Tanıkları, Mağdurlarıyla Bir Zihniyet Kodlaması: 12 Eylül Kitabında Yer Alan Röportaj

okuma süresi: 48 dk.

Aslan Değirmenci
Tanıkları, mağdurlarıyla bir zihniyet kodlaması: 12 EYLÜL
ÇIRA Yayınları, İstanbul 2011, s.69-101

MÜSLÜM ÜZÜLMEZ-Araştırmacı Yazar

-12 Eylül neyi amaçladı?

Soruyu doğru yanıtlayabilmek için 12 Eylül öncesindeki gelişmelere kısaca bakmakta yarar var.

12 Eylül öncesinde Türkiye 12 Mart Askeri Darbesinin etkilerinden kurtulmaya çalışıyordu. Sağda ve solda yoğun bir şekilde fikir tartışmaları ve örgütlenme hareketliliği yaşanıyordu. Çok sayıda siyasi parti, dernek ve sendika kuruldu/kuruluyordu. Edebiyat, sanat, kültür, politika, düşünce dergileri, gazeteler, kitaplar peş peşe yayınlanıyordu. Adalet, eşitlik, özgürlük, demokrasi konuları kitleler tarafından dile getirilmeye; işçiler sendika, toplu sözleşme, grev, genel grev, dayanışma grevi eylem ve kavramlarıyla tanışarak bunları içselleştiriyorlardı. Gerçek anlamda tam bir toplumsal uyanış yaşanıyordu. Gençler özgürlük, demokrasi, bağımsızlık talepleri etrafında birleşip boykot, yürüyüş, miting, okul işgalleriyle topluma, hem mesaj veriyor ve hem de toplumu derinden sarsıyorlardı. Kürtlerde ise, ulusal uyanış başlamıştı. Kürt aydınları, hem kendi aralarında ve hem de sol aydın çevreleriyle politika, sanat, kültür, ekonomi, sosyal sınıflar, ulusal kurtuluş mücadeleleri konularında ve örgütlenme ile ilgili de ayrı mı, birlikte mi örgütlenmeli ve Kürdistan’ın sömürge olup-olmadığını tartışıyorlardı.

Bunlar yaşanırken;

-Siyasi tansiyon her geçen gün yükseliyordu. Yükselen bu siyasi gerilim sonucunda Süleyman Demirel’in Genel Başkanı olduğu Adalet Partisi (AP) ile Bülent Ecevit’in Genel Başkanı olduğu Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) uzlaşıp parlamentoda bir Cumhurbaşkanını seçemez oldular.

-Siyasi cinayetler, suikastlar her geçen gün artmaya, günlük gazetelerde öldürülenlerin isim listeleri verilmeye başlandı. İşlenen cinayetlerle “toplumda dehşet psikolojisinin oluşması” hedeflendi.

-1 Mayıs 1977’de Taksim Meydanı’nda 12 Eylül’ün kilometre taşı olan çok büyük bir provakasyon düzenlendi. 1 Mayıs “İşçi Bayramı” kana bulandı: 34 insanımız öldürüldü.

-Maraş, Çorum “olayları” başladı veya başlatıldı. Bu olaylarda yüzlerce insanımız öldürüldü. Binlerce insanımız sakatlandı. İnsanlar evini, işini, bağını, bahçesini bırakıp kitleler halinde büyük kentlere göç etmeye başladı.

-Türk Sanayicileri ve İş Adamları Derneği –TÜSİAD büyük gazetelere tam boy ilan vererek Ecevit Hükümeti’ni devirmek (belki de 12 Eylül) için düğmeye bastı.

-Tekelci sermaye “24 Ocak Kararları”nı Süleyman Demirel Hükümetine aldırtarak geniş halk yığınlarını yoksullaştırdı.

Yaşanan bu kargaşa, terör, yoksulluk ve parlamentodaki anlamsız tartışmalar 12 Eylül Askeri Darbesine davetiye çıkarttı.

11 Eylül 1980 Cuma günü akşam otobüse binip Ankara’dan Diyarbakır’a gidiyorum. DİSK’e bağlı bayındırlık işkolunda faaliyet gösteren BAYSEN Sendikası Genel Merkezi’nden organizatör olarak katıldığım bir toplantıdan dönüyorum. Çantam, BAYSEN sendikasının çantası ve içersinde sendikayla ilgili bir sürü evrak var. Gece Gürün ilçesine vardığımızda bir tuhaflık olduğunu anladım. Otobüs şoförünün arkasında oturuyorum. Şoföre; “Kaptan radyoyu açar mısın?” diye seslendim. Saat 04.00’tü. Türkiye radyoları (TRT) İstiklal Marşı’nın çalınmasıyla ardından yayına geçti. Anons yapılmadan Harbiye Marşı çalındı. Marşın bitiminde Genelkurmay ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Orgeneral Kenan Evren imzasıyla Milli Güvenlik Konseyi’nin ilk, bir numaralı bildirisi okundu:

“Türk Silahlı Kuvvetleri, İç Hizmet Kanununun verdiği Türkiye Cumhuriyeti’ni kollama ve koruma görevini yüce Türk Milleti adına emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararını almış ve ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur.

Girişilen harekatın amacı, ülke bütünlüğünü korumak, milli birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek, devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis etmek ve demokratik düzenin işlemesine mani olan sebepleri ortadan kaldırmaktır.

Parlamento ve Hükümet feshedilmiştir. Parlamento üyelerinin dokunulmazlığı kaldırılmıştır.

Bütün yurtta sıkıyönetim ilan edilmiştir.

Yurt dışına çıkışlar yasaklanmıştır.”(1)

Bildirinin ardından Hasan Mutlucan savaş türkülerini okumaya ve arada diğer bildirilerin okunmasına başlandı. Ve bu arada DİSK ve DİSK’e bağlı sendikaların da kapatılmış olduğunu öğrendim.

Otobüs hareket halindeyken fırsatını bulup çantamdan çok önemli şeyleri aldım, geriye kalanları çantayla birlikte otobüsün penceresinden gecenin karanlığına fırlattım. Diyarbakır’a varıncaya kadar yolda otobüs ve otobüsteki yolcular her geçtiğimiz il ve ilçenin, hem girişinde ve hem de çıkışlarında sürekli aramadan geçirildi. Çantayı atmam tam bir isabet olmuştu. Okunan MGK’nin I Nolu bildirisiyle Türkiye’nin kaderi bir anda değişti. Beş Kuvvet Komutanı ülkenin tek hâkimi oldu. Halkımızın “Beşi Bir Yerde” dediği paşalar, bu bildiri ve ardından uygulamalarıyla topluma deli gömleği giydirdi.

AMAÇ: Bir askeri vesayet rejimi kurmaktı. Askeri, bürokratik elitler ile TÜSİAD içinde kümelenmiş tekelci burjuvazinin oligarşik diktasını oluşturup devleti ve kurumları buna göre yeniden yapılandırmaktı. Tabi bu işin bir yanı.

Bir de olayın uluslararası boyutu vardır. 12 Eylül öncesinde dünyada çok şiddetli “Soğuk Savaş” rüzgârı esiyordu. Şu veya bu şekilde kişiler, sosyal sınıf ve katmanlar, aydınlar, kurumlar, ülkeler “soğuk savaş”ın etki alanındaydı.

Örneğin; Türkiye’de, -bildiğim kadarıyla-1960 öncesinde Müslümanlarla komünistler arasında sorun pek yaşanmamıştır. Komünistler sadece Alman Faşizmine destek veren Türkçülerle fikirsel düzeyde kapışmışlardır. 1952’de NATO/ABD tarafından Özel Harp Dairesi,nin kurulmasından sonra, “Yeşil Kuşak” projesi devreye konuldu. Müslümanlarla komünistler arasına nifak sokulup karşı kamplardaki “düşmanlar” olarak yer almaları sağlandı. “İlericilik-Gericilik” sunumuyla Kemalist kadrolar da, bu konuda karşıt algıların oluşması için gereken neyse yaptılar.

ABD, “Yeşil Kuşak” projesi kapsamında Müslüman geçinen bir kısım insanları, yazarları, çizerleri, akademisyenleri gerçek Müslümanların sözcüleriymiş gibi sunup devrimcilere, solculara, komünistlere karşı kullandı. ABD karşıtı eylem veya söylemlerde ABD, bu kesimlere ABD’nin işine yarayacak şeyler yaptırdı. Bunun en bariz örneği 6. Filo’nun protesto eylemidir. 16 Şubat 1969’da “Komünizmle Mücadele Derneği” gibi dernek veya oluşumları kullanarak temiz ve saf insanlarımızın dini duygularını galeyana getirtip “Kanlı Pazar”ları gerçekleştirdi. Bu tür “operasyon”ların sonucu, hem Müslümanlar, hem komünistler zarar gördü: Kazançlı çıkan ABD oldu.

