecek durumda da değilim, çünkü elimdeki veri ve bilgiler yeterli değil. Tarihin karanlığında kalmış bilgi ve belgeleri gün yüzüne çıkarttığımızda konunun aydınlığa kavuşacağını düşünüyorum. Bunun için tarihi belgeleri didik didik araştırmalıyız. Sahte tarihi bir tarafa bırakıp gerçeklerle yüzleşebilmeliyiz. Ben, Ergani ile ilgili elime geçen bilgi ve belgeleri sizlerle paylaşarak tarihimizin gün yüzüne çıkması için elimden geldiğince yardımcı olmaya, yalandan arınmış bir tarihin oluşumuna kendimce katkı sunmaya çalışıyorum.
Bu yazımda asıl anlatmak istediğim bunlar değil, anlatmak istediğim geçmişte Ergani Kalesi’nde bir kuşatma sonucu yaşamını yitiren Prens Hapik/Harbig olayıdır. Yani Palu-Harput 1878 kitabında Zülküf Peygamber’in makamı veya türbesinde yatan zat olduğu ima edilen Prens Hapik’in acıklı öyküsüdür.
Prens Hapik olayı ilginç olduğu kadar Ergani tarihini de yakından ilgilendirir. Ve bu olayı en iyi anlatan da bildiğim kadarıyla Urfalı Mateos’tur. Urfalı Mateos Vekayi-Nâmesi’nde(5) Ergani Kalesi’nin kuşatılmasını ve sonrasını çok detaylı, “yanık bir dille” nakletmiştir. XI. yüzyıl sonunda ve XII. yüzyılın ilk yarısında yaşamış olan Ermeni rahip Urfalı Mateos’unvakayinamesi tarihçiler için çok önemli kaynak bir eserdir. Mateos bu eserinde Ermenilerin, Süryanilerin ve Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı coğrafyanın Türkler tarafından alınmasını ve Bizanslılarla/Haçlılarla Müslümanlar arasında yapılan savaşları ve meydana gelen olayları anlatır.
Vakayi-Name’de anlatılan 952–1136 yılları arasındaki dönem talihsiz yıllardır. Mezopotamya’nın, Ermenistan’ın, Kürdistan’ın ve Kafkasların üzerine karabulutların çöktüğü; kılıç, kalkan ve at nalının çılgın şakırtılarının gökyüzüne yükseldiği, okların vızıltısından yüreklerin titrediği, gürzlerin kalkanlara indiğinde dağların sarsıldığı, gökyüzünde ise yırtıcı kuşların sürü halinde uçuştuğu yıllardır. Dağ ve vadilerin savaş naraları, çığlıklardan çınladığı; toprakların orduların ayakları altında kısırlaşıp dikenlerden başka bir şeyin yetişmez olduğu; köylerin yakıldığı ve yıkıldığı; tarlaların, bağların, bahçelerin talan edildiği; oluk gibi kanın aktığı, toprağın kana doymadığı, çay ve derelerin cesetlerle dolduğu; cesetlerin vahşi hayvanlara ve yırtıcı kuşlara yem olduğu; insanların insan eti yediği; cesaret, nefret ve ihanetin yayıldığı; babaların oğulları, annelerin oğul ve kızları, kızların anneleri, babaları ve kardeşleri, dostların da birbirileri için ağladığı yıllardır. Devlet, devletçik ve beyliklerin; Perslerin, Ermenilerin, Türklerin, Kürtlerin, Arapların, Süryanilerin, Greklerin/Rumların ya da Müslüman ve Hıristiyanların ve bunlara bağlı mezheplerin, tarikatların hâkimiyet kurma ve çıkar elde etmek için hem kendi içlerinde ve hem de birbiriyle savaştığı ya da ittifaklar yaptığı yıllardır.
