Yeni bir döneme girdik. Her dönem bir öncekine göre farklılıklar taşısa da, bu dönem çok daha farklılıklar taşıyor. Ulaşım araçları mesafeyi; ticaret, para ve bilgi sınırları kaldırdı. Bilimsel teknolojik gelişmelerse toplumsal ilerlemenin önündeki engelleri yıktı. Dijital cihazlar sayesinde zaman aralığı hemen hemen sıfırlandı. Ülkeler arasında para, bilgi, mal, ürün ve hizmet akışı hızlandı ve çeşitlendi. Bilgi devrimi gerçek etkisini çok açıktan hissettirmeye başladı: Bilgi paradan daha hızlı hareket eder oldu.
Akıllara durgunluk veren gelişmeler yaşıyoruz şimdi. Bilim ve teknolojideki gelişmeler kendimizi, değerlerimizi, sahip olduğumuz kavramları ve kurumları yeniden sorgulamaya, dahası kaçınılmaz bir değişime zorluyor. Geleceği bioteknolojinin belirleyeceği söyleniyor. Avrupa Birliği de bu gelişmelere paralel olarak biyoteknoloji yerine daha geniş bir bakış açısına olanak verdiği için biyoekonomi kavramını gündeme getiriyor. (Burada Bilgi Tabanlı Biyoekonomi -Knowledge Based Bio-Economy –KBBE- ile kastedilen biyolojik ürünlerin katma değerini yükseltmek için bilgi içeriğinin artırılmasıdır.)
Ben, bu yazımda biyoekonominin anlatımından ziyade biyoekonomi ile ilgili ilginç gelişmelerden birkaçını –hoşumuza gitmese de– aktararak biraz düşünmenizi istiyorum.
1. “Anne sütlü pilav”
Ekonomik işbirliği örgütü OECD, genel olarak küresel krizler, üye ülkelere yönelik “çözüm önerileri/yaptırımlar” gibi konularda “proje ve programlar” yapmasıyla gündeme gelmektedir hep. Ama bundan yaklaşık bir yıl önce, 6-7 Aralık 2010 tarihlerinde Paris’te çok farklı bir nedenle gündeme geldi: Biyoteknoloji ve yaşam bilimleri üzerine geniş katılımlı ve akademik çevrelerin de içinde yer aldığı önemli bir toplantıyla.
Bu toplantıyı izleyen Koray Çalışkan, “insaniyetin kurtuluşu” olarak sunulan toplantıyla ilgili şunları yazmıştı:
“…Büyük bir uluslararası şirketin temsilcisi, yeni bir pirinç üzerinde çalışıldığını, anne sütü ve insan tükürüğünden alınan insan genleriyle harmanlanmış bir çeltiğin dünyadaki açlığı bitirebileceğini, hatta beslenemeyen çocukların sorunlarını çözebileceğini söylediğinde ‘Pes!’ diyerek salondan çıktım. 2007’de ABD’li bir firma ilaç olarak insan geni barındıran bir pirinç yetiştirmeye başlamıştı. Ancak kitlesel üretim için çalışma yapıldığını duymamıştım.
Ekonomik krizin ya da resesyonun çözümü bu biyoteknoloji firmalarının elindeymiş. Birçok bilim insanı bu görüşlere karşı çıktı. Ancak bu bilimsel sızlanma etkili olacak gibi değil. Biyoteknolojinin sert ayak sesleri OECD’de rahatça duyuluyor. Bir tarafta bilim insanları genetik araştırmalara devam ediyor, yaptıkları araştırmanın etik ve siyasi boyutunu unutmuyor. Diğer taraftan kapitalist firmalar bu bilgiyi kâra dönüştürmek için sıraya girmiş durumda.
OECD toplantısından çıkan en önemli sonuç şu: Yalnızca küresel bir iktisadi kriz yok. Aynı zamanda iktisadi süreçleri anlama konusunda ciddi bir kriz var. Neoliberal hegemonya zayıflıyor. Kurumsalcıların, yani piyasaların ancak sosyal, siyasi bağlamlar içinde işleyebileceğini savunanların eli güçleniyor. Ancak onlar da farkında ki iktisadi yırtık elimizdeki yamadan büyük.