İslami kesimin kuramsal dergilerinden biri olan Anlayış dergisinde Hamza Türkmen kendisiyle yapılan bir röportajda farklı bir nedenle de olsa bu durumu teyid edercesine; “1945’ten önce Müslümanların, Türk milliyetçisi ve sağcı kimlikleri yoktu; ama karşıtına sığınarak var olma veya boyun eğikliği nedeniyle 1970’li yıllara geldiğimizde bu vahiy dışı kimliklerle elbiseleri kirlenmişti”r. “[K]omünizm tehlikesine karşı Batı, yani liberal kapitalizm, İslam’ı bir kalkan olarak kullanmak …istiyordu” ve “1970’li yıllarda İslamî duyarlılığı en yüksek olan cemaatler …Kemalist sistemin onlara telkin ettiği sağcılık, devletçilik ve milliyetçilik kirleriyle maluldür” demektedir.(2)

Yine “Soğuk savaş”ın etkili olduğu o dönem, bölgemizde çok önemli iki gelişme peş peşe yaşandı. Sovyetler Birliği Afganistan’da önce yandaş bir yönetimi işbaşına getirtti, sonra işler ters gidince Afganistan’ı kendisi işgal etti. Bu durum dünya dengelerini biraz yerinden oynattı. Ardından bölgede çok önemli bir başka gelişme daha yaşandı: Komşumuz İran’da “İslami Devrim” gerçekleştirildi. ABD yandaşı Şahlık Rejimi yıkıldı. Yerine “İran İslam Cumhuriyeti” kuruldu. Bu durum, hem bölgenin ve hem de dünyanın politik dengesini tümden sarstı. Vietnam yenilgisinin ardından yaşanan bu “kayıplar” ABD’yi “derin” önlemler almaya yöneltti.

Ayrıca, 12 Eylül öncesi dünya genelinde halkların ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadelelerinin, işçilerin ve köylülerin hak ve özgürlük taleplerinin yükseldiği bir dönemdi. ABD ve NATO diken üstündeydi. Asya’da, Ortadoğu’da, Afrika’da, Latin Amerika’da faşist, baskıcı, askeri dikta yönetimlerinin işbaşına gelmeleri için sürekli “plan”lar yapıldı, yönetime gelenler desteklendi. Şili ve Vietnam kukla yönetimleri bu duruma tipik en iyi örneklerdir.

Böyle bir ortamda Türkiye “başıboş” bırakılamazdı.

Bu nedenle ABD ve NATO, Türkiye’de hızla örgütlenen işçi sınıfını ve onun örgütlü hareketlerini(3) ve bu hareketlerin etrafında yükselen ABD karşıtı antiemperyalist mücadeleyi boğmak ve ne olur ne olmaz diye, Türkiye’yi “sağlam kazığa bağlamak” için 12 Eylül operasyonunu başımıza tezgâhladı diyebilirim.

12 Eylül yapıldıktan sonra ABD ile imzalanan ikili anlaşmalara ve ABD’den alınan silahların nicelik ve niteliğine bakıldığında bunu çok açık görebiliriz.

-Peki amacına ulaştı mı?

Yukarıda alıntısını yaptığım MGK’nun I Nolu bildirisinde darbe yapanlar kendilerince 12 Eylül’ün amacını açıklıyorlar. Ama bugün 12 Eylül sonrası yaşanan ve yaşadığımız olaylara baktığımızda bildiride sıralananların tam tersi istikamette bir gelişme olduğunu görmekteyiz. 12 Eylül Rejimiyle “ülke bütünlüğü” ve “milli birlik ve beraberlik” alabildiğine zedelendi. Kürtler ve Türkler arasında var olan birlikte yaşama duygusu “kırılma noktası”na vardı. “Demokratik düzenin işlemesine mani olan sebepleri ortadan kaldırmayı” bir tarafa bırakalım, 12 Eylül darbesinin üzerinde 30 yıl geçmesine rağmen halen askeri vesayet rejiminin boğucu kıskacından kurtulamadık. Arzu edilen, insan haklarına saygılı, kurum ve kurallarıyla işleyen bir demokratik düzene bir türlü geçemedik.

Ama, 12 Eylüllü yapanlar kendi açılarından fazlasıyla amaçlarına ulaştılar diyebilirim. 12 Eylül sayesinde gerçek bir Askeri Vesayet Rejimi kuruldu. Bu rejim kurulurken her şey adım adım icra edildi. Önce ordu içindeki demokrat subaylar sessizce ayıklandı. Sonra kendisine biat eden yüksek yargı kurumları yeniden yapılandırıldı. Bugün birçok hukuksuzluğa hukuk adına imza atan Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu -HSYK oluşturuldu. Ardından Türkiye’nin başına bela olan Yüksek Öğrenim Kurulu -YÖK oluşturuldu. YÖK-Sıkıyönetim işbirliği sonucu üniversitelerde ne kadar gerçek akademisyen, bilim adamı ve demokrat öğretim görevlisi varsa okullarından uzaklaştırıldı. Rektörler, dekanlar akademik çalışmaları bir tarafa bırakıp askeri vesayet rejiminin borazanı ve baş destekçisi “rejimin askeri” oldular. En önemlisi hiçbir demokratik öz taşımayan 1982 Anayasası zorla kabul ettirildi.

Cuntanın başı Kenan Evren’in 27 Ekim 1982’de Diyarbakır’da “1982 Anayasası’nı Devlet Adına Tanıtma” konuşmasını yaptığında ve 7 Kasım 1982’de % 92,7 “Evet” oyuna karşılık, % 8,6 “Hayır” oyuyla kabul edilen 1982 Anayasası’nın kabul edildiği “Halk Oylaması” esnasında ben, Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanlığı’nda Kurtoğlu Kışlası’nda gözaltında işkence altındaydım. Gözaltındayken, askerlerin kendi aralarında yaptığı konuşmalardan Kenan Evren’in Diyarbakır’a gelip konuşma yaptığını, yapılan oylamada da Anayasanın “Kabul” edildiğini öğrendim. O dönem Türkiye tam anlamıyla bir hapishaneye çevrilmişti. Anayasa oylanması öncesi Türkiye genelinde ve özelliklede Kürtlerin yaşadığı yerleşim yerlerinde yoğun operasyonlar yapılarak geniş çaplı gözaltına almalar ve tutuklamalar yapıp “gözdağı” verildiğini unutmayalım.

12 Eylül Cuntasının bu Anayasası’ndan şimdi nasıl kurtulacağımızı tartışıyoruz. Beş deli bir kuyuya taş attı, toplum olarak kuyudan taşı çıkartamıyoruz.

12 Eylül 1980 Darbesinin amacını ve başarılarını(!) gerçekten görmek istiyorsak aşağıdaki tabloyu çok iyi okumamız lazım. 12 Eylül döneminde:

“650 bin kişi gözaltına alındı.

1 milyon 683 bin kişi fişlendi,

210 bin davada 230 bin kişi yargılandı.

-7 bin kişi için idam istendi.

-517 kişiye idam cezası verildi.

-50 siyasi tutuklu idam edildi.

-71 bin kişi TCK’nın 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı.

-98 bin 404 kişi “örgüt üyesi olmak” suçundan yargılandı.

-388 bin kişiye pasaport verilmedi.

-299 kişi cezaevlerinde yaşamını yitirdi.

-144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.

-14 kişi açlık grevinde öldü.

-16 kişi “kaçarken” vuruldu.

-95 kişi “çatışmada” öldü.

-73 kişiye “doğal ölüm raporu” verildi.

-43 kişinin “intihar ettiği” bildirildi.

-30 bin kişi “sakıncalı” olduğu için işten atıldı.

-14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı.

-30 bin kişi “siyasi mülteci” olarak yurtdışına gitti.

-171 kişinin “işkenceden öldüğü” belgelendi.

-937 film “sakıncalı” bulunduğu için yasaklandı.

-23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu.

-3 bin 854 öğretmen, 120 öğretim üyesinin işine son verildi.

-400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi.

-31 gazeteci cezaevine girdi.

-300 gazeteci saldırıya uğradı.

-3 gazeteci silahla öldürüldü.

-39 ton gazete ve dergi imha edildi.”(4)

-Kürtler “Dağ Türkleri” olarak ilan edildi, Kürtçe konuşma yasaklandı.

-Diyarbakır cezaevinde tutuklu ve hükümlülere inanılması güç, korkunç şeyler yapıldı.

-Kürt köylülerine “bok yedirildi”.

-Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’ne giden dava sayısı bakımından Türkiye ilk sırada yer aldı, giden davalarda % 80 ihlal tespiti olduğuna hüküm verilerek Türkiye’nin adli sicilinin “bozuk” olduğu tescillendi. Vs…

-Karanlığın sembolü 12 Eylül’ün Ergenekon ile olan ilişkisi hakkında neler söylemek istersiniz?

1989’da “Berlin Duvarı” yıkıldı. Bu duvar yıkılmadan önce dünyada her şey siyah-beyazdı. Bir tarafta ABD, NATO, AET (Avrupa Birliği’nin önceki hali), diğer tarafta Sovyetler Birliği, Varşova Paktı ve Comecon (Karşılıklı Ekonomik Yardımlaşma Konseyi) vardı. Bu ikili yapının dışında bir de başını Hindistan ve Yugoslavya’nın çektiği Bağlantısızlar Hareketi vardı. Türkiye’deki siyasi, ekonomik ve askeri yapılanma dünyadaki bu yapılanmanın izdüşümüydü: NATO üyesiydik ve ABD’nin “İleri Karakol”uyduk.

ABD ve NATO, sola, sosyalizme ve komünizme karşı tüm NATO ülkelerinde (hatta NATO üyesi olmayan Finlandiya, İsviçre’de) Gladio ve benzeri örgütler kurdu veya kurdurdu. Gladio İtalyanca kılıç anlamına gelir. Gladio, II. Dünya Savaşı sonrasında Batı Avrupa’da bir Varşova Paktı saldırısı veya sol, sosyalist, komünist bir yönetim işbaşına geldiğinde cephe gerisinde bir direniş başlatmak amacıyla İtalya’da NATO tarafından gizli olarak örgütlenen Kontrgerilla operasyonunun kod adıdır. “Süper NATO” veya “Gizli NATO” olarak bilinir.

