Müslüm Üzülmez, Kendi Yayını, Ekim 1996, İstanbul, 92 sayfa.
Önsöz
şiir
sözcüklerin
ak kağıt üstünde
ahenkle dans edip
sonra sevişmesi olsa gerek?
BİRİNCİ BÖLÜM
güzel olan
hayatın gergefinde
paylaşmanın mutluluğunu yaşamaktır
dilek
ipek elli dokumacı kızın
gergefindeki her yeni nakış
isterim ki
ciğerlere saplanan alevlenmiş
bir kurşun değil
gönülleri ateşten kavrulan
sevdalıların buluştuğu
bir gül bahçesi olsun
dağlar
birinin başı
diğerinin eteklerine yaslanmış
yan yana uzayıp giden
karlı dağlar
ulusunuz
güneş önce size doğar
doğru olan
yüreğinin
ve beynin
diri kalması
ihanet ve yanlışa
düşmemesi için
akılına danış
kuşkuya düşersen
yüreğinin sesini dinle
her şeyi çok iyi düşünülmeli
karar vermeden önce
yoksa yanlış hesap
bağdat’tan döner
aşkı yüreğe nakşeden
zulmün dikenleri arasına gizlenerek
yüreğimin en gizli köşesinde
inadına açan
güzel kır çiçeğim:
acıyı bala
umutsuzluğu umuda
savaşı barışa
ölümü yaşama
suyu buhara
buharı yağmura
yağmuru berekete
bereketi aşka
aşkı yüreğe nakşeden
hiç bitmeyecek olan gizli sevdamdır
bu öyle bir sevdadır ki
iğne ucu ışıkları en zayıf yerimde
-yüreğimde-
çoğaltır ha çoğaltır
sevginin cazibesi
sevginin
cazibesini belirleyen
onu
geliştiren
ve
devamlılığını sağlayan
karanfilin
kokusu mu
karanfilin
rengi mi
yoksa
hem kokusu
hem rengi mi?
aşkın analizi
hayat laboratuarında
bir kimyacı olarak
yaptığım analizde
aşkın:
yüzde yirmisinin sevgi
yüzde yirmisinin tutku
yüzde onunun tutkunun
alışkanlığa dönüşmüş hali
yüzde yirmisinin özlem
yüzde on beşinin sabır
yüzde onunun umut
yüzde dördünün gözyaşı
yüzde birinin ise diğerleri
olduğunu gördüm
aşk
benim için ise
yavru bir serçenin
korkuyla ilk kanat vuruşu
deli bir gönüllün isyanlarında
kızıl rengiyle yanan umududur
dilim tuzlanır
hangi mevsimin
yağmurusun güzelim?
bilinmeyen mevsimin yağmuru
nasıl bir etki bırakır
bilinmez!
bildiğim
dağınık yatağında
vişne çürüğü bluzun sıyrılınca kollarımda
dilim tuzlanır
şehvetten kavaran diri memelerin ucunda
mutluluktan uçmak
tomurcuklarını açmış bekleyen
hayranlık verici kırmızı gülün
katmerleri arasında
o müthiş
o insanı mest eden
hazzın çıldırtan kesişiminde:
oynaşan sıcak ten
okşayan sıcaklık
moraran arzulu dudaklardaki ateş
kanımı alev alev yaktığında
kanımın buhar basıncı
bedenimi mutluluktan uçurmakta
dudaklarımdan ateşli şiirler dökülmekte…
haydi şerefe
gülen gözlerin
gökyüzü serinletici bakışlarında
buz beyazı kadehlerdeki
rakının buğulu anasonlu tadıyla
gözden ve gönülden olmadan
bu gece deliler gibi
yer çekimsizliğin bulanık evreninde
gezinerek
içmek istiyorum
bu gece içmek istiyorum!
keyfimin şahında
davranışlarımı engelleyen sınırları kaldırıp
alkolün yüksek derecesinde
bilincimi düşlerime ödünç vererek
kırkbeş yaşımda:
sevdalarımı
kavgalarımı
gençliğimi
her yudumda yeniden yaşamak
1995’e umutla bakmak istiyorum
gelecek güzel günler şerefine
“haydi şerefe” diyorum.