Böyle bir kriz ortamında birileri çıkıp Anne Sütlü Pilav’ın açlığı da iktisadi krizi çözebileceğini söyleyebiliyor. Hatta bir parça da alkış alıyor. Her koşulda piyasacı çözümleri savunan Dünya Bankası temsilcisinin dahi kulağıma eğilip ‘Midemi bulandırdı’ dediği bir durum bu. Anne sütünün bile dokunulmazlığının kalktığı bir çağa giriyoruz. İnsan genine sahip yiyecekler önümüze geldiğinde modern yamyamlığa adım atacağız. Hayırlı olsun.” (Radikal, 8.12.2010)
Sosyolog-yazar Nazife Şişman da, Koray Çalışkan’ın bu yazısına atıfta bulunarak; “ ‘İlk önce dünyadaki açlık, arzdaki kıtlıkla mı ilgili yoksa adil bölüşümle mi?’ sorusunu cevaplamamız gerekir. İkinci olarak da bu pilavın anne sütünde kaynatılmış pirinçten ibaret olmadığı, genetiği değiştirilmiş bir pirinçten yapıldığına dikkat çekilmeli” diye yazmış ve ardından, “İnsan, bitki ve hayvan genlerini karıştıran çözüm önerileri, tartışmasız kabul edilebilecek öneriler midir?” diye sormuş ve sonrasında ise, “biyopolitika”dan “biyoekonomi”ye doğru bir gidişin olduğunu belirterek OECD toplantısını, biyoteknolojik ilerlemeye engel olan “toplumsal ve ahlaki prangalar”ın tıbbî ve iktisadi gerekçelerle gevşetilmesine bir örnek olduğu tespitini yapmıştır. (Zaman, 22.12.2010)
***
Biyoteknoloji ile küresel kapitalizm ilişkisini anlayabilmemiz için konjonktürel birtakım olay ve faktörleri göz önünde bulundurmakta yarar var. Bu tip çalışmalarla ilgili ise sesli düşünüyorum. Özetle:
1. Burada söz konusu edilen şey, besin zincirinin sıralaması ile oynanmasıdır. Bu şekilde ürün miktarında bir artışın olması fiziksel olarak mümkün müdür? Değil. Bazı coğrafyaları tümden mesken tutan açlığa bu buluş(!) çare olamaz!
2. Hayal kurmak, yaratıcılığın ilk aşamasıdır. Hayal kurmadan ürün elde edilemez. Ama her hayal insanları başarıya götür mü? Hayır, bazen felakete sürükler.
3. Açlığın giderilmesi işine gelince;
Birincisi, her ülkede bölge ve il düzeyinde değişik çalışmalar yapılır ve koşullarına uygun ürün tespit edilir. Tespit edilen ürünün verim ve kalitesi dış desteklerle yükseltilir. Örneğin, Malatya’da, 1970’li yıllarda kayısı üretiminin toplam ekonomik değeri 1 milyon dolar iken günümüzde 100 milyon dolar civarındadır. Buna karşın Erzincan, Erzurum, Kars, Ağrı, Van… dağları bomboş, üreticileri ve değişik ürünleri bekliyor. Suriye sınırı ve Karacadağ çevresinde ise mayınlı araziler temizlenmeyi ve üretime açılmayı gözlüyor.
İkincisi, yoksul kesimlerde nüfus artışını önleyecek çalışmaların yapılması gerekiyor. Örneğin, 1960’lı yıllarda Afrika’da 100 milyonu yoksul olmak üzere 300 milyon insan yaşıyordu. Günümüzde, Afrika’da ürün miktarı 1960’lı yıllar düzeyinde, nüfus ise bir milyarı aşmıştır. Bunun 200 milyonu aç, 400 milyonu yoksuldur. Sormak lazım: “Anne sütlü pilav” gibi genetiği değiştirilmiş ürünler bu nüfus artışına karşın nasıl açlığa çare olacak?
Yapılan çalışmalardan önemli ilaçlar elde edilebilir, ama açlığa çözüm olması söz konusu değildir. (Sayısal veriler Nurettin Değirmenci’ye aittir. -05.10.2011 tarihli emaili)
2. Domuzlardan İnsan Organı Üretimi
“Anne sütlü pilav”ın üretiminden farklı önemli bir gelişme ise insan organlarının seri üretimine yakında başlanabilecek olmasıdır. Dünyanın çok değişik yerlerinde bu konuda ciddi çalışmalar yapılmaktadır. Örneğin Tokyo Üniversitesi Kök Hücre Biyolojisi Merkez Başkanı Prof. Hiromitsu Nakauçi, “organ üretimi”nde gelinen aşamayı özetle şöyle açıklamaktadır:
Domuzlara enjekte edilecek kök hücreler sayesinde üretilecek insan organları daha sonra insana nakledilebilecek. Kök hücre çalışmalarını ilerleten bilimciler, sıçanlardan aldıkları kök hücreleri, genetik olarak değiştirilmiş fare embriyosuna enjekte ederek farelerde sıçana ait organlar geliştirmeyi başardılar. Uzmanlar bu tekniğin domuzlarda insan organı üretmeyi de sağlayabileceğini düşünüyor. Bu yöntemle nakil için sıra bekleyen hastalara yetecek sayıda organın sağlanabilmesi hedefleniyor. (Taraf, 21.06.2011)
***
Üretimin olduğu yerde ticaret, ticaretin olduğu yerde para ve satış vardır. Demek ki, serbest piyasada domuzlardan üretilen organların satışlarının başlanacağı günler yakın.