Bu yıllarda sadece insan insanı kırmamış, kıtlık da insanları kırıp biçmiştir. Çekirge ve kımıl sürülerinin tüm tahıl ekinlerini talan etmesi nedeniyle çok kimse yiyecek yokluğundan dolayı karılarını, çocuklarını satar duruma düşmüştür. İnsanlar o kadar elim bir hale gelirler ki, konuşurken bile düşüp ölürler. Yeryüzü, kıtlık nedeniyle viraneye döner. (Mateos, s.58) Hatta daha korkunç şeyler de olur. 1123’te, Malatya eyaletinde gökyüzünde kuşlar arasında korkunç savaşlar olur; leyleklerle turnalar ve aroslar (toylar) toplanıp gökyüzünde birbirlerine girip savaşırlar. (Mateos, s.275)
Dahası, gökyüzündeki tanrılar bile savaşa karışır. Mateos’un yazdığına göre; 421 (28 Mart 972–27 Mart 973) tarihinde Bizans orduları Amid şehrini kuşatınca, gökten, Allah’ın hiddetini işaret eden bir felaket belirir. O kadar şiddetli bir bora çıkar ki yeryüzü sarsılır ve yukarı kalkan toz ve toprak hıristiyan askerlerin üzerine dökülür ve onları kalın bir toprak tabakasıyla kaplar. Karargâhın bütün eşyası Dicle’ye dökülür. Gerek insan, gerekse hayvanlar tozdan kör olur. Bizans askerleri bundan kurtulmak için çare bulamaz. Müslüman askerleri Allah’ın kendileriyle beraber olduğunu anlayıp, 50.000 insanı merhametsizce kılıçtan geçirip telef eder. (Mateos, s.20). Ve daha sonra 564 (21 Şubat 1115- 20 Şubat 1116) tarihinde müslümanların büyük bir şehri olan Amid’e korkunç bir nişane belirir. Bu milletin yapmakta olduğu kötü ve menfur işlerin çoğalmasından dolayı onların büyük caminin üzerine geceleyin gökten ateş düşer. Ateş o kadar kızışır ki duvar taşları odun gibi yanar. Şehrin bütün erkekleri oraya koşuşur, fakat bu sönmez, ateşi bastıramazlar. Ateş, bilâkis git gide daha çok alevlenir ve göklere yükselir. Ateş, müslümanların bu mabedini kâmilen kül eder. Ve Ermeni kralı Tigran’ın inşa etmiş olduğu Amid şehrinde bu vaka olur. (Mateos, s: 257)
Bu olayların geçtiği yıllar, Ergani ve çevresi değişik zaman aralıklarında Hamdanîlilerin, Mervanîlerin, Selçukluların, İnanoğullarının, Nisanoğullarının ve Bizansların egemenliğine girip çıktığı yıllardır. Ergani Kalesi’nde ise, bildiğim kadarıyla genelde İslam Halifesine, ama bazen de Bizans İmparatoruna biat eden, vergi veren ve istendiğinde savaş dönemlerinde asker gönderen Ermeni beyleri hüküm sürmektedir. Bu dönemde Ermeni beyleri iki büyük askeri güç arasında kalmış olduklarından bazen Selçuklulara, bazen de Bizanslara karşı savaşırlar. Ermeni beylerinden Habel’in oğlu olan Prens Hapik’in ölüm olayı işte bu savaşların yoğun olduğu bir döneminde, Mervanîler zamanında meydana gelmiştir. Bizans İmparatoru Monomah, başta Ani Ermeni krallığı olmak üzere bölgedeki tüm yerel Ermeni krallıklarını kendisine bağlamak için bölgeye güçlü bir ordu göndermiş ve Ergani Kalesi kuşatmıştır. Prens Hapik bu kuşatmada bir hileyle öldürülür. Urfalı Mateos da Vekayi-Nâmesi’nde bu olayı yazarak tarihe önemli bir kayıt düşmüştür.(6)
Urfalı Mateos Vekayi-Nâmesi’nde yer alan Prens Harbig/Hapik olayını olduğu gibi yorumsuz aşağıda bilgilerinize sunuyorum:
