Dicle Köy Enstitüsü mezunu Adnan Binyazar, Masalını Yitiren Dev(*) anı-romanında masalını yitiren dev ya da devini yitiren masal gibi çocukluğunun peşinde koşarken, bizleri de 1940’ların yoksun ve yoksul yıllarına götürüyor.
Masalını Yitiren Dev anı-romanı, Adnan Binyazar’ın çocukluk ve ilk gençlik anılarından oluşuyor. Eserinde Çermik, Diyarbakır, Ağın, İstanbul, Ağın, Diyarbakır ve en son Ergani’de Köy Enstitüsü’nde noktalanan çocuk yaştaki onurlu buruk serüvenini güzel edebi akıcı bir dille anlatıyor. Diyarbakır’da başlayan, yoksulluk içinde geçen bir çocukluk, dağılmış bir aile, çocuk yaşta girilen çalışma hayatı, acımasız koşullar… ve pes etmeyen bir yürek.
Yazar, bu eseriyle aynı zamanda 1940’ların Diyarbakır, Ağın ve İstanbul’una, daha doğrusu Türkiye’sine ışık tutuyor. Kitapta harika doğa ve insan betimlemelerinin yanında, memleketten insan manzaraları sunuyor. İnsanların elbiselerinin altındaki gerçek kişiliklerini insancıl bir yaklaşımla gözlerimizin önüne seriyor.
Kitabının girişinde kitap ve kitabın ismiyle ilgili yazdığı şu notlar kitabın içeriği ve yazarın duyguları hakkında kanımca yeteri bilgiyi vermektedir:
“Elazığ’da, dedem evden ayrılmış, bir başka evin bodrum katında, kendini dine vererek yalnız başına yaşamaya başlamıştı. O ayrılıp gidince masalını yitirmiş deve dönmüştüm. Çocukluk, bir dev masalıdır. Masalı bozulmuş çocukluk ne ise, masalını yitiren dev de odur. İkisi de şaşkın, güçsüz ve umarsızdır. Birbirlerini yitirdiklerinde, çocukluk devin, dev çocukluğun büyüsünü bozar. Büyü bozulunca, çocuk, yaşamı boyunca, masalını arayan bir dev gibi çırpınır durur. Üç-dört yaşlarından on altı yaşına dek, yaşamı bir insanın dayanma gücünü aşan olaylarla savrulan, ancak Köy Enstitüsü’ne girerek kurtuluşa eren bir çocuğun duyumsamalarının yansıtıldığı bir kitabın adı ne olabilirdi?.. Masalını Yitiren Dev.
Masalını Yitiren Dev‘i yazarken, belleğimden silinip gitmiş olayların ayrıntılarını tanıklarına sorup öğrenmek istemedim. Eskiye ilişkin konuşmalar sırasında kendiliğinden anlatılmadığı sürece, belleğimin dışına çıkmamaya çalıştım. Amacım, çocukluk yıllarında belleğime yerleşmiş izlenimleri, gözlemleri, duyumsamaları yansıtmaktı. Şimdiye de, geleceğe de egemen olunmuyor; geçmişse tam anlamıyla bizim egemenliğimiz altındadır. Geçmişimden başka bir kalıt (miras) taşımıyorum. Masalını Yitiren Dev‘le, ‘açtığım kendi kuyumun içine dalarak’ yaşadıklarıma sahip çıkıyorum.” (s.19)