İtalyan istihbarat teşkilatı eski başkanı general Giadelio Maletti, Gladio ile ilgili, İtalyan aşırı sağının karışmış olduğu bir olayın soruşturmasında:İtalyan solunun ve komünistlerin saygınlığını kaybetmesi için olayların o günkü konsept içinde düşünüldüğünü ve bu operasyonlar için Beyaz Saray’ın ve CIA’nın mutabakatı olduğunu açıklamıştır.(5)

Bu ve benzer örgütlerle “komünizme karşı haçlı seferleri başlamış ve soğuk savaşa giden yol açılmıştır”.

1952’de benzer tipte bir örgüt Türkiye’de de kurulmuştur.

Türkiye’de kurulan örgüt/merkez daha çok Kontrgerilla olarak bilinir. Bu örgüt/merkez ABD’nin bizzat kendisinin kurduğu/kurdurduğu, tüm parasal giderlerini karşıladığı, donanım için gerekli tüm cihaz ve donanımların teminini sağladı “Özel Harp Dairesi”dir.

Bu örgütün “Kozmik” odalarında hazırlanan planlarla, operasyonlarla, darbelerle Türkiye’de halk hep “kafes” içinde tutulmuş veya tutulmak istenmiştir.

Bu örgütü/merkezi Türkiye’de ilk deşifre eden Ecevit’tir.

Ecevit, CHP Genel Başkanı olarak 1976 yılı bütçesiyle ilgili TBMM’de yaptığı konuşmada; Türkiye’yi karıştıran bir “Gizli El” ve “Psikolojik Savaş”tan söz etmiş, ama kimse bu konuşmayı ciddiye almamış veya almak istememiştir. Ecevit’in o tarihte yaptığı tespit ve sıraladığı olguların daha sonra NATO’nun gizli örgütü “Gladio” tarafından bazı ülkelerde uygulamaya konulan “Gerilim Stratejisi”nin bir parçası olduğu ortaya çıkmıştır.

Ecevit’in bu konuşmasından yaklaşık 14 ay sonra, İstanbul’da 1 Mayıs 1977 kutlamaları sırasında “Gizli El”in tetiğe basmasıyla Taksim Alanı’nda bir katliam yaşandı. CHP lideri Ecevit olaydan sonra tarihi şu değerlendirmesini yapacaktır: “Devlet içindeki, fakat demokratik hukuk devletinin denetimi dışındaki bazı örgütler gün yitirilmeksizin kontrol altına alınmalıdır. Kontrgerilla hareket halindedir, 1 Mayıs’ta parmağı vardır.”

Ve, 1977 Mayıs’ında dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e sunduğu “Özel Harp Dairesi ve Kontrgerilla” konulu raporunda ise şunları yazacaktır: “Bu örgütte yurt savunması için gördükleri eğitimi Türkiye’deki şiddet eylemlerinde kullananların bulunabileceği güçlü olasılıktır. Bu örgütte görev almış, yönetici olarak çalışmış kimselerden bazılarının, emekliye ayrıldıktan sonra da, bilgilerini ve yetiştirdikleri elemanları, siyasal nitelikteki eylemler için kullandıklarını gösteren belirtiler vardır.”(6)

Çok yakın döneme gelirsek, konuya ilişkin yine çok önemli belgeler gün yüzüne çıktı ve çıkmaktadır. Örneğin:

Seferberlik Bölge Başkanlığı’ndaki “Kozmik Oda” aramasıyla başlayan tartışmalar üzerine TBMM Araştırma Merkezi bir “Kontrgerilla” raporu hazırladı.

Meclis uzmanlarının hazırlamış olduğu bu rapor, “Seferberlik Tetkik Kurulu, Özel Harp Dairesi ve Özel Kuvvetler Komutanlığı” başlığıyla milletvekillerine kaynak olarak sunuldu.

Raporun girişinde, “NATO’ya üyeliği kabul edilen Türkiye’de de 1952 yılında Seferberlik Tetkik Kurulu (STK) adıyla gizli bir teşkilat kurulmuştur. 1961 Anayasası ile beraber ülkede meydana gelen değişiklikler karşısında yeniden düzenlenerek Özel Harp Dairesi’ne (ÖHD) dönüştürülmüştür” denilmektedir.

Rapordan bazı bölümlere kısaca bakmakta yarar var:

-1990’lara gelirken komünizm tehditleri yerini ABD için radikal İslam’a, Türkiye içinse radikal İslam’la beraber bölücü teröre bırakmıştır. Buna paralel olarak dairenin adı Özel Kuvvetler Komutanlığı (ÖKK) olarak değiştirilmiştir. STK dönemi (1952-1965). ÖHD dönemi (1965-1991). ÖKK (1991-…)

-Kontrgerilla örgütleri ABD’nin desteğiyle sosyal, ekonomik, politik, kültürel yapıya ve halkın bilinç düzeyine göre asıl amacı dışında çeşitli işlevleri yürütmektedir. Sosyal uyanışı ve bilinçlenmeyi geciktirici önlemler almaktadır. Yerli işbirlikçi ağını yaygınlaştırmakta, gerektiğinde terör ve siyasi cinayetlerle askeri darbelere ortam hazırlamaktadır.

-ÖHD’nin karıştığı iddia edilen olaylar: 6-7 Eylül, 23 Eylül 1969’da Taylan Özgür’ün öldürülmesi, 13 Nisan 1970’de tabip yedek subay Necdet Güçlü’nün öldürülmesi, 27 Kasım 1970’de Kültür Sarayı’nın yakılması, Mahir Çayan ve arkadaşlarının öldürüldüğü Kızıldere operasyonu, 1 Mayıs 1977 Taksim olayları, 29 Mayıs 1977 İzmir-Çiğli’de Bülent Ecevit’e suikast girişimi, 1977 yılında darbe girişimi, 24 Mart 1977’de Savcı Doğan Öz’ün öldürülmesi, 16 Mart 1978 katliamı, Mehmet Ali Ağca’nın askeri cezaevinden kaçırılması.(7)

Bu verilerden sonra rahatlıkla şunu söyleyebiliriz: 1952’den bu yana yaşanan tüm alt-üst oluşların, 27 Mayısların, 12 Martların, 12 Eylüllerin, 28 Şubatların altında hep Özel Harp Dairesi’nin parmağı vardır. 12 Eylül dâhil yapılan veya yapılamayan tüm darbeler hep bu merkezden ve bir plan dâhilinde yapılmıştır. “Ergenekon” olarak isimlendirilen örgütü ve medyada uçuşan “Darbe Planları”nı bu yapının faaliyetleri dışında düşünmemek lazım.

Bu nedenle, “Ergenekon” iddiaları veya örgütüyle ilgili yargı süreci çok hızlı bir şekilde sonuna kadar götürülmelidir. Bu yapılmaz ise, Türkiye’nin huzura kavuşması olası değildir. Tersi bir gelişme çalkantıları, bunalımları, kamplaşmayı hızlandıracak; ülkeyi “Asya Tipi” gerikalmış bir ülke durumuna düşürecektir.

-Türkiye’yi 1980 darbesine götüren süreçte sahnelenen Maraş, Çorum, Malatya, Sivas olaylarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

12 Eylül’den öncesinde daha darbe yapılmamışken, 17 Haziran 1980 tarihinde Genel Kurmay Başkanı Kenan Evren, Kuvvet Komutanları ve II. Başkanı Necdet Öztorun’u makamına çağırarak, kod adı “Bayrak Hareketi” olan darbe planının 11 Temmuz 1980’de gerçekleştirilmesi emrini verir: “Bütün Ordu Komutanlarına; Bayrak Planı’nın uygulamaya giriş günü 11 Temmuz, saati ise: 04.00’dır.”

2 Temmuz’da Süleyman Demirel hükümeti güvenoyu alınca, bu plan bozulur, “Bayrak Hareketi” ertelenir. Şartların olgunlaşması beklenir. 28–31 Ağustos’ta “5 Eylül 1980’den itibaren her an hazır olunması”nı bildiren “Bayrak Hareketi” emri ikinci kez özel kuryelerle komutanlara teslim edilir.

Şartlar tam olgunlaşınca veya olgunlaştırılınca, başka bir deyimle “kadayıfın altı” iyice kızarınca 12 Eylül 1980’de “Bayrak Hareketi” saat 04’00’da gerçekleştirilir.

Maraş, Çorum, Malatya, Sivas olayları ve ismini anmadığımız çok sayıdaki başka olaylar “dengenin dengesizleştirilmesi” ve 12 Eylülün ortamını oluşturulması için gerçekleştirilen operasyonların birer halkalarıdır.

Kemalizm hem sağcılara, hem solculara, hem Müslümanlara iyi bir format atmıştır. Solculara yönelik bir eylem söz konusu olduğunda, bunu “sağcılar, ülkücüler, dinciler yaptı”; sağcılara yönelik bir eylem söz konusu olduğunda ise, bunu “komünistler yaptı” algısı oluşturulmuştu. Bu algı halende maalesef devam etmektedir. Yani karşılıklı “akıl tutulması” yaşandı/yaşanıyor. Bugün yazılı ve görsel basında deşifre olan birçok belge sayesinde taşlar yerli yerine oturmaya yeni yeni başladı diyebilirim.