“500 (9 Mart 1051–8 Mart 1052) tarihinin sonunda, zehirli ve hain dilli adamlar, imparator Monomah’a giderek, Bağin mıntıkasında ikamet eden Ermeni zadegânları hakkında tezviratta bulundular. Bu adamlar, imparatora, onların gûya kendi emirlerine itaat etmediklerini ve isyan etmek niyetinde olduklarını söylediler. İmparator, Bağin’e, askerlerle beraber bir kumandan sevketti. Beros adlı bu adam, kötülüğünün zehrini masum adamların üzerine döktü. Bütün bölgeleri hiddetle tahrip etti ve bütün zadegânı mevkilerinden düşürdü. Çünkü, menfur ve fena bir adam olan bu Beros,(7) bir şeytan başı idi. Bu, Habel’in dört oğlu olan kuvvetli ve cesur Harbig’i, Davit’i, Leon’u ve Kostantin’i diğer bazı reislerle beraber tevkif etmek istedi. Bunun üzerine onlar gizlice ittifak ettiler ve, imparator zalim Beros’un yaptığı tahribattan haberdar edilinceye kadar her birinin kendi kalesinde kapanmasını kararlaştırdılar. Onlar, her birinin cumartesi günü kendi kalesini zaptetmesi hususunda yemin ettiler. Fakat, müttefiklerden Tılbağd kalesinin senyoru olan Torosag, yeminini ayak altına alıp, bütün reislerini kendi devletine icabet etmemek için ittifak ettiklerini Beros’a haber verdi. Bundan haberdar olmayan Habel oğulları, evvelden kararlaştırdıkları veçhile, cumartesi günü Tılhum eyaletinin yakınında bulunan Argını kalesini(8) zaptettiler. Diğer müttefikler ise, Beros’un davetine itaat edip yanına gittiler. Beros, Habel’in oğullarının yaptıkları işi duyunca, büyük bir kuvvetle beraber Argını kalesine karşı yürüdü ve onu günlerce muhasara altına aldı. Beros, kalenin metanetini görüp hayret içinde kaldı ve ona karşı harp edemedi. Çünkü kale çok yüksek bir yerde, zaptı imkânsız bir halde olduğundan ona yaklaşamadı bile. Bunun üzerin, Beros, bir kötülük düşündü ve: “Harbig’in başını getirene birçok altın ve gümüş vereceğim, imparator tarafından da rütbe ve mevki verilecektir” diye ilân etti. Harbig ile beraber büyümüş ve onunla birlikte kalede bulunan eski dostları, bunu duyunca, Yuda’ya ve kardeş katili Kabil’e lâyık ihanet düşüncelerine kapıldılar. Harbig, kaleye yakın ve karşı tarafta bir yeri birçok adamla beraber müdafaa ediyordu. O, tam üç gün uyku uyumamıştı. Hainler, ona: “Ey efendimiz, niçin uyumuyorsunuz? Görüyorsunuz ki biz senin için ölmeğe hazır bulunuyoruz” dediler. Son derece yorgun bulunan Harbig, onların sözlerine inandı ve uyudu. Onun uykusu derinleşince akrabasından olan bir adam, kahraman adamın başını kesti ve katapan Beros’a götürdü. Fakat katiller, bu işlerine mükâfat olarak, lânetten başka bir şey kazanmadılar. Beros, Harbig’in başının bir kazığın ucuna geçirilip kale kapısının önünde teşhir edilmesini emretti. Sabah olunca, Harbig’in kardeşleri onun başını görüp tanıdılar. Onlar derhal, kale kapısını açtılar ve üç kardeş, başları üzerine toprak dökerek(9) Harbig’in kesik başının önünde eğildiler ve ağladılar. Onlar, o kadar acıklı bir surette figan ettiler ki ordunun bütün