17 Nisan Köy Enstitülerinin 70. kuruluş yıl dönümü.
Bu yıl dönümünde hem Köy Enstitülerini anımsatmak ve hem de Dicle Köy Enstitüsü’nden mezun olmuş, “Diyarbakır!.. Diyarbakır!../Yazıp da okuyamadığım şiir…” diyerek Diyarbakır ve Ergani’yi hep yüreğinde taşıyan yazarımız Adnan Binyazar’ın Masalını Yitiren Dev adlı romanını birazcık tanıtıp yaşadığımız coğrafyaya dair toplumsal hafızamızın tazelenmesi amacıyla kitabın en son bölümünde yer alan “Köy Enstitüsü” başlıklı kısmı aşağıda olduğu gibi bilgilerinize sunuyorum:
[KÖY ENSTİTÜSÜ
Yazın Diyarbakır’dan ayrıldım, anamın yanına Ağın’a gittim. Okulda benden bir-iki yıl önde olan Rahmi Serttaş, Servet Sucu gibi yakın arkadaşlarım okulu bitirmişler, Köy Enstitüsü’ne yazılmışlardı. Bana Köy Enstitüsü’nü ayrıntılarıyla tanıttılar. Tek seçeneğim Köy Enstitüsü’ne yazılmak olduğuna göre, niye sağa sola başvurup bilgi topluyordum? Rahmi’nin, Servet’in orada olması yetmiyor muydu? Dalkıran’ın oğlu İbrahim (Uzun) de orada okuyordu. İbrahim benden büyüktü. İçtenlikli, candan bir arkadaştı. Köy Enstitüsü’nde yemeklerden, spordan, disiplinden söz etti. Başarılı bir öğrenci olmamasına karşın, okulu iyi buluyordu. İbrahim’in anlattığına göre, enstitü çok çalışmayı, her alanda becerili olmayı gerektiriyordu. “Duvar öreceksin, demir bükeceksin, mandolin çalacaksın, inşaatta çalışacaksın, kazma kazacaksın, keyfin yerinde olsun olmasın, sabahları ulusal oyunlara katılacaksın… Disiplini çok ağırdır enstitünün!” diye enstitünün işleyişi konusunda bilgi verdi. Sözlerine şunu da ekledi: “Çalışmayı sevenler için buradan iyi okul yoktur. Sen çalışkansın, kitap okumayı da seviyorsun; vallahi, tam sana göre!”
Daha ne duruyordum! Benim gibi, babanın içki masalarında elinden silahı alınmış bu yenik ordunun savaşçısını ancak böyle bir okul kurtarabilirdi. Disiplinli değil, isterse tutsak etsinler, bu en yakın kaleye sığınmalıydım. Diyarbakır’a döndüğümde, Köy Enstitüsü’ne yazılacağımı babamdan sakladım. Babam ortaokula göndermek istiyordu. Oysa biliyordum, ortaokula başlar başlamaz, yıllar boyu çektiklerime yenileri eklenecekti. Bıkmıştım borçlardan, yalanlardan, alacaklılara yakalanmaktan, Valentinolardan, Kleoptralardan, cardonlardan, avlunun lağım kokan sokaklarından, içki masalarından, yapay dostluk gösterilerinden, kabalıklardan, küfürlerden…
Ağın’da bulunduğum sıralarda, Malatya/Akçadağ Enstitüsü öğretmenlerinden komşumuz Latif Yurtçu’nun enstitülere öğrenci topladığını duydum. Ona başvurdum. Birkaç gün sonra da, toplanan öğrencilerin bulundu kamyon yola koyuldu. Bu kamyonda olanlar Akçadağ’a değil, Diyarbakır’ın Ergani ilçesindeki Dicle Köy Enstitüsü’ne gideceklerdi. Ben, kamyonun şoför basamağında yer bulmuştum. Kamyondan indiğimde, toprak rengi pudralara bulanmış gibi, toz içindeydim. Enstitüde bizi ileri sınıftaki ağabeylerimiz karşıladı. Öncelikle hamama gittik, pudralarımızdan arındık. Ertesi gün sınava tozlarımızdan arındırılmış olarak, “makyajsız” girdik. Sınavı kazandım. Tam istedikleri öğrenciydim; ama okula yazılmamda çok önemli bir engel çıkmıştı karşıma. Köy Enstitüsü’ne girmek için köy nüfusunda kayıtlı olmak gerekiyormuş. Benim doğum yerim Diyarbakır’dı; köylü değil, kentliydim. Onun için yapmaları olanaksızdı. Böylece Köy Enstitüsü’ne girme hayallerim suya düşmüştü.
Güzel ülkemin güzel insanları! Ne çok iş, göz açıp kapatıncaya kadar, olumluyken olumsuza, olumsuzken olumluya dönüşür!..