30.12.1994/istanbul
ne yapıyor acaba?
tarih sekiz ocak bindokuzyüzdoksanbeş
günlerden pazartesi saat onaltıotuz
vatan caddesinde
sokak lambaları ışıl ışıl
akıyor renk renk otomobil farları
bense
vakıf gureba’da
ameliyattan yeni çıkmış
burnumda tampon sırtüstü yatıyorum
ve yattığım odadan
yanan lambaları, akan farları seyredip
sevgili karımı düşünüyorum
bugün
bir tekstil fabrikasında
yeni işe başlayacaktı…
şimdi ne yapıyor acaba?
ocak 1995/gureba hastahanesi
işin sırrı
hastahanelerin ürpertici
hüzünlü duvarları arasında
insanları dirilten
insanların yüreğini ısıtan
doktorların:
işlek beyinleri
gözlerindeki ışıltı
şifa dağıtan hünerli mübarek elleri
ve
aydınlık beyazlık içindeki
tatlı güzel hemşirelerin
sevimli gülücükleridir
9 ocak 1995/gureba hastahanesi
havalar bozuk
televizyonda açıklandı:
havalar parçalı bulutlu
zaman zaman yağışlı olacak
böyle havalarda
yağmurdan kendini korumak için
alırsın şemsiyeyi
korursun kendini
peki
düşün tarlasında açan güllerin
düşmanı bol topraklarda
tipi
dolu
fırtına
ve bombadan
nasıl koruyacaksın kendini?
nasıl koruyacağız kendimizi?
21 mart 1995/istanbul
gözlerim kan çanağı
korku ve suskunluğun egemen oluğu
kalleş zamanda
yaşamla ölüm sınırında
gezinen sinsi karanlık
çöktü mü üstüne diyarbakır’ın
korku düşer kalplere
kelebekler konmak istemez çiçeklere…
gözlerim kan çanağı
mart 1995/istanbul
güvercinin kanat vuruşu
mevsim
bahar olmasına bahar ama
kar çiçekleri
düşlerim
ve ülkem
kandan ağırlaşan
demir postallar altında
beyinler ise
zehirli yalanla
gerçek ikileminde
bir sarkaç gibi salınmakta
alacakaranlık bu yaşamda:
kar çiçeklerinin güzelliğinden
menekşelerin kokusundan
kelebeklerin renginden
aşka çağıran nisan yağmurlarından
olacak ki
kanlı kırık kanatlı ak güvercin
gagasındaki zeytin dalıyla
sonsuzluğun maviliğinde kanat çırpıp
göz
gez
ve arpacıktan
umudu aşırmakta
özgürlüğe uçmakta
güvercinin her kanat vuruşunda
benimde kıvılcım
yüreğimde umut
art-mak-ta
20 Nisan 1995/İstanbul
kara bedenlim
dicle kokan diyarbakır’ım
bilenler bilir
iç kaleni
birde sırtında taşıdığın
tarihin silesi nikahsız çileni
tarih kokan diyarbakır’ım
sana
ne talih
ne tarih
güldü
açmaz oldu açan güllerin
nice
fidan boylu delikanlıların
dünya güzeli kızların soldu
hasret kokan kara bedenlim
surların bile seni
zulmün karanlığından
koruyamadı
tarih kitapları da zaten yazmıyor
-kurulduğundan bu yana-
kim bilir ne ordular sürüldü üstüne?
bir bilen olsa da anlatsa
şahlanırdı eminim öfkenden
surların
biliyorum başkaldırı anıtıdır
bedenlerin
mayıs 1995/istanbul
akıyor iki gözüm
1.
dicle bir gözüm
fırat bir gözüm
dicle fırat iki gözüm
durmadan akıyor iki gözüm
2.
dicle fırat arası
güneş
toprak
ve suyun yurdunda
dicle fırat arası
verimli ayda
dicle fırat arası
yakıcı güneş altında
kimliksizlikten
topraksızlıktan
işsizlikten
ve barut kokusundan
med’lerin torunları
yaşamın en ağır çilesini sürüyorlar
tarihin sınavından geçiyorlar
3.
güneşin doğduğu yer şimdi karlar altında
kartal yuvası dağlarında
fırat ağlar dicle hep gözyaşı
4.
tarihin dilinden anlayanlar
duyar binlerce yılın türküsünü
döküldükçe kan çanağı gözlerden
harlanmış gönüllere düşer
yakar yürekleri olur ateş gülleri
ağustos 1995/istanbul
GAP
zulümlerin aynasına bakan gözlerden
boşanan damlaların
ve zümrüt yeşili akan suların
aşkla buluştuğu
GAP!
sen
bin yıllık
yalnızlığı
sen
bin yıllık
talihsizliği
yenebilecek misin?
bekleyip göreceğiz!
sen yoksun
1.
her şey sana endekslenmiş
ekonomik gelişme
demokratikleşme
ulusal güvenlik
ulusal esenlik
iç politika
dış politika
hani sen yoktun!?
2.
her yerde gündem maddesi sensin
her yerde sen konuşuluyorsun
milli güvenlik kurulunda
mecliste
siyasi parti grup odalarında
kapalı kapıların ardında
toplantılarında
basında
televizyonlarda…
yine de
yasalara göre sen yoksun!