Olaylara böyle bakınca Maraş, Çorum, Malatya, Sivas olayları Ecevit’in sözünü ettiği “Gizli El”in ve “Psikolojik Savaş”ın ürünü olduğunu düşünüyorum. Böylesine büyük çaplı olayları yapmaya ne sağcıların, ne de solcuların bir gücü yeterdi. Şiddete bulaşmış bazı kişi veya örgütler olsa da, bunlar ancak kullanılmış olabilir diye düşünüyorum.

Ayrıca, Türk Silahlı Kuvvetleri nicelik ve nitelik olarak her türlü toplumsal olayı her zaman önleyecek güçtedir. Türkiye’nin Milli İstihbarat Teşkilatı gibi güçlü bir istihbarat örgütü de vardır. Tabi Emniyet Teşkilatı’nın gücünü de küçümsememek lazım. 12 Eylül öncesinde Maraş, Çorum, Malatya, Sivas olaylarında açıkçası seyirci kalınmıştır. TSK, MİT ve Emniyet Teşkilatı görevlerini yerine getirmemiş veya getirememiştir: “Gizli El” ve “Psikolojik Savaş”ın işi olduğu için.

-Türkiye’yi 1980 darbesine götüren süreçte sahnelenen Maraş, Çorum, Malatya, Sivas olayları ve ülkeyi derinden sarsan suikastları nasıl değerlendiriyorsunuz? 1990 sonrası sahnelenen Gazi ve Sivas olayları da aynı mantığın ürünü mü?

“Ergenekon Davası” ve sonrası gelişen olayları iyi okumak, süreci iyi değerlendirmek lazım. Yazılı ve görsel medyada, internet ortamında belge üstüne belge, ses kaydı üstüne ses kaydı yayınlandı ve yayınlanmakta. Bu yayınlananların % 10’u bile doğru olsa (-ki, ben çoğunun doğru olduğuna inanmaktayım) yaşanan bunca acının faillerini görmemek için kör olmak lazım derim.

Gazi ve Sivas olayları nedeniyle kendimize şu soruyu sorabiliriz:

Bu olaylardan kim kazançlı çıkmıştır: Solcular mı, Müslümanlar mı, darbe heveslileri mi? Sorulara vereceğimiz doğru yanıt, bizi doğru adrese götürecektir.

Gazi olaylarından solcuların, Sivas olaylarından da Müslümanların kazançlı çıkmadıkları ortada. Kazançlı çıkan peki kim?

Ben, yüreğinde tanrının merhametini taşıyan gerçek Müslümanların insanları diri diri yakacağını hiç düşünemiyorum ve düşünmekte istemiyorum.

-Darbenin yapılmasının hemen ardından ABD Başkanı Jimmy Carter’a, CIA Ankara Bürosu Şefi Paul Henze telefon açıyor ve “Bizim çocuklar başardı” diyor. Bu ne anlama geliyor?

Akılımızdan hiç çıkarmamalıyız: ABD her zaman kendi çıkarını düşünür. Yönetimde kim olmuş pek önemli değildir. Asker mi, sivil mi, “demokrat” mı, Atatürkçü mü, dinci mi, faşist mi? Bunların hiç önemi yoktur. Yeter ki, kendi çıkarları zedelenmesin, zarar görmesin. Ha yönetimde Süleyman Demirel olmuş, ha Genel Kurmay Başkanı Kenan Evren. Ne önemi var? Onlar için önemli olan “eşeğin sağlam kazığa bağlanmış” olmasıdır.

Tabi bunu yaparken çok ustaca davranır. Örneğin; Suudi Arabistan’da Suudi aşiretini destekler, Afganistan’da Sovyetler Birliği ve Sovyetler Birliği ile işbirliği yapanlara karşı Taliban ve benzeri örgütlerin örgütlenmesinden tutunda lojistik desteğine kadar her konuda cömertçe destek verir. “Yeşil Kuşak Projesi” kapsamında Sovyetler Birliği’ne ve komünist (burada komünist yerine, kendi çıkarlarına ters düşen demek daha doğru olur kanımca) hareketlere karşı Kafkaslarda, Yakındoğu’da, Ortadoğu’da, Türkiye’de binlerce operasyona imza atmıştır ve atmaktadır. Unutmayalım: ABD’de numara çoktur.

ABD’nin 12 Eylül darbesinden haberi olduğu ve darbe gecesi Başkan Jimmy Carter’a “bizim çocuklar işi bitirdi” anlamında bir mesajın, bir toplantının ortasında iletildiğinin anlaşılması, 12 Eylül’de ABD’nin rolünü net olarak gösterdiği inancındayım. Bu konu ilk kez Mehmet Ali Birand tarafından 12 Eylül 04.00 (1984) adıyla kaleme aldığı kitabında ortaya atılmıştır. 12 Eylül Darbesi sırasında dönemin ABD Ulusal Güvenlik Konseyi Türkiye Masası Sorumlusu Paul Henze’in askeri müdahaleyi haber alırken haberi ulaştıran diplomatın “your boys have done itsenin çocuklar işi bitirdi” anlamındaki konuşması, 12 Eylül 1980 Darbesi’nde ABD’in var olan rolünü daha da pekiştirmiştir.

Paul Henze 2003 yılında Zaman Gazetesi’ne verdiği demeçte söz konusu sözlerinin Mehmet Ali Birand’ın uydurması olduğunu belirtmiştir. M.A. Birand ise, 2007’de Henze ile yaptığı görüşmenin sesli ve görüntülü kayıtlarını yayınlayarak Henze’i yalanlamıştır.

“Bizim çocuklar başardı” sözlerinin anlamı şudur:

ABD işine geldiği için 12 Eylül’e yeşil ışık yakıp destek olmuştur. Zaten ABD’nin destek vermediği hiçbir gayri meşru planın başarıya ulaşma şansı yoktur.

-Ülkenin 12 Eylül’e hazırlanmasında medyanın rolü nedir?

Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne dek medya hiçbir zaman halkın yanında olmadı, hiçbir zaman gerçek bir yayın organı olarak görevini yapmadı. Basın hep egemenin, iktidarın yanında yer aldı. Cumhuriyet kurulduktan sonra, tek parti döneminde ve sonrasında hep vesayet rejiminin, Kemalizm’in borazanlığını yaptı. “Dersim Olayları”, “6-7 Eylül Olayları” gibi yüzlerce olayı, gerçekleri halktan gizledi veya olmayan şeyleri olmuş gibi gösterdi. Basın olarak görevini yapanlar ise, ya kapatıldı ya yakıldı. Yakılan ve tahrip edilen TAN Gazetesi bunun en iyi örneğidir. Hak, hukuk, adalet, özgürlük, ekmek isteyenler gazetelerde komünistlikle, Kürtçülükle, şeriatçılıkla suçlandı.

Hiç hesap edildi mi?

Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan 2010 yılına kadar kaç kişi komünistlikten, kaç kişi Kürtçülükten, kaç kişi şeriatçılıktan polis takibine uğradı, gözaltına alındı, hakkında soruşturma açıldı, yargılandı, cezaevine konuldu?

Dosyanın çok kabarık olduğunu düşünüyorum. Eğer Türkiye “Suçlular Cumhuriyet”ine dönüştürüldüyse, bunda basının çok büyük bir payı vardır. Boşuna mı medyaya yasama, yürütme ve yargıdan sonraki güç denilmekte.

Tarihte yaşanmış “olaylar” veya örgütsel ya da kişisel olarak haklarında dava açılan insanlarla ilgili medyanın nasıl bir tutum takındığına bakarsak, medyanın durumunu açık ve seçik görürüz. Ülkenin 12 Eylül’e hazırlanmasında medyanın rolü sorusunu da bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Mehmet Altan’ın; “Medya toplumu yönlendirirdi, medyayı da askeriye yönlendirirdi” şeklindeki veciz deyişi, bizim medyanın durumunu çok güzel açıklamaktadır.

-IMF’nin dayattığı ’24 Ocak Kararları’, 12 Eylül Darbesiyle birlikte yürürlüğe girmesi tesadüf müdür?

Gerçek anlamda bir burjuvazi bizde hiç olmadı. Olacaksa ancak bundan sonra olacaktır. Mal ve hizmetin serbestçe dolaşımını savunur, ama emeğin ve düşüncenin serbestçe dolaşımına karşı çıkar, Kürtleri görmezlikten gelir; demokrasi ve hukuku savunacağı yerde, demokrasi ve hukukun ayaklar altında çiğnenmesine zemin hazırlar, darbe olunca da gidip Beş Kuvvet Komutanı’nın önünde diz çöküp biat eder.

Burjuvazinin vaziyeti böyle olunca, IMF’nin dayattığı “24 Ocak Kararları”nın 12 Eylül Darbesi’yle birlikte yürürlüğe girmesi tesadüfî değildir. Daha 12 Eylül darbesi yapılmadan, tekelci sermayenin şemsiye örgütü TÜSİAD gazetelere ilanlarla vererek Ecevit Hükümeti’ni alaşağı edip, “24 Ocak Kararları”nı Süleyman Demirel’in başında olduğu 2. Milliyetçi Cephe Hükümeti’ne aldırarak 12 Eylül’e gidişte önemli rol oynamıştır. En hafif deyimiyle 12 Eylül’e zemin hazırlamıştır. Çünkü “24 Ocak Kararları” çok büyük bir halk kesimini bir anda yoksullaştırmış, halkta umutsuzluğun ve hoşnutsuzluğun baş göstermesine neden olmuştur. Diğer yandan da karşı koyuşlara, direnişlere, işgallere neden olup ortamı germiştir. “24 Ocak Kararları”nın uygulamasının çok zor olacağı anlaşılınca da yardıma darbeciler çağrılmıştır.