Umutsuzluk, tepemdeki gün ortası güneşini karartmıştı. İçine iğne gözü kadar ışığın sızmadığı karanlık odalara tıkılmıştım. Sınavda bulunan kurul üyesi öğretmenlerden biri, beni yolda durdurup kutlamak istediğinde, bu koyu karanlıklar içindeydim. Dokunsalar ağlayacaktım. Ağlamaklı oluşumun nedenini açıklayınca, öğretmen, bunun önemli bir şey olmadığını, bir belgeyle engelin aşılabileceğini söyledi. Cebinden çıkardığı bir kağıda iki satır yazıp elime verdi. “Yarından tezi yok, doğru Kılleş Köyü’ne gideceksin, belgeni alıp geleceksin!” dedi. Öğretmen, Ergani yakınlarındaki Kılleş Köyü’nün muhtarını tanıyormuş. Dediğine göre, muhtar orada oturduğumu onaylayan bir “ikametgâh” belgesi verecek, o belgeyle köyde oturduğum kanıtlanacaktı. Böylece, enstitü kurallarına göre “köylü” olacaktım, enstitü de benim gibi bir öğrenciyi elinden kaçırmayacaktı. Öğretmenin dediği gibi, ertesi gün muhtardan belgeyi aldım, “kentli” olarak gittiğim Kılleş Köyü’nden enstitüye “köylü” olarak döndüm.
Sabahı iple çektim. Uyanır uyanmaz, Kılleş Köyü’ne gitmek üzere erkenden yola çıktım. Ergani’ye gideceğim, oradan da ver elini Kılleş! O sıralarda köylere haftada bir kez bile kamyon uğramıyor. Yaya olarak yola koyuldum. İkindiye doğru köye yardım. Muhtar hemen işlemi yaptı, “Gitme, arkadaşımızın misafirini ağırlayalım,” dedi. Akşam da olmuştu. Geceye kalacağımı düşünerek, o gece köyde yattım. Sabahleyin erkenden yola koyuldum. Her şey beni buluyordu. Yolda, kafası parçalanmış bir adamın bir yerlere saklanmak için yer arandığını gördüm. Korkudan, ciğerleri körük gibi inip kalkıyordu. Adam, ağzını açıp bir şey sormadan, önümden koşarak geçip gitti. Arkasından yetişenler, ellerinde kanlı bıçaklar, adamın nereye saklandığını sordular. “Bu yoldan koşarak geçti gitti,” dedim korkarak. Fazla üstelemeden adamın kaçtığı yöne doğru koştular. Kan görmek titretir beni. Adamın parçalanmış başını görünce titremeye başladım. Gözlerimin önüne adama saplanan bıçaklar geliyordu. Ben yoluma gidiyordum, kim bilir, bıçaklar adamın neresine saplanıyordu?.. Yolu bu düşlemlerle tüketmeye çalışıyordum.
Güneş beynimde kaynıyor. Susuzluktan bayılacağım. Yakıcı sıcağa karşın, bir su başına ulaşma umuduyla, yürümüyor koşuyordum neredeyse. İyice de acıkmıştım. Muhtar iki ekmekle bir parça peynir koymuştu torbama. Bir ağacın altına oturup azığımı yerken, yanı başımdaki bağda üzüm salkımları gördüm. Bir salkım koparıp ekmeğime katık etmek istedim. Bağın sahibi oralardaymış. Tevekten üzüm kopardığımı görünce, elinde tüfekle geldi başımda dikildi. Korkudan ağzım dilim tutuldu; suçüstü yakalanmıştım. Söyleyecek söz bulamadım. Adam, “Hırsız var!” diye bağırınca, beş-altı kişi birden üstüme yürüdü. Hırsız olmadığımı, bir salkım üzüm alıp ekmeğime katık etmek istediğimi söyleyene kadar birkaç tokat yedim. Yaşlı bir adam bağ sahibini hırsız olmadığıma inandırınca, adam, “Hadi, ekmeğini ye, defol git buralardan! Bir daha gözümüze görünürsen, hangi cehennemde can vereceğini bilemezsin!” diye beni kovdu. Ekmek peynir de, iki habbe (tane) üzüm de boğazımda kaldı. Lokmamı yutamadım. Bin yıl yemesem acıkmayacakmışım gibi bir duyguyla, can derdine düştüm.