Yaşasın, beşeri doğal organlarla domuzlardan üretilen organların kardeşliği!..
3. İnsandan İnsana Dışkı Nakli
Kalp nakli, böbrek nakli tamam da, insandan insana bir sağaltıcı olarak dışkı nâklinin yapıldığını duymamıştım. Sevgili dayım Nurettin Değirmenci www.bbc.co.uk ’de buna ilişkin bir habere rastlayıp benim için çevrisini yapıp göndermese haberim olmayacaktı.
Bizler için en berbat nesne olan dışkının bir insandan diğerine nakli ilk başta mide bulandırıcı gelse de bazı durumlarda meğer hayat kurtarıyormuş.
Nasıl mı? Dayımın gönderdiği çeviriyi okuyalım:
“Bazı doktorlar, belli hastalıklarda dengesi bozulan kalın bağırsakları tekrar yararlı bakterilerle doldurmak için bu yönteme başvuruyor.
İngiltere’de Clostridium Difficle Enfeksiyonu (CDI) vakalarında bu yöntemi kullanan tek doktor olduğunu belirten Alisdair MacConnachie, bunun kanıtlanmış bir tedavi şekli olduğunu söylüyor.
Dr. MacConnachie, bu yönteme son çare olarak başvurulması gerektiğine dikkat çekiyor.
Alisdair MacConnachie’ye göre işin mantığı çok basit. CDI, antibiyotiklerin kalın bağırsaktaki çok sayıda yararlı bakteriyi yok etmesiyle ortaya çıkan bir enfeksiyon. Bu enfeksiyon, hayatta kalan bakterilere patlayıp çoğalacak ve yüksek miktarda toksin üretecek alan sağlıyor. Bunun da ishale yol açtığı ve ölümcül olabileceği belirtiliyor.
İlk seçenek olarak hastalara daha fazla antibiyotik veriliyor. Ama bu yöntem her zaman etkili olmuyor ve enfeksiyon tekrar ortaya çıkıyor.
Bu yöntemde ise kalın bağırsaklara daha fazla bakteri eklenerek bunların Clostridium Difficile bakterileriyle savaşması ve enfeksiyonun kontrol altına alınması sağlanıyor.
Dr. MacConnachie, İskoçya’nın Glasgow kentindeki Gartnavel Hastanesi’nde 2003’ten bu yana 20 kez bu operasyonu gerçekleştirdiğini söylüyor. Bu hastalardan biri dışında tümü enfeksiyondan kurtulmuş.
Normal tedavi yöntemi sonuç vermezse, hastaya operasyondan bir gece öncesine kadar antibiyotik veriliyor. Hasta daha sonra mide asidini kontrol edecek ilaçlar alıyor.
Operasyon sabahı dışkı verecek kişi hastaneye gelip dışkı örneği veriyor.
Bu kişi genellikle hastanın yakını ve tercihen hastayla aynı evde yaşayıp aynı şeyleri yiyen ve bağırsaklarında benzer bakteriler bulunan kişiler oluyor.
30 gram dışkı tuzlu suyla blender’den geçiriliyor. Kahve filtresinden geçirilen sıvı, bir boru aracılığıyla burundan mideye gönderiliyor.” (www.bbc.co.uk -12 Aralık 2011)
***
Yorum yapmadan bir başka ilginç (yoksa iğrenç mi demem gerekir?) buluşu aktarmak istiyorum.
4. İnsan Dışkısından Biftek, Hayvan Dışkısından Kahve
Belleklerimizde kayıtlı olan kavramların nitelik ve niceliğine göre belli davranışları sergileriz. Örneğin bizlerin alt belleğinde dışkı kötü, pis ve murdar olarak kayıtlıdır. Bu nedenle dışkıdan ne yapılırsa yapılsın, ne yenilir, ne içilir, ne de kullanılır. Hatta dokunulmaz. Ama gelişmeler bellekteki kayıtları değişime zorluyor. Bir sağaltıcı olarak dışkının insandan insana naklini veya gizlice piyasaya arz edilen nesnelere katılımını bir tarafa bırakalım, insan dışkısından yakında biftek (ya da köfte) üretimine başlanacağı aleni olarak tüm dünyaya ilan edildi.
