“Nereye bir ad verilmişse, bir sebebi olduğu için o ad oraya verilmiştir. Dünyada sebepsiz verilmiş hiçbir ad yoktur” –İmâmî
Bir coğrafya adını arıyor…
Bir halk kimliğinin geri verilmesini istiyor…
Türkiye çok hızlı, inişli çıkışlı bir süreçten geçiyor…
Bu sürece denk gelen okuduğum bir kitaba dair bazı şeyleri ve düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Kitabın adı: Adını Arayan Coğrafya.(*) Yazarı: İbrahim Sediyani.
Kitabın zamanlama bakımından adına denk düşen bir zamanda kitapçı raflarında yer olması iyi bir isabet. “Kürt Açılımı“, “Demokratik Açılım” veya “Milli Birlik Projesi” denilen ve AK Parti/Hükümetçe içi doldurulmayıp balon gibi şişirilen, DTP’nin kapatılmasıyla da balon gibi sönüp elde kalan “Açılım“ın programsızlığı ve de DTP’nin kapatılması Kürt sorununun kamuoyunda çok yoğun tartışılır olmasına neden oldu.
Eskiden solcular “Kürt Sorunu” konusunda “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” ilkesinden hareketle çok konuşur, çokça yazılar kaleme alırlardı. İş ciddiye binince, Kemalizm’den gelen damarları kabardı, birçoğu ulusalcı oldu. Birçok “solcu” sosyal-şoven kampa savruldu. Bir kısmının ise soluğu kesildi ya da gözlerine “perde” indi olanları görmez oldu. İşin tuhaf tarafı eskiden her kim “Kürt” dediğinde ya da “Kürt Sorunu“ndan bahsettiğinde devletin kolluk kuvvetlerinden, savcısından önce Müslüman geçinen “dinciler” ve “dinci yazarlar/çizerler” salvo halinde ırkçı bir söylem tutturup: “Kürtçü“, “bölücü“, “yıkıcı“, “bozguncu“, “terörist“, “anarşist“, “Kürtçü-komünist” gibi suçlamalara başlardı. Din, devletin diniydi, Müslümanlık bunların elinde egemen düşüncenin, Kemalizm’in ve dahası devletin bir baskı aracına dönüştürülmüştü. İttihatçı gelenek ve Kemalizm’in attığı format sonucu “Kürt” ve “Ermeni” sözcükleri hakaret anlamında kullanılırdı. Sevindirici olan, sınırlı olsa da artık İslamî duyarlılığı olan insanlarımızın da “ümmetin yetimi” Kürtler hakkında gerçek duygu ve düşüncelerini kaleme almaları ve konuşmalarıdır. Halen “dinci“lerin büyük bir çoğunluğu Said-i Nursî’nin Kürtlüğünü gizleseler ya da görmemezlikten gelseler bile, yine de bu konuda “solcuları” “sol“ladılar diyebilirim…
İbrahim Sediyani, çalışmasını geniş tutmuş. Asya, Afrika, Avustralya, Amerika ve Avrupa’da çeşitli ülkelerin veya ulusların şiddete dayanarak zorla ya da egemen olmanın avantajlarını kullanarak asimilasyon uygulamalarını, değiştirilen yer adlarını tek tek sıralamış. Türkiye’de ise, asimilasyon ve yer isimlerinin değiştirilmesinin sadece Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı coğrafya ile sınırlı olmadığını; Ege, Trakya, Karadeniz, Akdeniz ve Orta Anadolu bölgelerinde sistemli bir şekilde yapıldığını örnekleriyle anlatmış. Değiştirilen yer adlarını kitabında il il, ilçe ilçe ele almış. Tespit edebildiği yerlerin eski ve yeni isimlerini bir bir yazmış. Bu genel tabloya baktığımızda Türkiye’de değiştirilmeyen yer ismi hemen hemen yok gibi.