efradı ağlamaya başladı. Beros, metin Argını kalesini bu suretle ele geçirdi. O, Habel oğulları olan Harbig’in kardeşlerini de İstanbul’a imparator Monomah’ın yanına getirdi. İstanbul’a getirilen bu adamların heybetleri karşısında, imparator ile bütün Grekler hayran oldular. Çünkü onlar muhteşem endamlı ve bütün Greklere nazaran çok uzun boylu idiler. Onlar, güzellikleri sayesinde fena muameleye maruz kalmadılar ve imparator, bu kuvvetli ve cesur Ermeni prenslerini, Yani Davit’i, Leon’u ve Kostantin’i bir adaya sürgün etmekle iktifa etti.” (s.92–93)
“504 (8 Mart 1055–7 Mart 1056) tarihinde Roma imparatoru Monomah, ondört sene saltanat sürdükten sonra öldü. Yerine, baldızı olan Küra-Todor geçti ki bu Elekhdor (Elector) tesmiye olunmuştur. Bu, Küro-Zoi’nin hemşerisi olup çok faziletli bir bakire idi. Bu, herkese ve bilhassa dullara ve esirlere iyi bakılmasını emretti ve haksızlığa uğramış olan bütün insanların haklarını iade etti. O, bütün mahpusların serbest bırakılmalarını emretti ve bunlar arasında bulunan Habel’in oğulları ve Harbig’in kardeşleri olan Ermeni reislerini hapisten çıkarttı. Onları, bulundukları adadan getirtti ve bir daha kabahat işlememeleri için nesihat edip büyük iltifatlara mahzar kıldı ve kendi yurtları olan Argını kalesine uğurladı.” (s.103)
Dipnotlar:
(1) V. Bardizaktsi, B. Natanyan ve K. Sirvantsdyants, Palu- Harput 1878 –Çarsancak, Çemişgezek, Çapakçur, Erzincan, Hizan ve Civar Bölgeler 1877–1878– 2.Cilt/Raporlar, Derlem Yayınları, İstanbul -Nisan 2010, s.513.
(2) Sn. Ali Güzel’le 2 Aralık 2015 günü yaptığım bir telefon görüşmesinde bana Muhtar Körükçü’nün 1940’lı, 1950’li yıllarda Ergani’de kaymakamlık yaptığını söyledi.
(3) 08.12.2006 tarihli Ergani Haber gazetesinde yayınlanan “Karacadağ Dergisinde ‘Ergani’nin Zülküf Dağı’” başlıklı yazıma bakınız.
(4) Basri Konyar, Diyarbakır Tarihi I-II-III, Ulus Matbaası, Ankara 1936, s.345.
(5) Urfalı Mateos Vekayi-Nâmesi (952–1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136–1162), Çev: Hrand D. Andreasyan, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1962, s.92–93, 103.
(6) Prens Hapik’in Urfalı Mateos Vekayi-Nâmesi’nde Harbig, Palu-Harput 1978 kitabında Hapik şeklinde yazılmış olması, kanımca Türkçe çevirilerin yazılış farkından kaynaklanmaktadır.
(7) Beros, bu general ‘Katapan’ unvanına nazaran, aslen bir Grek olsa gerektir. Beros’un yerine Mélissene geçti ve imparatoriçe Teodora, Bağin mıntıkasının idaresini ve Abel’in oğulları olan Ermeni prenslerine bakmak vazifesini ona tevdi etti. Bak: Çamiçiyan, c. II, s.952 ve 960 -Ed. Dulaurier) (Yayınevinin notu.)
(8) Argını Kalesi: Ergani Kalesi.
(9) Ergani’de çok sık kullanılan “Toprak başıma” veya “Toprak başına” deyimlerinin, Prens Harbig’in ölümü üzerine kardeşlerinin başları üzerine toprak dökme edimiyle bir alakası var mı acaba?
14 Eylül 2010 tarihinde ve sonrasında:
http://www.sivildusunce.com,
http://www.kritize.net,
http://www.gelawej.net,
http://www.erganihaber.net de
yayımlandı.