Gazetelerin yazdığına göre, Japon bilim insanları insan dışkısındaki proteinleri kullanarak “biftek” üretmeyi başardı. Okayama Laboratuvarı çalışanı Mitsuyuki İkeda, Tokyo Kanalizasyon İdaresi’yle birlikte yaptığı çalışmalarda, kanalizasyon birikintilerinin çok yüksek oranda protein barındırdığını keşfetmiş. Proteinlerin özütlenerek gıda üretiminde kullanılabileceğini düşünen İkeda, özütlenen proteinleri sentezledikten sonra, rengi ve tadı geliştirmek amacıyla gıda renklendiricileri ve soya proteini kullanarak yapay et ürettiklerini açıklamıştır.
Düşük yağ oranı nedeniyle gayet sağlıklı olduğu düşünülen yapay etin tadı, deneklere göre sığır etine benziyor. (Habertürk, 19.06.2011)
Hayvan Dışkısından Kahve
“Anne sütlü pilav”ı, dışkıdan yapılan “biftek/veya köfte”yi yedikten sonra üstüne birde kahve içilmesi gerekmez mi? Hem de en pahalı ve prestijli olan hayvan dışkısından yapılmış olan kahveyi. Nasıl mı? New York Times’in konuya ilişkin haberini okuyalım:
Filipinlerin Cordillera bölgesinde bol miktarda kahve ağaçları bulunur. Geceleri bu bölgede yaşayan civetler (kedigiller familyasından bir hayvan cinsi) pençeleriyle kahve meyvelerini (tanelerini) toplayıp kendilerine ziyafet çekiyorlar ve sonra da sindiremedikleri kahve çekirdeklerini dışkı olarak topaçlar halinde ağaçların altına bırakıyorlar. Ama bu arada çok önemli bir işlevi yerine getiriyorlar. Kahve çekirdeklerini mide asitleri ve enzimler yoluyla mayalıyorlar.
Mayalı bu kahvelerin içiminin yumuşak ve tadının çikolatamsı olduğu, sonrasında da acı bir tat bırakmadığı belirtiliyor.
Kahve dünyasının altın değerinde az bulunan bir türü olarak kabul ediliyor civet kahveleri. Kilosu yaklaşık 500 dolar. Bu kahvenin ticaretini yapanlar, popülaritesinden dolayı ve de prestijli olduğu için piyasada bol miktarda sahte ve düşük kalitede civet kahvesi bulunduğunu belirtiyorlar. (Sabah-The New York Times, 16.05.2010)
***
İçilen bu kahvenin kırk yıl hatırı olur mu bilmem ama bu ilginç gelişmeleri yazarken bir kimya mühendisi olarak bir tuhaf olduğumu iyi biliyorum. Dünya Bankası temsilcisinin dediği gibi yapılan çalışmalar “midemi bulandırdı”. Ama sıradan gazete okuyucularının midesi bulanmamış olabilir. Bu doğaldır. Çünkü insanlar bu tür yazı veya haberleri okudukları zaman beyin farklı bir paradigmayla hemen kendini bilimsel moda alıyor ve yapılan çalışmaları kendi dışında, sadece laboratuarlarda yapılan bir bilimsel çalışmaymış gibi algılıyor. Bu bilimsel çalışmaların ileride kendi günlük yaşamına yansıyacağını o anda düşünemiyor. Dolaysıyla “insandan insana dışkı nakli”, “dışkıdan biftek” ve “domuzdan insan organı” üretimi gibi çalışmalara dair haberler gazete ve dergilerde okuduğunda beyinde fırtınalar esip herhangi bir etkiye ve tepkiye neden olmamaktadır. Yani beyin, mide veya başka organlara “bulan, kus, kaşın, tükür!” diye komut göndermemektedir. Komut gitmeyince bedende de herhangi bir tepki oluşmamaktadır. Bu tür çalışmaların farkında olanlardan ise, etkili sesler çıkmamaktadır. Ama ne olursa olsun, artık çok açık olan bir şey var: Beyin ister komut göndersin, ister göndermesin bu tür çalışma ve buluşlar devam edecektir ve dahası bu tür çalışma, buluş ve gelişmeler belleklerimizdeki bazı kavramları yeniden tanımlamayı getirecek ve sahip olduğumuz değerlerin bazılarını da temelden sarsacaktır.
Sahip olduğumuz kavram ve değerlerin başka şansı yok gibi.
19 Aralık 2011 tarihinde:
http://www.egitimsenergani.com da,
http://www.gonulsitesi.net te,
http://www.sivildusunce.com da yayımlandı.