3.
tarih sana hep oyun etmiş
devletler
siviller
özel timler
ve nice siyasi oluşumlar
ve kendi içinden çıkmış hainlerin
-ne çok da hainlerin varmış!?-
durmadan
seni vurmuş ha vurmuş
yani gelen vurmuş giden vurmuş
yine de seni tüketememişler
meğer sen neymişsin
benim
asırlar boyu diline kilit vurulmuş
kimliksiz kürdüm?
yeter artık
gözler kan çanağı
ülkemin her yanını
zehirli yılanlar ve yalan sarmış
ülkemin her yanında
sürüyor acımasızca savaş
ne zaman duracak
bu kin
bu kan?!.
ne zaman duracak?
yeter artık
bu ölümler
bu yalanlar
feryat
yangına körükle gidiliyor
gazi mahallesinde
kurulmuş barikatlar
her taraf polis
her taraf asker
her taraf panzer
panzer
panzer…
gazi gazze’ye dönmüş!
barikatların arkasında
kanlı gömlekleriyle yatıyor ölüler
ölüler
ölüler…
yürekler tutuşmuş yanıyor!
her tarafta yine acı
yine feryat
yine gözyaşı
yine kan
kan
kan…
13 mart 1995/istanbul
deli gönlüm isyanda
“canım
bu kadar niye çok içiyorsun?”
diyorsun
gülüm
çok içiyorum, haklısın
ama içmeyip de ne yapayım
yine
canlar namlunun ucunda
deli gönlüm isyanda
bugün newroz
21 mart 1995/istanbul
hiç unutmadım!
Dr. Erhan Barut'a...
1.
yerdeyim
gözlerim bağlı
şefler başımda
mübarek tabip ellerin üzerimdeydi
sorguda
sen
doktor olduğun için
iyileştirmek istiyordun
onlar
tekrar işkenceye alınmam
ve konuşabileceğim kadar
iyileştirmek istiyorlardı
bense
yaşamak istiyordum!
2.
çok zaman geçti aradan
o en zor günümde
o en zor anımda
beni iyileştirmek isteyen
tabip ellerini
dost bakışını
ve otuzaltıncı hücrede verdiğin
aspirin ile diş fırçasını
hiç unutmadım!
mayıs 1995/istanbul
kafam dumanlı
mevsim kış
kar da ha yağdı ha yağacak
gri bir yaşam çökmüş
üstüne istanbul’un
geceler karanlık
arka sokaklar acımasız
havalar da soğuk
ürkütücü karanlık bu düşman gecelerde
umudum
bahar sabahlarında doğan güneş
düşlerim
karanlık gecenin kalbine sokulan aydınlık
ellerim cebimde
düşlerimle
umutlarımla
acımasız karanlık sokaklarda
bir başımayım
yürüyorum
kafam dumanlı…
28 kasım 1995/istanbul
güzel olan
masamızda:
ekşi nar
yeşil marul
acılı çiğköfte
ve tabi birde
gözünü sevdiğim
asma teveklerinin eşsiz tadı
içkilerin şahı
rakı
acı ve kederi
içkimize her zaman
meze yapacak değiliz ya
bazen sevinçlerimizi de içkimize
meze yapmasını bilmeliyiz
ve bizde inadına öyle yaptık!
içki masasında da olsa
dostlarımın
yüzlerinin ve gözlerinin güldüğünü görmek
dünyanın en güzel şeyi
aşkınla beni vurma
kirpiklerin gölgelediği gözlerin ışıltıları
ve dalgalı saçların arasında
bir yelkenli gibi rüzgarda uçuşan
engin denizlere açılmanın sarhoşluğuyla
öpüşlerinde yaşamı yakaladığım
sevişine kurban olduğum
hayalimdeki aşkımın kızıl gülü
bırak
senin de yüreğin yansın
sevdan ateşiyle yanan
bu ateşle özdeş
yüreğimin yanında
yok yüreğinle yanmayacaksan
yok yaralı gönlüme mehlem olmayacaksan
yok çatal göğsünde beni kollarına almayacaksan
yok sevgiden damıtılan ışığınla
beni aydınlatmayacaksan
o zaman
aşkınla beni vurma!
ben zaten fitili ateşlenmiş
bir dinamit kuyusuyum
çıkarsız ilişkilerin insanını arıyorum
en kötüsü ne
biliyor musun?
sürme çekmiş geceler değil
paramparça duygularımın
derinliklerine işleyen yalnızlık
susuzluktan çatlamış toprak
aşka susamış dudak
hasretten yanmış yürek gibi ben
bilinciyle
yüreğiyle
inancıyla
çıkarsız ilişkilerin insanını
arıyorum
Ne dersin?