Tekelci sermaye gibi, tekelci sermayenin örgütü TÜSİAD da, hep baskıcı rejimden yana olmuştur. Bu tutumunu yakın zamana kadar da sürdürmüştür. Anadolu sermayesinin gelişip büyümesi, pazardan azımsanmayacak bir pay almaya başlaması, devlet imkânlarından ve ulusal/uluslararası kredi kuruluşlarından yararlanmaya başlaması, siyasi iktidarlardan destek bulması TÜSİAD’ı yol ayrımına getirmiştir. TÜSİAD, şimdi yalpalıyor. 21.01.2010 tarihinde yapılan genel kurulunda yeni bir “yol haritası” belirlenmeye çalışılmıştır. İş başına gelen Ümit Boyner başkanlığındaki yeni yönetim, TÜSİAD’ın ilk defa sivil ve demokratik düzenden yana ağırlığını koyacağının sinyalini vermiş ve AB standartlarında, sivil ve demokratik, yeni bir rejim dile getirilmiştir.

-12 Eylül’ün çalışma hayatına en önemli yansıması ne olmuştur?

Cumhuriyet daha ilan edilmeden, İzmir İktisat Kongresi, 17 Şubat–4 Mart 1923 tarihinde küçük çiftçiler, ortakçı ve yarıcılar, tarım işçileri, işçiler, esnaf temsil edilmeden 1135 delegeyle toplandı. Yeni Türkiye’nin ekonomik sorunları tartışıldı. Ekonomik model olarak “devlet kapitalizmi” tercih edildi. Alınan bir kararla da devlet imkânlarıyla burjuvazinin yaratılması hedefledi.

Böyle olunca, çalışma yaşamını cumhuriyetin kuruluşundan bugüne belirleyen hep “Devlet” oldu. “Devletin eli” burjuvazinin ve işçilerin içinden hiç çıkmadı. Burjuvazinin sadık olanları “beslendi”; işçi sendikalarının sadık yöneticileri “ağalaştırıldı”.

1960’lı yılların başlarında Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu –DİSK’in ve Türkiye İşçi Partisi –TİP’in kurulması ve ardından 15-16 Haziran 1970’te başlayan ve yayılan, Türkiye tarihindeki en büyük işçi eylemlerinden biri olan ve ilk “işçi ayaklanması” olması özelliğini taşıyan “15-16 Haziran İşçi Direnişi”yle kısmen bu düzen bozuldu. Bozulan dengeyi yeniden oluşturmak için 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri devreye konularak çalışma yaşamı yeniden düzenlendi.

12 Eylül Darbesi’yle, bir dönem sendikal çalışmalar tümden yasaklandı. DİSK başta olmak üzere birçok işçi kuruluşunun faaliyetine son verildi. Tüm mal varlıklarına el konuldu. İşçilerin sendikal hak ve özgürlükleri alabildiğine tırpanlandı. Sonraları DİSK ve diğer bazı işçi kuruluşlarının faaliyetlerine izin verilse de; önderleri, kadroları, paraları, malları, yasal hakları telef edildiği için bir daha eski güçlerine kavuşmaları mümkün olmadı. 12 Eylül işçi sendikalarını, işçi örgütlerini kanatları kırılmış kuşa döndürdü. Kanadı kırık kuş hiç uçar mı?

12 Eylül en büyük “darbeyi” işçilere, köylülere ve yoksul halk kesimine vurdu diyebilirim.

-12 Eylül sendromu bugün aşılabildi mi?

Türkiye’de demokrasinin bu kadar güçsüz olmasının başta gelen nedeni, askeri müdahale ve darbelerdir. Bugün yaşanan tüm ana sorunların kaynağı ise, 12 Eylül darbesidir. 12 Eylülle tüm devlet/kamu kurumları “Derin Devlet”e teslim edildi. 1982 Anayasa’sı hak ve özgürlüklerin canına okudu. Türkiye “Yasaklar Ülkesi”ne dönüştürüldü.

Milli Güvenlik Konsey siyaset mühendisliğine soyunarak Türkiye’yi sil baştan yeniden yapılandırdı. Öyle ki, kendilerinin ardından gelen politikacılar Genelkurmay’ın, Askerlerin bir açıklamasına bile boyun eğer duruma geldi. Genel Kurmayın hassasiyetleri dikkate alınarak politikalar oluşturulmaya başlandı. İç ve dış politikamızın belirleyicileri hep komutanlar oldu.

AKP iktidara gelene kadar bu durum devam etti. AKP’nin iktidara gelişi sonrası yaşanan olaylar askerin konumunu sarsıp sorgular duruma getirdi.

Bu gelişmelere rağmen 12 Eylülün sarmaladığı cendereden, sendromdan kurtulmak hiçte kolay değil:

-Bugün 1982 Anayasası’na herkes karşı olmasına rağmen, kimsenin değiştirmeye gücünün yetmemesi,

-1982 Anayasası sanki gökten düşmüş kutsal bir metinmiş gibi “Anayasa’nın 1. maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2. maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3. maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” denilerek kutsanması(8),

-Anayasa’nın 42. maddesinde “Eğitim ve öğrenim hakkı ve ödevi” başlığı altında; “Türkçe’den başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez” denilerek, en insanî bir hak olan “ana dilde eğitim” hakkının engellenmesi, bunu dile getirenlerin “bölücülükle” suçlanması,

-Türkiye’nin partiler mezarlığına dönmesi, % 47 oy almış iktidar partisinin dahi kapatılmak istenmesi,

-Anayasa Mahkemesi’nin, Yargıtay’ın, Danıştay’ın taraflı politik kararlar vermesi,

-Anadilde eğitim yasağının devam etmesi, başörtü sorunun bir türlü çözülememesi,

-Kürt sorunun adil, demokratik ve barışçı bir şekilde çözülememesi ve çözümüne yönelik Kürtlerin, Kürtlerin temsilcilerinin muhatap alınmasında çok çekingen davranılması,

12 Eylül’ün etkisinden henüz kurtulmadığımızı en iyi göstergeleridir.

12 Eylül sendromunu aşmamız için, en başta 1982 Anayasasını değiştirip demokratik bir Anayasayı yürürlüğe koymamız gerekir.

-Darbecilerin siyasi duruşu, ideolojisi nedir?

Darbeciler kendilerine Atatürkçülüğü rehber edinmişlerdi. Bütün konuşma ve açıklamalarında mutlaka Atatürk ve Atatürkçülük anlatılırdı. Konsey üyelerinin gittikleri birçok yerde Atatürk heykelleri veya büstlerini ya da parklarının açılış törenleri yapılırdı. Kamu kurum yöneticileri “göze girmek” için Atatürk ve Atatürkçülüğe dair kitap, afiş, tablo bastırma ve yayınlama yarışına girmişlerdi. Medya ve üniversiteler bu “yağcılık” yarışında geri kalmamak için bütün hünerlerini sergilemekteydiler.

Diyarbakır 5 Nolu Askeri Cezaevi bunun şahikasıydı. Tutuklu kaldığım 1982-1984 yıllarında; İstiklal Marşı’nın bütün kıtaları, Nutuk kitabı tamamı tutuklulara ezbere okutuluyordu. Atatürk’le yatıp, Atatürk’le kalkılıyordu. Bu, diğer cezaevlerinde dozajı az da olsa var olan genel bir uygulamaydı.

Kenan Evren yurt gezilerinde yaptığı Atatürklü konuşmalarında zaman zaman Kuran’dan ayetler de okuyordu, özellikle Kürtlerin yaşadığı coğrafyada helikopterlerden ayetli bildiriler köylere bolca atılıyordu. Mazlum ve mağdurun yanında olması gereken Müslüman aydınlarımız, ne yazık ki bu konuşma ve bildirilerden rahatsız olmadılar, sessiz kaldılar.

Sonuç itibariyle darbecilerin icraatlarına ve konuşmalarına bakarak ve fazla ayrıntısına girmeden darbecilerin siyasi duruşu Türk-İslam düşüncesi, ideolojileri ise İttihatçı gelenekten gelen Kemalizm’dir diyebilirim.

-Darbe öncesi Kürt derneklerinin şiddetle ilgisinin olmadığını görüyoruz. Ancak 12 Eylül sonrası PKK ile bu sürecin değişmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

12 Eylül öncesi kurulu Kürt derneklerinin hiç birinin şiddetle bir alakası yoktu. Hem dernek faaliyetlerinde, hem de Kürt derneklerine yakın yayın yapan dergi ve gazetelerde şiddeti temel alan bir şey göremezsiniz. Ancak, o zamanlar “Apocu” olarak bilinen ve sonradan PKK olacak siyasi oluşumun Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde şiddetten yana olmayan Kürt dernek ve hareketlerine, sol dernek ve hareketlere karşı zaman zaman şiddete başvurmaları, önder kadrolarına karşı silahlı eylemde bulunmaları söz konusuydu. Hatta yapılan silahlı saldırılar sonucu birçok Kürt siyaset önderi veya taraftarı, sol hareketlerin önder veya taraftarları yaşamlarını yitirdi. Yine o dönem Bölge’de özellikle Hilvan ve Siverek çevresinde “Apocu-Bucak Aşireti” silahlı çatışması yaşanmaktaydı.