Güneş, sapsarı tarlaların yayıldığı geniş ovaları yalayıp dağların ardında kaybolurken, Dicle Köy Enstitüsü’nün kapısından içeriye giriyorum. Elimdeki belgeyi, uzun direnişlerden sonra alınmış bir kentin altın anahtarı gibi tutuyor, enstitüye yazılmak üzere yönetim odasının yolunu tutuyorum. 1950’nin Eylül ayında, adım, Diyarbakır/Ergani Dicle Köy Enstitüsü’nün 101 No’lu öğrencisi olarak kütüğe geçiyor.
Mersin’den, Tunceli’den, Muş’tan, Siirt’ten, Mardin’den, Bingöl’den, Malatya’dan, Elazığ’dan, Diyarbakır’da gelmiştik. Yoksul bir halkın yoksul çocuklarıydık. Kimimiz bulup buluşturulmuş, kimimiz büyüklerden arta kalmış, kimimiz bir ipliği çekilse bin yamalığı dökülecek giysiler içindeydik. O akşamüstü bizi bir alanda toplamışlardı. Çamaşır, giysi, ayakkabı dağıtılacaktı. İlk kez sırtımız iyi bir çamaşır, üstümüz yeni giysiler, yalın ayaklarımız su çekme ayakkabılar görecekti. Bunların dağıtımını Köy Enstitülü ağabeyler yapıyordu. Elinde liste tutan ağabey, yüksek sesle adlarımızı okuyordu:
Osman Şahin! Şimdi, öykücü…
Resul Aslanköylü! Şimdi, Yargıtay Üyesi…
Hüsnü Çimen! Şimdi, avukat…
Aziz Güner! Şimdi, eski bürokrat…
Adnan Binyazar! Şimdi, bu kitabın yazarı…
Hüseyin Bulun! Cevdet Kutlu! Durmuş Ali Eren! Nihat Kahraman! Hayrettin Akbay! Mehmet Şahin! Niyazi Cengiz! Sıtkı Akbayır! Osman Çetin! Nurettin Meriç! Vahap Karadağ! Hasan Durukan! Akif Uysal! Cıfer Ekmen! Yavuz Erdoğan! Gazi Erdoğan! Hasan Coşkun! Niyazi Öztürk! Doğan Ünalan! Mehmet Akgül! Ali Rıza Sarı! Mehmet Çelik! İbrahim Kartal!
“Gökte yıldız kadar” öğretmen…]
***
Adnan Binyazar kimdir?
Adnan Binyazar, 7 Mart 1934’te Diyarbakır’da doğdu. Dicle Köy Enstitüsü’nü bitirdikten sonra Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü’nde okudu. İlköğretmen Okulu’ndan üniversiteye, değişik okullarda edebiyat öğretmenliği yaptı. Uzun yıllar kaldığı Berlin’de ders kitapları yazma projelerinde çalıştı. Edebiyata öykü, deneme, eleştiriyle başladı. Deneme ve eleştirilerini Toplum ve Edebiyat, Ağıt Toplumu, Ozanlar Yazarlar Kitaplar, Ayna, Duyguların Anakarası adlı kitaplarında topladı. Halk yazını ile ilgili kitapları ise Dede Korkut, Halk Anlatıları, On Beş Türk Masalı, Elif ile Mahmut, Kerem ile Aslı adlarını taşıyor. Yazdığı ilk öykülerden “Tohum” 1965 yılında ödül almasına karşın, 61 yaşına değin öykü yazmadı (çok sonraları Şah Mahmut adlı ikinci öykü kitabını yazacaktır). Hayatını anlattığı Masalını Yitiren Dev (anı-roman, 2000) 66 yaşında yayınlanmıştır. Bu romanının ardından, 2005 yılında Orhan Kemal Roman Armağanı’na değer bulunan Ölümün Gölgesi Yok (2004) adlı romanı yayınlanmıştır. 2001’den bu yana yazdığı öykülerini de Şairin Kedisi (2005) adıyla kitaplaştırmıştır.
(*) Adnan Binyazar, Masalını Yitiren Dev, Can Yayınları, 2000-İstanbul.
13 Nisan 2010 tarihinde www.kritize.net sitesinde,
13 Nisan 2010 tarihinde www.sivildusunce.com sitesinde,
14 Nisan 2010 tarihinde www.erganisoz.com sitesinde yayınlandı.