1.
dün birbirimize inanarak
birbirimize güvenerek
hiçbir kişisel çıkar beklemeksizin
ve çok temiz duygularla
ortak sevincimiz için
inançla kol kola girdik
çıktık devrimci bir ruhla
o uzun yola
olduk arkadaş
bugün
düşüncelerimizin farklılığından
yollarımız ayrılsa da
yine de bizler
her baharda
koca bir çınarın
yeniden yeşeren dallarıyız
2.
“ben kimseye güvenmiyorum”
diyorsun
kendini
ve bu güven bunalımını aşmalısın
dostluklarımızın harcında
kan ter ve göz yaşının olduğunu
nasıl unutabilirsin?
birkaç ayrık ot çıkmış
ne önemi var
a benim güzel dostum
bizler dostuz
dost kalacağız
yeter ki
yaşamın nimetlerini
sopanın gücünü
görünce
içimize bir yılan zehri gibi akmasın İHANET
yaşamın diyalektiği
1.
yaşamımız boyunca
yaratacağımız değerlerden
vereceğimiz sevgiden
daha onurlu
daha coşkulu
daha güzel
ne olabilir?
2.
çirkinliğin şiddeti
ölümün dayanılmaz acısı
ve karanlığın sevimsiz yüzü karşısında
geleceği sabaha
yaşamı bahara
dönüştürecek olan
aydınlığın dayanılmaz umudu
insan sevgisi
ve insanlardaki mücadele ruhunun yüceliği
değil mi?
3.
aşk ve ruh güzelliğimiz
duygularımıza rakip değil
onunla
şirin bir doğallık
katıksız bir saflık
ve de sarmaşık
olmalı ki
insan sabrını tüketen
düş ve korkulardan oluşan bu yaşamda
hayat:
sevgi yüklü bir duyguyla okyanuslardan
ulu dağların doruğuna esen
bir fırtına gibi geçsin
gelincik yurdunda bahar
kavganın harında
özgürlük uğruna
yanıp yıldızlara akan
yiğitlerin yüzü suyu hürmetine
bulutlar
yağmura sevdalanıp
gebe kalacak
tohumlar
sevda yüklü yağmurla
cemre düştüğünde toprağa
binlerce gelincik olacak
gelincik yurdu
umudun
maddi güce dönüşmesinin sevinciyle
güneşe göz kırpacak
o gün geldiğinde
yurdumda her şey bir başka olacak
tadı tuzu kalmadı
tadı tuzu kalmadı
enflasyon zam pahalılık
canımıza okudu
daha okuyacağından da gayrı
birde üstüne üstlük
hırsızlıkta becerikli
yönetmekte beceriksiz olan
yöneticiler durmadan
nasihat ediyorlar
“kemerleri biraz daha sıkmak lazım” diye
bilmiyorlar mı bizde
kemerler sıkıla sıkıla
ne sıkacak kemerin deliği
ne de sıkılacak bel kaldı!
eylül-1995/istanbul
aybaşı
bir
kadının mı
bir
memurun mu
daha sancılıdır
aybaşları?
ne dersiniz!?
haziran-1996/istanbul
bu işin sonu iyi değil
1.
memur maaşları zam lanmış
‘enflasyon canavarı’ varken
zam gelse ne yazar?
hem nasıl olsa tepedekiler hep:
teperler tepiştirirler
yerler yerleştirirler
çalarlar çaldırırlar
ve sonra derler
“bütçe açık veriyor”
tabi açık verir
sanki devlet bütçesi değil mübarek
besleme kanalı
2.
memurun çilesi
derece kademe ekgösterge
ve taban aylığına bağlı
“kibrit kutusu odalara tıkılmış”
“insan konserveleri” zaten hiç
hesap tutturamaz
aylık alınca
çık çıkabilirsen
rezil parasızlığın ve tutmaz hesabın içinden
haaa… birde her gün her saat:
“biraz fedakarlığa katlanmaları lazım”
“biraz daha kemerleri sıkmak
kesmek gerek aylıkları”
“onlarda bu vatanın evlatları
ama sabır etmeleri lazım”
diye
geleni söyler
gideni söyler
illa da sabrı söylerler
yalnız görünen o ki
hiçte bu sabrın sonu iyi değil!
herkes kendi payına iyi düşünsün!
haziran-1996
nereye kadar?
bu ne zenginlik
bu ne büyüklük
bu ne servet ki
yediler
bitmedi
çaldılar
bitmedi
soydular
bitmedi
kaçırdılar
bitmedi
ve tükenmedi
tüketilmedi
ha babam hapur
de babam şapur
ama nereye kadar?
yiyip
yedirenin
çalıp
kaçıranın
açıkgöz
işbilenin
çok olduğu
ve el üstünde tutulduğu
güzelim memleketim de
bu gidişle kararacak olan
yalnız bizim yaşamımız değil
söz konusu olan
geleceğimiz
her şeyimiz
gözbebeklerimiz
çocuklarımızdır
kafaları cin
mayaları kin
olanlara sözüm yok!
kararmasın yarınlarımız!
beni anlayabiliyor musunuz?