12 Eylül olduktan sonra Kürtlerin yaşadığı kent ve köylerde terör estirildi. Bölge’de şiddeti dışlayan, demokratik mücadeleyi esas alan Kürt ve sol hareketlerin üzerinden silindir gibi geçildi. Dernek ve yayın organları kapatıldı. Yüz binlerce insan gözaltına alındı, sorgusuz-sualsiz aylarca gözaltında işkencelerden geçirildi. Yüzlerce örgüt davası açıldı. Binlerce insan örgüt üyeliğinden, yardım ve yataklıktan, yasak yayın bulundurmaktan mahkûm oldu.

Diyarbakır 5 Nolu Askeri Cezaevi bir “Laboratuar” olarak kullanıldı. Diyarbakır 5 Nolu’da insanlar üzerinde her türlü deney ve işkencenin binbir çeşidi uygulandı; Tutuklu ve mahkûmlara bok ve fare yedirilmesinden tutun da, jop sokulmasına kadar en iğrenç, akıl almaz işkenceler yapıldı. Diyarbakır Cezaevi, Cehennemin adı oldu. Kürtçe yasaklandı: “Türkçe Konuş Çok Konuş” uygulamaya konuldu. Tutuklu ve mahkûmlar Co isimli köpeğe “Selam” ve “Tekmil” vermeye zorlandı.

Gerek Bölgedeki uygulamalar ve gerekse Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananlar Kürtlerde “duygu kırılması”na neden oldu. Demokratik mücadele verenlerin şiddetli bir şekilde cezalandırılması ve demokratik mücadelenin önünün kapatılması geriye bir tek alternatif bıraktı: Dağlar.

Birileri “Dağlara Gel Dağlara” türküsünü, başka birileri de “Dağlar Seni Delik Deşik Ederim” türküsünü söylemeye başladı. Güzelim diğer türkülerin artık sesi duyulmaz oldu.

Tüm bu yaşananlar Kürtlerin yaşadığı coğrafyada silahlı mücadele veren PKK’nin önünü açtı. Batı’da da Türk milliyetçiliği ve Türk milliyetçiliğinin maskelenmiş hali Kemalizm’in yükselişine neden oldu. Türkler ve Kürtlerin kader birliği/ortaklığı, birlikte var olma ve birlikte yaşama arzusu darbe aldı.

Eğer birlikte var olma arzu ve istemi halen birazcık varsa, bu arzu ve istem bugün tümden yok olmamışsa, bizler bunu Türk ve Kürt halkının sağduyusuna borçluyuz diyebilirim.

-12 Eylül darbesinde aktif siyasette bulunan 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in tutumunu nasıl okumak gerekiyor?

Süleyman Demirel, Türkiye siyasetinde önemli bir fenomendir. Türkiye’nin “kara kutu”larından biridir. Köylü kurnazı bir politikacıdır.

12 Eylül öncesinde kahveler, okullar, evler taranırken; her gün onlarca insan ölürken; Cumhuriyet Savcısı Doğan Öz, Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul, Milliyet gazetesi genel yayın yönetmeni Abdi İpekçi, Devrimci İşçi Sendikaları Genel Başkanı Kemal Türkler gibi saygın ve önemli kişiler ülkücü oldukları söylenen kişilerce öldürülürken; “Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz” diyen biridir.

12 Mart 1970 ve 12 Eylül 1980’de Askeri darbeler karşısında direnmeyip, “şapkasını alıp giden” koltuk sever politikacıların en ünlüsüdür.

12 Eylül öncesinde “Milliyetçi Cephe” hükümetleri kurarak Türkiye’nin cephelere bölünmesine ve 12 Eylülün yapılmasına fazlasıyla katkı sağlayan biridir.

12 Eylül döneminde her ne kadar “Bir Bilen” olarak zaman zaman bazı sudan, çok ta önemli olmayan karşı çıkışlarını basın aracılığıyla açıklasa da, gerçek anlamda bir “karşı duruş” sergilemeyendir.

Süleyman Demirel’in İTÜ’den okul arkadaşı, başbakanlık yaptığı hükümetlerde, aynı kabinede birlikte yer alan hükümet ortağı, 28 Şubat sürecinin alaşağı ettiği Refah-Yol hükümetinin başbakanı Necmettin Erbakan; kendisinin de alaşağı edilmesine neden olan ünlü MGK toplantısıyla ilgili yaptığı bir açıklamada: “Demirel takım oyuncusu, onların oyuncusu”(9) olduğunu, yani askerlerin adamı olduğunu söylemektedir.

Süleyman Demirel bugün 86 yaşında, ama gözü halen siyaset “çöplüğü”nde.

AKP iktidara geldikten sonra ortaya çıkan darbe ve darbe planları söylentileri karşısında “Millet Egemenliği”ni savunacak yerde, darbe planlarını veya TSK içersindeki darbeci oluşumları savunur oldu.

Darbe gerçekleşirse “Bir Bilen” olarak kendisini göreve çağıracaklarını düşünmüş olabilir?

-“1 Mayıs 1977 sorgulanıp, aydınlatılsaydı 12 Eylül olmazdı” tezine katılıyor musunuz?

1 Mayıs 1977 günü, yaklaşık 500 bin kişi Türkiye’nin çeşitli illerden İstanbul Taksim Meydanı’na aktı. DİSK’in organizasyon ve önderliğinde “İşçi Bayramı”nı kutlamak üzere Taksim alanını doldurdu. DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler konuşmasının sonuna geldiğinde etraftan silah sesleri duyulmaya başlandı. Sular İdaresi binasının üstünden ve meydandaki otelin çeşitli katlarından açılan bu ateş sonucu insanlar panik halde kaçmaya başladı, kısa bir süre içinde İntercontinental Oteli’nin (Bugün The Marmara Oteli) de üst katlarından da ateş açıldı.

Yapılan silahlı taramalar sonucunda “1 Mayıs İşçi Bayramı” kana bulandı. Kanlı bu eylem sonucunda 34 insanımız yaşamını yitirdi. Yaklaşık 130 kişi de yaralandı. Sonradan 470 kişi gözaltına alındı, ama hiçbirinin olayla ilgisi kanıtlanamadı.

1 Mayıs 1977, Türkiye’nin siyası yaşamının dönüm noktalarından biridir. 12 Eylül’e gidişin “kilometre taşı”dır. Türkiye’nin toplumsal tarihinde “kara bir leke”dir. Bu nedenle, 1 Mayıs 1977 olayı iyi bilinmeli, iyi araştırılmalı ve “derin” iz taşıyan “kanlı” bu olayın sır perdesi aydınlatılmalıdır.

1 Mayıs 1977 katliamını aydınlatmayan hiç kimse, hiçbir iktidar karanlıkları aydınlattığı iddiasında bulunamaz.

1 Mayıs 1977’nin sorumlularını açığa çıkarmayan hiç kimse, hiçbir iktidar kontrgerillayı tasfiye ettiği, suçlulardan hesap sorduğu iddiasında bulunamaz.

“1 Mayıs 1977 sorgulanıp, aydınlatılsaydı 12 Eylül olmazdı” tezine gelince:

Bu, iç ve dış koşullara, güçler dengesine bağlı bir şeydir. Başta demokrasi güçleri güçlerini birleştirip güçlü bir politik duruş sergileyebilseydi, burjuvazi kendisi için hava, su kadar gerekli olan demokrasiyi savunur olsaydı, şimdiki AB’nin eski hali olan Avrupa Ekonomik Topluluğu kendi değerlerine sahip çıkıp NATO’nun kurdurmuş olduğu “Gizli NATO”ya, kontrgerilla oluşumlarına izin vermeseydi ancak o zaman sorunuza “Evet” diyebilirim.

Bırakalım 1 Mayıs 1977’nin üzerine gidilmesini… Yıl 2010 ve halen “1 Mayıs 1977 Dosyası” çelik kasalarda kilitli. Dosya açılacağı günü bekliyor.

-Bugün 12 Eylül mağdurlarının Ergenekon ile imtihanını nasıl değerlendiriyorsunuz?

NATO üyesi ülkelerde Gladio tipi yapılar -Türkiye hariç- tümünde dağıtıldı. Kanlı eylemlere ve darbelere bulaşmış askerler için ülkelerdeki güçler dengesinin bir sonucu olarak İspanya ve Portekiz’de üst rütbeli subaylara dokunulmadı, alttakiler temizlendi ve yargılandı. Yunanistan’da alttakilere dokunulmadı, üst seviyede görevli askerler yargılandı ve cezaevine konuldu. Latin Amerika ülkelerinin birçoğunda ise, hem alttakilere ve hem de üstekilere dokunuldu.

Türkiye’de nasıl bir yol izlenecek hep birlikte göreceğiz. Bu işlerin nasıl seyredeceği biraz güçler dengesine, birazda politik durumla, aydınların ve halkın tavrına bağlı. Ve tabi ABD’nin tutumuna…

ABD’de Barack Obama’yı yönetime getiren zihniyetin artık Gladio tipi örgütlere desteğini kestiği, dahası bu tip örgütlerden kurtulmak istendiği söyleniyor. Dünyanın çok farklı bir dünyaya yönelişi ve hızlı bir değişimin yaşanıyor oluşu buna neden olarak gösterilmekte ve “Soğuk savaş” bitti, bu tip örgütlere artık gerek yok denilmektedir.