Türkiye, yer isimlerini değiştirme konusunda dünya çapında büyük bir rekor kırabilir. Dağların, taşların, derelerin, tepelerin; köylerin, kasabaların, kentlerin isimleri değiştirilerek Kürtlerden, Ermenilerden, Süryanilerden, Rumlardan, dahası eski uygarlıklardan kalan ne kadar isim varsa hafızalardan silinmesinin hedeflendiği aşikârdır. Ama yazar bu konuda objektif olamıyor ne yazık ki, kendi algısına göre olayları ve olguları değerlendiriyor. Asimilasyon ve yer isimlerinin değiştirilmesine bakış açısı da bu anlayışta. Başkaları yaparsa kötü, ama kendisinin mensubu olduğu inanç sahiplerinin yaptıklarını, İslam’ın gelişimi ve yayılmasıyla oluşan Arap-İslam kültürel hegemonyasının uyguladığı İslamlaştırma ve Araplaştırmayı es geçiyor. İslam’ın yayılışı esnasında Yakındoğu’da, Ortadoğu’da, Anadolu’da var olan yer isimlerinin değiştirilmesini görmemezlikten geliyor. Örneğin Diyarbakır’ın tanınmış, en ünlü ve aynı zamanda Anadolu’nun ilk camisi olan Ulu Cami’nin 639 yılına kadar kilise olduğunu, Mar Toma Katedrali ismiyle anılan bu yerin, Hıristiyanlık inanışından önce de Sabilere ait Güneş Mabedi olduğuna hiç değinilmiyor. Bu doğru değil, inandırıcılığı zedeler. İbn Haldun Mukaddime adlı ünlü eserinde; “Elimize geçmeyen ilmî eserler, elimize geçenlerden daha çoktur. Halife Ömer (onu Tanrı yargılasın), Fars feth olunduğunda eski Farslardan kalma eserleri yok etmeyi emretmiş olduğu için, Farsların ilimleri ve eserleri yok oldu gitti. Keldanîlerin, Süryanîlerin ve Babil ahalisinin ilimleri, kendi çağlarında bilginlerin meydana koydukları eserler ve bunların neticeleri nerede?” diye, haklı olarak sorar. Kıymetli bilgi ve belgelerin nasıl yok edildiğini, dolaysıyla şiddete dayanılarak yapılan asimilasyonu tarihe not düşerek bilim insanı olmanın gereğini yapar. (Mukaddime-I, Çev: Zakir Kadrî Ugan, MEB Yayınları, s.91-92)
Tarihe ve tarihte yaşanmış olaylara bir gözümüzü kapatarak veya şaşı bakmamalıyız. Yazar, bu konuda biraz daha titiz davranmış olsaydı, yaptığı güzel bu çalışmaya gölge düşmemiş olurdu. Ama bu haliyle bile önemli çalışma Adını Arayan Coğrafya. Araştırmacıların, siyasetçilerin, “Açılım“a kafa yoran şahıs veya yöneticilerin kitaba göz atmalarının yararlı olacağını düşünüyorum.
Kitabın girişinde Yayınevi’nin enfes, manifesto gibi bir Takdîm’i var. Bu takdimin bir bölümünü aşağıya alıyorum. Alıntıladığım bölümü okuduğunuzda manifesto nitelendirmemin abartı olmadığını göreceksiniz.
“İsimler; inançların, ağıtların, dünya görüşlerinin emanetçisidir.
Türkülerin, şiirlerin, ağıtların ifade aracı; öfke ve sevinçlerin aktığı mecradır…
Bunun içindir ki otoriter rejimler ilk olarak isimleri değiştirirler. İsmi değiştirilenin “özünün”de değişeceğine olan inançla hedef alınmıştır isimler, kelimeler ve diller.
Beldelerin ismi değiştirildiğinde “belleklerin”de değişeceği umulmuştur.
Asimilasyon politikalarının en etkili yöntemlerinden biri, dilin ve kelimelerin değiştirilmesidir.
Asimilasyon, kültürel etkileşim değildir. Süreç içersinde gerçekleşen doğal bir değişim de değildir. Gönüllü bir kabulleniş ve içselleştirme de değildir asimilasyon.
Asimilasyon, halkların baskıcı yöntemlerle “dönüştürmesi” veya sofistikle yöntemlerle başkalaştırılmalarıdır. Asimilasyon politikaları özgür iradeyi ve seçme hürriyetini değil, cebir ve zorlamayı esas alır.
İnsanlığın üretimine saygısı olanlar insanlığın ürettiği maruf olan her şeye sahip çıkmak durumundadır. Bir tarihi esere sahip çıkıldığı gibi tarihten gelen isimlere de saygıyla bakıp sahiplenmek insanlığın üretimine saygı duymanın ve insan olmanın gereğidir.
Tarihe ve tarihi olana kastetmenin adı barbarlıktır. İnsanlığın kültürel değerlerine ve üretimine kastetmek, cinayetlerin en büyüğüdür.” (s.9-10)
***
Gelişmeler “Adını Arayan Coğrafya“nın adına kavuşmasının zor olacağını gösteriyor, ama her şeye rağmen ben umutluyum.
(*) İbrahim Sediyani, Adını Arayan Coğrafya, Özedönüş Yayınevi, 2009-İstanbul.
19 Ocak 2010 tarihinde www.sivildusunce.com da,
19 Ocak 2010 tarihinde www.kritize.net de,
21 Ocak 2010 tarihinde www.erganisoz.com da,
22 Ocak 2010 tarihinde www.kuyerel.com da,
23 Ocak 2010 tarihinde http://www.gomanweb.com/2010_Klasoru/Ocak/23Ocak/adini-arayan.htm de,
11 Şubat 2010 tarihinde Yeni Yurt gazetesinde,
ve 12 Şubat 2010 tarihinde Ergani Haber gazetesinde yayımlandı.