1996/istanbul
kirlilik
eller kirli
kalpler kirli
düşünceler çıkara koşullanmış
düşünceler kirli
beyinlerin kılcal damarları
mideye bağlanmış
beyinler kirli
el kirliliği
beden kirliliği
aklanır paklanır
peki ama
kirli kalpleri
kirli beyinleri
ne ile temizleyeceğiz?
“temiz eller” için önce
kalpler ve beyinler
kirden arınmalı
1996/istanbul
ama hak ettin
1.
ha bire
oy istediler
demokrasi diye
kalkınma diye
halkım da bastı mührü:
oka
ata
kurda
kuşa
arıya
birde
hilâle
sonuçta:
ok
vurdu
at
tekmeledi
kurt
parçaladı
arı
soktu
hilâl
uyuttu
yine de her seçimde
sürü gibi arkalarından gidildi
yok ki farkları
kimin kazanacağının
ne önemi var?
2.
yıllar geçti
ne demokrasi kuruldu
ne kalkındık
alamadık
kendi kaderimizi elimize
çizilen dairede döndük durduk
kabahat sende:
okun
sivri ucunu
atın
pek olan tekmesini
kurdun
yırtıcı dişini
kuşun
aldatıcı gagasını
arının
acı iğnesini
hilâlin
afyonunu
hak ettin.
su başının güzelliği
anasını satayım
şimdi
şu an ne kadar çok isterdim
ay ışığında parlayan
bir akarsu başında olmayı
ve gecelerin aşığı yeşil kurbağaların
doyumsuz şarkılarını dinleyerek
mest olmayı.
mayıs 1996/istanbul
kitaplarım ve babam
1.
dipçiklerle yaşamın sınırlarının belirlendiği
güneşin doğmak istemediği diyarda
bilgiye susamışlığımı
cehaletin kavurucu sıcağında gideren
çiçeklerin göz alabildiğine serpildiği
insanların güldüğü
tehlikeli ve çekici aç düşlerimin dünyasına
alıp beni götüren
gözüm gibi sevdiğim kitaplarım
sizin yok oluşunuza yanıyorum
sizler
diyarbakır’da kitap bulundurmanın
diyarbakır’da kitap okumanın
en büyük suç olduğu
akreplerin insanları öldürdüğü dönemde
babama emanettiniz
2.
oğullarına ait
suç unsuru oluşturacak(!)
o güzelim kitapları
babalık iç güdüsüyle
saklamak
ortadan kaldırmak
ve bizleri korumak için
kendi ellerinle
naylon torbalara doldurdun
ve evimizin arkasındaki tarlaya:
gelecekte düşlerimizin
yeniden yeşermesini istercesine
kazdığın çukura gömdün
gömerken de
bıyık altından gülerek
-kendi kendine-
“ne kadar da çoktur” dedin
3.
o zorlu yıllarda
oğullarından
birinin tutuklu
birinin aranır
birinin asker
olması
yetmezmiş gibi
havasızlıktan ve terden kitaplarımız da
naylon torbalarda hamurlaşıp
yok oldu
kitaplara
benden çok sen üzüldün
sanki
evladını yitirmişçesine
acını yüreğine gömdün
4.
baba!
şimdi istanbul’da
evimde oturmuşum koltuğa
bakıyorum raflardaki kitaplarıma
düşünüyorum acı günlerimizi
ölümünün üçüncü yılında
ne kadar çok özlemişim
meğer seni
8 temmuz 1995/istanbul
vedalaşmadan giden
o
yapı işçisi
taş yontucusu
bir “minare ustası”ydı
o
bazen
üç gün üç gece
kumar masasından kalkmayan
akşamları da bir kaç tek atan
ve hiç kimseyi incitmeyen
hiç kimseye borçlu olmayan
seveni çok
bir “gönül dostu”ydu
o
yurtdışında
hollanda da ağır metal işinde çalışan
ailesinin hasretine
dayanamayıp dönüp gelen
bir “gurbetci”ydi
o
işyerleri açıp
ticareti beceremeyen
ve “bana göre iş değil!” diyen
bir “esnaf”tı
o
yobazlara gericilere kızan
çocuklarını aydınlık gelecek için
gücü yittiğince okutan
çocukları devrimci
kendisi tasavvufa gönül vermiş
bir “şeyh”di
o
doğayla her gün iç içe olan
güvercin tavuk horoz tavşan
köpek inek koyun
ve arı besleyen
salatalık domates biber patlıcan
turp maydanoz soğan
ve üzüm armut kayısı kiraz yetiştiren
ve arı kovanlarının içinden hiç çıkmayan
bir “balcı dayı”ydı
o
bir oğlu cezaevinde siyasi tutuklu
bir oğlu illegal
bir oğlu da asker iken
fırsatı kollayan hırsızlar
koyun ve arı kovanlarını çaldığında
koyun ve arılarına değil
kendi kimsesizliğine kızan
ve “yalnızlığımı fırsat bildiler!” deyip
ağlayan
ve her şeye rağmen
cezaevi önünden hiç ayrılmayan
bir “baba”ydı
o
gençleri çok seven
gençlerin her zaman
bir “cuma dayı”sıydı
o
hasta yatağında
fena halde yatarken
kendisini ziyaret eden
dostum cemal yıldız’ın
“nasılsın dayı?” sorusuna:
“evlat bu gece
azrail başucumda
dolanıp durdu.