Türkiye, bu gelişmelerin dışında kalamaz. İsmi ne olursa olsun, Türkiye’de faaliyet gösteren Kontrgerilla denen yapılanma da bu değişimden mutlaka nasibini alacaktır.

Türkiye’de de “Ergenekon Davası” diye, bir dava açıldı. “Ergenekon” olayı kamuoyunda yoğun bir şekilde tartışılırken; yasama, yürütme, yargı birbiriyle çatışır bir duruma geldi. Kurumlar sarsıntı geçirmeye başladı. En büyük sarsıntıyı ise, Türk Silahlı Kuvvetleri yaşamaya başladı. Gelişmeleri çok iyi izlemek lazım.

Eskiden 1 Mayıs, Malatya, Maraş, Çorum katliamlarını gerçekleştirenler, baş aktörler hep “sır” oluyorlardı ve oldular. “Gizli Eller” her yerde, her zaman görev başındaydı. Bugünden düne baktığımızda zaten çok şeyin baştan planlandığını görüyoruz. Bu olaylara ilişkin bir bir belgeler gün yüzüne çıkmaya başladı. Askerlerin olayları önleyecek yerde, “emir ve komuta zinciri içinde” 12 Eylül darbesini gerçekleştirmek için plan üstüne plan yaptıklarını, darbenin olgunlaşması için olayları daha da alevlendirmek, kanuni yetkilendirmelerle (sıkıyönetim ilanı ve özel yasalar çıkartarak) konumlarını güçlendirme gayret ve çabası içinde oldukları artık sır değil.

Ortaya çıkan belgeler, açılan davalar ve “Ergenekon” süreciyle birlikte artık Türkiye kendi geçmişiyle yüzleşme fırsatı yakaladı. Bu fırsat iyi değerlendirilmeli. 12 Eylülün yaraları sarılmadan, 12 Eylülle/darbelerle yüzleşmeden Türkiye’de demokrasi bilincinin ve refleksinin oluşması çok zor.

Türkiye’nin kendisiyle ve darbelerle yüzleşmesi siyasi iktidarın tutumuna bağlı olduğu kadar; aydınların, demokratların, sol-sosyalistlerin, Kürtlerin, Alevilerin, Müslümanların, azınlık mensuplarının alacağı tavra da bağlı. Geçmişte darbelere, karanlık ve kirli işlere, faili meçhul cinayet veya olaylara karışmış olanların yargı önüne çıkartılması, olayların aydınlığa çıkartılması için; bir sürü şeye gerekçe yapılan ve derin yapılanmalara mesnet oluşturan Kürt sorununun adil ve demokratik bir şekilde çözümü için; kurum ve kurallarıyla işleyen gerçek bir demokrasinin inşası için, yukarıda isimlerini saydığım kesimler mutlaka kendi aralarında işbirliği yapmalıdırlar.

12 Eylül sürecini yaşamış olanların “Ergenekon” gerçeğinin açığa çıkarılması ve kontrgerilla gibi yapıların dağıtılması konusunda atılan adımları desteklemesi gerekir diye düşünüyorum.

-Katliamlar, işkenceler ve hukuksuzlukların içinden ‘mağdur’ olarak çıkan biri olarak bugünün gençliğine vereceğiniz en önemli mesaj nedir?

Batı “bilgi çağı“nı yaşarken, kapitalizmin ötesine geçme hazırlıkları yaparken ve bunu tartışırken; biz, ne kapitalizmi, ne sosyalizmi, ne de gerçek anlamıyla feodalizmi yaşadık. Hep bunların karmasını yaşadık. Bugün dahi, bir tarafta en geniş anlamıyla bilgisayar teknolojisi kullanılırken, diğer yanda da birçok işyerinde halen yaygın olarak ilkel koşullarda üretim yapılmaktadır. Şirketlerimiz uluslararası ihalelerde çok başarılı olurken, işsizlik oranında dünya ikincisiyiz. Ama diğer yandan kalifiye eleman kıtlığı çekmekteyiz.

Avrupa Birliği’ne katılım süreci ve giriş müzakereleri başlatılırken, Kopenhag kriterlerinden söz edilirken; diğer yandan da partilerin kapatılması, ana dillerin yasaklanması, türbanlı genç kızların üniversitelerin kapısından içeri sokulmaması, çetelerin cirit atması, askerlerin siyasi iradenin üzerinde belirleyici olması, partilerde lider sultasının sürmesi, aydınların milliyetçi söylemle taciz ateşi altında tutulması, devlet olanaklarından yararlanma/çalma-çırpma, mal-ürün-hizmet-düşünce üretimi yerine hazıra konmanın revaçta olması; göç, kentlerin şişmesi, doğal ve tarihi dokunun tahrip edilmesi… hepsi bizde.

Eskiden gelişmiş ülkelerdeki insanların çok büyük bir kısmı imalathanelerde, fabrikalarda, çiftliklerde, ev hizmetlerinde bedenleriyle çalışırdı. Şimdi bu çalışanların sayısı çok çok azaldı. Aynı şey tarım içinde söz konusudur. Tarım ürünlerinde artış olsa da, tarım sektöründe çalışanların sayısı çok çok azaldı. Bedenen çalışmanın yerini beyinsel çalışma aldı. Bilgi ürünleri, sağlık, eğitim gibi hizmet sektörleri öne geçmenin yanında, katlanarak büyüdü. Emek yoğunluğundan sermaye yoğunluğuna ciddi ve hızlı geçiş yapıldı. Bu geçişle, işçi (ayni şekilde köylü) sadece gelirini yitirmedi, aynı zamanda statüsünü de yitirmeye başladı.

1850’de dünyada 1 milyonun üstünde olan şehir sayısı 3 iken (Londra, Paris ve Pekin), bugün bu sayı 473’e ulaştı. Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre Türkiye’de 1927 yılında nüfusun % 75,8′ köy ve beldelerde yaşarken, 2009 yılına gelindiğinde bu oran % 24,5’e inmiş bulunmaktadır. Bundan şu sonuç çıkmaktadır; Dünya genelinde nüfusun büyük bir çoğunluğu artık kentlerde yaşamaktadır.

Kentleşme ile bireyselleşme arasındaki sebep-sonuç ilişkisi çok derin; hızı ve boyutu açısından dünyanın farklı bölgelerinde değişiklik gösterse de, gidişat evrensel boyut kazandı. Küreselleşmenin bir sonucu olarak artık halklar ve devletler kendilerini daha fazla dış etkinin etkisi altında hissetmeye başladı. Bizim gibi gelişmekte olan ülkeler ise, çok sancılı bir dönemden geçiyor. Bir taraftan fabrikalar, imalathaneler, atölyeler açılıyor, buralarda çalışanların sayısı artıyor. Diğer yandan da fabrikalar, imalathaneler, atölyeler ardı ardına kapanıyor, çalışanlar sokağa atılıyor, işsizlik durmadan artıyor. Çok sayıda üniversite mezunu boş geziyor. Köylerden kentlere yoğun göç ve göçün getirdiği sorunlar durmaksızın artıyor. Süper iletkenler sayesinde bilgi çok hızlı, anında dünyamızı turlarken, bizim insanlarımız yardım vakıfları önünde veya yardım dağıtımlarında birbirlerini çiğniyor.

Emeğin niteliksel değişimi sonucu, işçi sınıfı da yapısal bir değişime uğradı. Emeğin gücü azaldı, konumu zayıfladı. Yoğun emeğin veya satılan işgücünün yerine ileri teknolojiyi kullanan, pazarlama tekniklerini bilen, banka ve borsa işlemlerini yakın takip eden ve olabilecekleri öngörebilenler, yani “beyaz yakalı” diye tabir edilen hizmet sektöründe çalışanların önemi arttı ve bunlar ön plana çıktı. Dahası insan emeğinin yerini büyük oranda ileri teknoloji ürünü olan robotlar, bilgisayarlar ve bilgisayar destekli araçlar, cihazlar aldı. Hizmet sektöründe çalışan mühendis, doktor, eczacı, planlamacı, programcı, bankacı ve pazarlamacıların gerek psikolojileri ve gerekse entelektüel yapıları sadece işgücünü satan işçilerden daha farklı ve de çok ilerde olması nedeniyle, bunlar toplumun biçimlenmesinde, sosyal yaşamda, ekonomi ve politikada daha çok belirleyici olmaya başladı. Sendikaların, sosyal demokratların, sosyalist veya komünist parti ve hareketlerin zayıflaması, sürekli kan kaybetmesi veya etkilerinin azalmasının nedenlerinden biri de bundandır bence.

Bilgi evrenselleşti. Bilgi devriminin gerçek devrimci etkisi yeni yeni hissedilmeye başlanıyor. Bilgi paradan daha hızlı hareket ediyor; akıllara durgunluk veren teknolojik gelişmeler yaşıyoruz. Küresel çapta enformasyon teknolojisi etkisini her geçen gün daha da arttırıyor. Bireyler veya kurumlar yerel kalsalar bile, küresel olarak rekabetçi olmak zorunda kalıyorlar. Teknolojideki gelişmeler kendimizi, değerlerimizi ve kurumlarımızı yeniden incelemeye ve değişime zorluyor.

Bu gelişmeler ışığında sorunuzu yanıtlamaya çalışayım. Ama önce biraz “mağdur” olma olayına değinmek istiyorum. Ben, kendimi 12 Eylül’ün “mağdur”undan çok bir öznesi olarak görüyorum. Çünkü 12 Eylül’den önce Türkiye Komünist Partisi üyesiydim ve ufak çaplı da olsa yöneticisiydim. TKP’nin Diyarbakır ve çevresinde yapmış olduğu birçok faaliyetinin içinde yer aldım. TKP’ye girdiğimde, çalışmalarımda, 12 Eylül’ün gelişi sonrası 12 Eylül’e karşı verilen mücadelede, Diyarbakır cezaevinde onurumu koruma gayretlerimde, cezaevinden çıktıktan sonra yeniden başladığım siyasi çalışmalarımda ve hayat kavgasında bir “bedel” ödeyeceğimin farkında ve bilincindeydim. Yani peşinen bedel ödemeyi kabul etmiştim ve bedel ödemeye hazırdım. Bu nedenle “mağdur” deyimi bana göre: ben ve benim gibi olanlar için biraz hafif kalıyor. Mağdur deyince suya sabuna dokunmayan, zavallı, garip, haksız yere zarar ziyana uğrayan aklıma geliyor. Oysa bizler bilinçli bir kavganın kavgacısıydık. Bu nedenle, “mağdur” yerine “12 Eylül sürecini yaşamış biri” desek daha doğru olur düşüncesindeyim.

Ben, 7 Ekim 1982 yılında İstanbul’da yakalandım. Yakalandığım an 12 Eylül’ün gerçek yüzüyle karşılaştım. Operasyonu düzenleyen polis ekibinin sorumlusu sırtıma tabancasını dayayarak: “Kıpırdama, ananı s.keriz. Kenan Evren’e bağlı çalışıyoruz. Biz kimseye hesap vermeyiz” uyarısını yaptı. Sonra yaklaşık 60 gün İstanbul-Gayrettepe’de ve Diyarbakır Kurtoğlu Kışlası’nda gözaltında soruşturma ve işkencelere maruz kaldım. Ardından da iki yıl Diyarbakır 5 Nolu Askeri Cezaevi’nde yattım.

İbni Sina’nın dediği gibi: “Gördüğün gibi, içeri girdiğim ne kadar belli/Ama tekrar dışarı çıkacak mıyım, işte bu çok şüpheli”(10)

Ama, fiziksel olarak bir iki ufak sorunla da olsa cezaevinden onurumla çıktım. Benim yaşamam, fiziksel ve ruhsal olarak sakat kalmamam bir şans, ama herkes benim gibi “şanslı” değildi. Çok sayıda insanımız gözaltında, soruşturmada, cezaevlerinde yaşamını yitirdi. Çok sayıda insanımız ruhsal ve fiziksel olarak sakatlandı. Birçok insanımız yıllarca mahkûmiyet aldı. Milyonlarca insanımızın aile ve sosyal yaşamı alt-üst oldu…

Bunların birçoğunu yaşamış ya da birçoğuna tanık olmuş bir olarak bugünün gençlerine şunları söyleyebilirim:

1. Gençlerimiz değişimin diyalektiğini kavramalıdır. Dünün düşünce ve kavramlarıyla artık bugünü açıklamamız mümkün değil, düne takılıp kalmamalıyız. Yeni bir bilinç, yeni bir anlayış ve yeni bir davranışla yeni düşüncelere, yeni kavramlara ihtiyacımızın olduğunu kavramalı ve anlamalıyız.

2. Gelecek toplumlarda büyük ölçüde üstün nitelikli, vasıflı, yani bedenlerinden çok beyinleri çalışan bilgi emekçilerine veya bilgi teknologlarına gereksinim duyulacaktır. Tabi hâkim sosyal ve siyasi güçte bunlar olacaktır. Bu nedenle gençler mal, ürün ve düşünce üreten üreticiler olmalı, iyi bir eğitim görmeli, meslekte kalifiye olmalıdırlar. Teknolojik cihazları çok iyi kullanabilmeli, en az bir veya iki yabancı dil bilmelidir.

3. Kapalı toplumlar yeni düşüncelere açık olmaz, yeni düşünce üretenlere savaş açar, eski düşüncelerin koşullarının değiştiğini görmez. Açık toplumlar yeniliklerin peşinde olur, yeni düşünce üretenleri ödüllendirir. Bu nedenle gençler açıklıktan, şeffaflıktan, ileri demokrasiden yana olmalı, her tür baskıcı rejimden uzak durmalıdır.

4. Kapalı toplumlarda değişik ırktan insanlar, dinler, mezhepler, fikirler, yazarlar, görüşler, kitaplar… toplum için zararlıdır. Buna karşın açık toplumlarda, bu özelliklere sahip olmak bir zenginliktir. Bu nedenle, siyasi düşüncesi ne olursa olsun önyargılardan uzak, sağduyulu, vicdan ve insaf sahibi gençler Kürtlerin, Alevilerin, Romanların, Ermenilerin, Rumların, Süryanilerin var olan sorunlarına ilgi göstermeli, onları anlamaya çalışmalı, sorunların çözümünde katkı sunucu olmalıdır. Küresel veya yerel despotizme, ırkçılığa, haksızlığa, adaletsizliğe, hukuksuzluğa “Hayır” ya da “Lâ” demeliyiz.

5. “Bütün totaliter rejimler, toplumsal hafızanın ve belleğin silinmesinden yanadır”. Gençler toplumsal hafızanın silinmesine izin vermemeli, geçmişte yaşanan olay ve olguları bütün yönleriyle araştırıp öğrenmeli ve kendisine dersler çıkarmalıdır.

6. Politikayla uğraşan veya uğraşacak gençler gizli, illegal yapılardan, oluşumlardan, örgütlerden uzak durmalı. Gizli yapıların, oluşumların, partilerin, kurumların isimleri istenildiği kadar güzel, istenildiği kadar demokratik veya istenildiği kadar kutsal sözcük ve kavramlardan oluşsun, hiçbir zaman bu “gizli” yapılar isimleri gibi ya da denildikleri gibi olmamıştır. Denetim, eleştiri, özeleştiri, saydamlık yok, her şey gizliliğin kutsal perdesi altında saklanılıyor veya saklana biliniyor. Açık, demokratik bir işleyişin olmadığı yerde, ahlaki hiçbir değerinde de olmayacağına inanmaktayım. Bana göre tüm gizli yapıların, örgütlerin genel karakteristik özelliği “çürümüş”lüktür, “pislik”tir. İster istihbarat örgütleri olsun, ister mafya tipi örgütler olsun, ister devrimci-demokrat, anarşist, komünist, solcu örgütler olsun ve ister etnik köken, dinsel inançlara dayanan örgütler olsun. Bu konuda hepsi aynı teknenin hamurudurlar. Gizliliğin olduğu yerde güzellik, karanlığın olduğu yerde gül-bülbül olmaz, olsa olsa yarasa ve baykuş olur. Demokratik refleksimizin gelişmesi için hangi görüşte olursak olalım, neye inanırsak inanalım, gizli yapılardan uzak durmalıyız.

7. Geçmişten ders çıkartmalıyız. Hangi görüşte olursak olalım, şiddet içermedikten sonra, birbirimize tahammül etmeliyiz. Birlikte var olmaya, hatta birlikte iş yapmaya kendimizi alıştırmalıyız. Birlikte var olma ve iş yapma kültürünü geliştirmeliyiz. Enerjimizi birlikte ileri bir demokrasi, ileri ekonomik ve sosyal bir yaşam için harcamalıyız.

8. Ayrıca silah ve şiddetin çözüm olmadığını bilmeliyiz. Silah ve şiddetin olduğu yerde güzel şeyler değil, kan ve gözyaşı olur. Silah ve şiddetin olduğu yerde demokrasi ve birlikte yaşama kültürü zarar görür. Silah sözün bittiği yerdir.

Silah ve şiddetin olduğu yerde hangi “yiğit”  düşüncesini özgürce ifade edebilir?

Her birimiz farklı bir rüyanın peşinde olabiliriz, ama rüyaların efsunlu güzelliğini kirletmemeliyiz.

Rüyalarımız acı, gözyaşı ve kandan uzak olsun!

Dip Notlar:
(1) http://www.belgenet.com/12eylul/12091980_01.html
(2) Anlayış Dergisi, Sayı: 83, Nisan 2010.
(3) Burada işçi sınıfının örgütlü gücünü abarttığım sanılmasın. 1 Mayıs 1977’de Taksim Meydanı’nda 500 bin kişinin katılımıyla (bazıları bir milyon olarak telaffuz etmektedir) “1 Mayıs Bayramı”na katıldı. Ve yine o yıllar Türkiye Komünist Partisi’nin büyük bir “atılım” içinde olduğu yıllardır. Bu nedenle, büyük çaplı ilk önemli operasyon 1 Mayıs 1977’de “1 Mayıs İşçi Bayramı” kutlamalarında işçi sınıfına yapılmıştır diyebiliriz. Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu -DİSK’in Genel Başkanı Kemal Türkler’in öldürülüşünü de, bu operasyonun bir devamı olduğunu düşünüyorum.
(4) Oğuz Güven, Zordur Zorda Gülmek, 2. Baskı, Güncel Yayınları, İstanbul–2007, s.163-164.
(5) http://www.kuyerel.com/modules/AMS/article.php?storyid=4138
(6) http://groups.google.com.tr/group/kuyerel/browse_thread/thread/d52dd82c6065036b
(7) http://www.hurriyet.com.tr/gundem/13561813.asp
(8) 1982 Anayasası Madde 4.
(9) Zaman Gazetesi-1 Mart 2010
(10) Burchard-Sonja Brentjes, İbni Sina (Avicenna), Pencere Yayınları, s: 44.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.