kalktım,
insanları kurtarmak için
aldım silahı vurmak istedim
ama kaçtı.
aah! bir daha gelirse…
ya ben onun anasını ya o benim
anamı belleyecek” diyen
bir “deli bilge”ydi
ve o
ölüm geldiğinde bile
şafakta kalkıp
sebze bahçesi ve arı kovanlarının
arasında gezen
sonra sütünü içip
sesiz sedasız
upuzun kalkmamak üzere uzanıp
ne bir ağrı
ne bir sızı
çeken
ve bir daha geri gelmemek üzere
vedalaşmadan giden
ve ruhunu doğanın
engin esrarına gönderen
hepimiz gibi
bir insandı
o
benim sevgili babamdı
9 temmuz 1995/istanbul
kahve falı
acı bir kahvenin
kırk yıl hatırı varmış
ne hatırı?
kahvenin telvesi
çökmüş fincanın dibine
daralmış ruhum
çökmüş sıkıntı içime
beni kim anlayacak?
saçları
gonca kokan
göğüsleri
demircinin körüğü gibi kalkıp inen
dudakları
gül pembemsi alev açan
ve kollarında can bulduğum
sen
anlamadıktan sonra
beni kim anlayacak?
gecelerin sessizliği
gece olunca
karanlık gecelerin o kalbe işleyen sessizliğinde
gökyüzüne bakıp
ateş böcekleri gibi parlayan yıldızları
hiç seyrettiniz mi?
ve gece olunca
karanlık gecelerin o kalbe işleyen sessizliğinde
sevgilileri kavuşturan, sevgilileri ayıran
ve dünyanın bir ucundan gelip
başka bir ucuna giden
ve ergani istasyonu’ndan her geçtiğinde
yüreğimden bir parçayı da birlikte alıp götüren
kara trenin sesini
hiç dinlediniz mi?
ya da gece olunca
karanlık gecenin o kalbe işleyen sessizliğinde
ampullerin kirli ışığında
ölümün soğuk soluğu ensende
hücrede bir başınayken
veya koğuşta arkadaşlarınla
ranzada yatarken
diyarbakır-siverek karayolundan
gelip gecen arabaların sesini
hiç dinlediniz mi?
-hiç kimsenin dinlemesini dilemem-
ben
gecelerin o muazzam sessizliğinde
hem yıldızları seyrettim
hem de trenle arabaların sesini
çoook dinledim.
1995/istanbul
sıkma canını
yenilginin acısını yüreğinde duyan
ama haklı olmanın gururuyla
hiç bitmeyecek sevdamın kavgasında
ekmek
özgürlük
ve aşk
için
namlusu yivli yüreğim
hep atacak
gün ola harman ola
dün ve bugün
dün
elimde bir manivela varmışçasına
dünyayı yerinden oynatmak
istiyordum
bugün ise
evden işe işten eve
koşuşturmaktayım
yani
tıkıldık günlük yaşamın peşine
ben ederim böyle işin içine
boynumun borcu
ucunda
ölüm olsa da
paslı zincire vurulmuş
beynimdeki büyük gizi
özgür kılmak
boynumun borcu
yeter ki
ölüm aşk gibi soylu olsun
unutma
söz namustur
bilmem nereden değil
ağızdan çıkar
İKİNCİ BÖLÜM
düne takılıp kalmadım
dünü de hiç unutmadım
“haydar”
(pek çok ülkeden istihbaratçılar kenya’da düzenlenen uluslararası yarışmaya çağrılmışlar. yarışmayı, en kısa zamanda ormandan zürafa yakalayıp getiren kazanacakmış. bütün yarışmacılar ormana dalmış, sonra, türkiye’den gidenler hariç hepsi dönmüşler. saatler sonra hortumu kesik, perişan ve zor yürüyen koca bir fili türkler sürüklüyorlarmış.
jüri başkanı:
-ama bu zürafa değil ki… diyecek olmuş,
fil hemen:
başkanım! ben zürafayım!.. ben zürafayım!.. diye yalvarmaya başlamış.)
1.
diyarbakır 5 noluda
olmuşuz tek sıra havalandırmada
leş kargaları gibi
gardiyanlar üşüşmüşler üzerimize
-gözlerini gözlerimizden ayırmadan
canımızı alırcasına-
vurarken sopayı gösterip
bağırıyorlar durmadan:
“bakın!.. bunun adı haydar
ne namus koyar, ne ar
etmeseniz iman, sonra oyar.”
ve başka biri:
“burada allah yok! peygamber izinde.
diz çökün, edin tövbe
yoksa karışmam, söyletir haydar.”
2.
amansız savaşta
“haydar” günlerce
tek tek
ağlattı anamızı
netice olsa da acı
anladık bizler sonunda
bir inanç
bir de birliktir
zindanda ayakta kalmanın ilacı
3.
diyarbakır 5 noluda
bizler yolcu
onlar hancı
dökülenler
oldular birer “çorbacı”
hancı başları da
tarihe geçecek birer ibne-i sadist hacı
-diyarbakır-
yıldızlara akanlar
-cezaevlerinde yaşamlarını yitirenlere…
onlar tutsaktı
düşman elinde
düşmanın evinde
ayakları zincirli
elleri kelepçeli
başları dikti
ama savaşırken onlar
yürekleri yakan ateş olup
yıldızlara aktı
yıldızlara akanlara selam olsun
–diyarbakır–
sönmeyen yangın
gülüm
tutsak gecen bu amansız
günlerimde
seni her koklamak isteyip de
koklayamamam
ateşe atılan
yağlı koca bir fitil gibi
içimdeki yangını durmadan
büyütmekte
–diyarbakır–
kanadı kırık serçem
benim
korkuyla kanat vuran
kanadı kırık serçem
benim
güzel karım
içtiğim sigaranın dumanı
içtiğim plastik bardaklardaki çayın
kokan buharıyla
sana
selamlarımı
sana
sevgilerimi
sana
saygılarımı
gönderiyorum
gözlerinden öpüyorum
ormanda yokluğumdan ürken ceylanım
-diyarbakır-
gizliden gizliye
yalnız gecelerimde
yoğun soğuk buzlu ışıklar
kollarına aldığında beni
hücremde:
gizliden gizliye
şarap içerken
duyulan haz gibi
gizliden gizliye
öpüşürken kalbimizin atışı gibi
düşlerime:
gizliden gizliye buluştuk
gizliden gizliye konuştuk
gizliden gizliye yazıştık
hani…
bunca düş arasında cennetin
yasak meyvesini de aşırsaydık
hiçte fena olmazdı
hücremde:
yine seni düşünüyorum
ve düşündükçe
yaralıyor
gözlerinden sızan hüzün yüreğimi
-diyarbakır-
düş kurmaya bayılıyorum
hücremde
yakası açılmadık sevdaların düşleriyle
buram buram isyan kokan mayıs geceleri
aşkın cennet bahçesinde
yaşamın hazine yuvası olan
ve doyumsuz güzellikte açılıp kapanan
kırmızı gülün katmerleri arasında
iki tenin harında
bedenlerin sarsıntısında
sevgiden fışkıran
nesilleri bağlayan zincirin
halkası olacak
yaşamın en küçük hücresini taşıyan
yaşamın kaynağı kimyasal özsuyla
yeni bir tende
yeni bir can
olmak
kendimi sonsuza
taşımak istiyorum
düş kurmaya bayılıyorum
-diyarbakır-
kırk kapı
1.
bugün “anneler günü”
diyarbakır bağlar’da
kırk kapı açıldı
kırk kapı kapandı
iki gözü iki çeşme ana’m
içeri alındı
kırk kapı açıldı
kırk kapı kapandı
açık görüş yerine
alındım
2.
görüş yerinde
iki benim
iki ana’mın
dikildi başına
karayılan gibi
karayağız dört gardiyan
3.
ana’m görünce beni
attı başından karaçarşafını
aldı arasına kollarının
sarıldı bana
sarıldım ana’ma
ana’m
öptü… öptü… kokladı
kokladı… kokladı… öptü
yüzüme baktıkça ağladı
-diyarbakır-
utku’nun gelişi
1.
bugün 23 nisan 1984
bugün “ulusal egemenlik ve çocuk bayramı”
bugün “açık görüş” var
yataklarımızdan kalkar kalkmaz
içimizden birer türkü tutturarak
olduk tıraşlarımızı
giyindik en güzel elbiselerimizi
yirmi aydır elleri ellerime
yirmi aydır gözleri gözlerime
yirmi aydır sözleri kulaklarıma
değmedi
bir bilseniz
nasıl özlemişim?
öyle bir gözlerimde tütüyorlar ki
ozan’ımla utku’m
ve anaları
2.
görüşmecilerinin geleceğinden
umutlu olanların dudaklarında
gizemli bir tebessüm
herkes gibi ben de heyecanlıyım
durmadan çarpıyor kalbim
atıyor gözüm
görüşmecilerin geleceğinden
umudu olmayanların ise
beyinlerinde bin bir soru
kafaları kızgın atıyorlar voltalarını
düşünüyorlar:
sevgililerini
çocuklarını
kardeşlerini
analarını
babalarını
ve dostlarını
bense
dumanıyla sararcasına yüreğimdeki yaramı
yakıyorum sigara üstüne sigaramı
gelecekler mi diye
umutla bekliyorum sıramı
çok sürmedi
okundu ismim
geldi sıram
çıktım!
koridorlar cıvıl cıvıl
şaşırdım
yirmi aydır ilk defa
çocuk görüyorum
önüme çıkan ilk çocuğun
saçlarını okşuyorum
3.
sadece
çocukları almışlar içeriye
kimi bağırıyor
kimi ağlıyor
kimi de gülüyor
ismimin okunduğunu duyduğumda
baktım o çocuk denizinin içine
-ismi de yakasında yazılı
tutmuş elinden bir asker-
koştum aldım kucağıma
oğlumu
utku’mu
sarıldım boynuna
fısıldadı kulağıma
“annemi bırakmadılar! dışarda
çiçek getirdim sana”
4.
oğlum kucağımda
çiçekleri elinde
vardık görüş kabinine
karşımda oğlumun anası
karım
cefakar karım
bakıyor tel örgülerin arasından
gözlerime
konuşuyoruz gözlerimizle sessizce
5.
görüş kabininde
oğlumun elleri ellerimde
karımın gözleri gözlerimde
tepemizdeki askerler
çözmek için gözlerimizdeki şifreyi
kör yılan gibi bakıyorlar
gözlerimizin içine
gözlerimizin içine bakan
o hain gözler
şifreyi çözemez
şifre gözbebeklerinde saklı
onlar ne anlar
şifre sevgide saklı
-diyarbakır–
şimdi özgürüm(!)
hapisteyken:
bana
karıma
ve çocuklarıma
amcam baktı
unutmayacağım!
şimdi özgürüm(!)
bulamıyorum
vermiyorlar bir iş
yine
amcamla babam bakıyor
bana
karıma
ve çocuklarıma
söyle gülüm?
bu iş
böyle ne kadar sürecek
oldum sakıncalı(!) diye:
ev yok
iş yok
senin ve çocukların
yüzüne bakmaya yüzüm yok
özgürüm neye yarar?
şimdi de işsizliğe esir oldum
en sevmediğim şeylerden biri de
bir parazit gibi
başkalarının sırtından geçinmekti
o da başıma geldi
bana bakan:
amcam da olsa
babam da olsa
kardeşim de olsa
dokunuyor onuruma
25.9.2984/bayrampaşa/istanbul
“sen bu hallere de mi düşecektin?”
1.
hiçbir zaman
bu kadar kendimi
bir başıma yalnız
hissetmemiştim
koca bir dağ
üstüme çökmüşçesine
damarlarımdaki kan çekilircesine
moralim bozuluyor
her geçen gün
kalbim buruluyor
nedeni
işsizlik ve yalnızlık
2.
her önüme gelenden
iş istemekten
bir iş bulmalarını dilemekten
ulu cami önündeki
dilencilere döndüm
soruyorum kendi kendime
zaman zaman:
“ben bu hallere de mi düşecektim?”
önceleri
günde on kişi
iş için işini görmek için
evde
işyerinde
kahvede
gelirdi yanıma
gece demeden gündüz demeden
karınca kararınca
merhem olurdum yaralarına
şimdi merhem olamıyorum
kendi yarama
3.
böyle
kendimi bir başıma çaresiz
böyle
kendimi bir başına parasız
böyle
kendimi bir başına yalnız
his edince
her şeye ana avrat sövmek istiyorum
kendime ve geleceğe olan güven
olmasa
aralık 1984/ bayrampaşa/istanbul
işsizlik-2
eşyalarımız ergani’de
bizler istanbul’da
amcamlardayız
ve daha iş bulamadım
darmadağınığız
ne yapacağım?
nerede iş bulacağım?
nereye gideceğiz?
soru çok yanıt yok
bütün haşmetiyle de geliyor kış
odun kömür
yiyecek giyecek
ozan’da okula gidiyor
bunları bırakalım da
daha şimdiye kadar
karım ve çocuklarıma
aldığım bir şey yok
düşündükçe bunları
delirmemek elde değil
en iyisi
bunları düşünmemek
bize yakışan iyimser olmaktır
kötümser düşünceleri kafadan atıp
doğan her yeni güne umutla bakmaktır
8.10.1984/bayrampaşa/istanbul