Politika, Bilim ve Kültürle İlgili Yazılar
Asmaaltı Yayınevi, Eylül 2016, İstanbul, 260 sayfa
SUNU
Bir süre önce çeşitli dergi, gazete ve sitelerde yazdığım yazıların bir kısmını -Ergani ve Erganililere dair olanlardan bir seçki oluşturup Makam, Makam Çiçeği ve Bülbül adıyla basımını gerçekleştirdim. Kitabı yayınlamadaki amacımı da; “yazıların gazete sayfaları arasında eskiyip sararmasına ya da internet ortamının sonsuzluğunda kaybolup gitmelerine gönlüm razı olmadı, bu seçkiyi oluşturdum” diye yazmıştım.
Yine aynı duygularla çeşitli dergi, gazete ve sitelerde yazdığım yazıların bir kısmından, yerel olandan daha çok genel mahiyette olanlardan yeni bir seçki oluşturdum. Bu seçkide yer alan yazıları Dünyanın Haritası Yeniden Çizilirken adıyla bu kitapta bir araya getirdim.
Yazıların hiç birinde içeriğe dair değişiklik veya düzeltme yapılmamıştır. Sadece bir iki sözcük değişimi veya ilavesi yapılmış, var olan yazım ve imla hataları düzeltilmiştir.
Yazılar, konularda ve okumada akışkanlığı ve de bütünselliği sağlamak için yayınlanış tarihlerine göre Politika, Bilim, Kültür başlıkları altında üç kısımda numaralandırılarak toplanmıştır. Yazıların sonunda önce yayım tarihi sonra da yayınlandıkları gazete, dergi veya web sitesinin adı yazılmıştır. Umarım beğenirsiniz.
Tevazu gösterip Önsöz yazan M. Şehmus Güzel hocama, sayfa düzeni ve kapak tasarımını yapan sevgili Selim Talay’a ve katkılarını esirgemeyen tüm dostlarıma şükranlarımı sunuyorum.
Selam, saygı ve sevgilerimle…
Müslüm Üzülmez
ÖNSÖZ
Yirminci yüzyılın, geçen yüzyılın, son yıllarında yeni bir çağa girdiğimiz kesin. Bu olgu, bugünlerde çok daha açık bir biçimde ortaya çıkıyor: Teknolojideki başdöndürücü değişim, televizyonun günlük, siyasi ve kültürel yaşamlarımızda aldığı hem garip hem tedirgin edici ağırlık, internet dünyasının kazandığı hız ve kapsadığı alan, borsa spekülatörlerinin veya onların diliyle “borsa yatırımcılarının” ekonomideki egemenliklerinin akıl almaz boyutlara ulaşması, yani üretmeden kazananların sayısının artması, kazançlarının çoğalması ve bunların ekonomik ve dolaylı olarak da siyasi hayattaki önemlerinin büyümesi, ekonomide kara para, yani vergi ve denetimden kaçırılan para hacminin çoğalması, kara paranın Londra, Paris, Roma, Kıbrıs ve daha bir dizi mekanda kurulan “çamaşır makinelerinde” aklanması/yıkanması, iletişim dünyasının allak bullak edilmesi, yazılı medya egemenliğinin sarsılması, bilgi ve haber deviniminin artması ve aynı zamanda benzer veya tıpkısının aynısı haberlerin her yere aynı anda ulaşması/ulaştırılması. Yirmibirinci yüzyılda önemli olan mesafe değil artık zamandır. Bütün bu gelişmelere, kimi için beklenmeyen değişimlere Doğu’da ve Güney’de yeni tür tepkilerin doğması. Toplumların “değişimine” (buna kimi “yozlaşması” veya “yozlaştırılması” da diyebiliyor, biz aynı kanıda değiliz, çünkü söz konusu olan kültürler arası etkileşim ve bunun sonucu alışveriş ve değişimdir) karşı yeni tür muhafazakarlıkların yaratılması, din ve mezhep savaşlarının yeniden ve yeni boyutlarıyla boy göstermesi. Burada birkaçını sıraladığım sorunlar, etkileşimler ve değişimlerin en çarpıcı özelliği bunların sadece devletleri değil bireyleri, yurttaşları da kapsamasıdır. Elbettte devletleri etkileyen sorunların sayısı arttı, kapsamları genişledi ama artık bireyler de bir anlamda “topun ağzında”. Artık hepimizi tek tek ve birebir ilgilendiren sorunlar da, dertler de boy gösterdi ve bunların ne kadar süreceği bilinmediği gibi yenileri de bunlara ekleniyor: İşte yalnızlık, iç ve dış sıkıntıların tedirgin edici boyutlar kazanması, ailesel dayanışmanın azalması, toplumsal dokunun zayıflaması/çizilmesi/yırtılması, işte sahte dinler, işte AIDS, işte klonlama, işte biyoteknoloji ve olası tehlikeleri, işte korku, işte beleş şiddet, işte trafikte en barışçıl insanların bile birdenbire saldırganlaşması, kabalık, devlet baskısının ve yakın denetiminin artması…
Günümüz insanlarının, hatta büyük insanlığın bugün en büyük derdi mutlaka yalnızlıktır. Yapayalnız kalmaktır. Tek başına kalmaktır. Einstein: “Genç yaşta insana acı gelen ama olgun çağda tadına doyum olmaz bir yalnızlık içinde yaşıyorum“ diye yazsa da, yalnız kalan insanların çok acı çektikleri bir gerçektir. Evet bu yüzyılın geçmiş yüzyıldan aldığı ve altında ezilme tehlikesini de taşıdığı sorunlardan biri, belki en önemlisi yalnızlıktır. Yukarıda sıralamaya çalıştığım başka bir dizi sorun daha var elbette. Siyasi, ekonomik, kültürel, toplumsal ve daha pek çok sorun yolumuzu gözlüyor. Ya altından kalkacağız bunların, ya da altında ezileceğiz. Geleceği değiştiremezsek ona katlanmak zorunda kalacağız, oysa bu bize göre değil. O zaman geleceği değiştirmek ve onu arzu, amaç ve hedeflerimize göre düzenlemek zorundayız. Bunun için tarihi ve tarihimizi öğrenmek gerekiyor. Ancak o zaman onların bizim için hazırladığı tarihi yeniden yüklenmek, yeniden yaşamak zorunda kalmayacağız.
İşte Müslüm Üzülmez yeni kitabıyla bu konuda önemli bir adım atıyor ve bize de bu adımı onunla birlikte atmamızı öneriyor. Zorlamıyor, ısrar etmiyor, öneriyor sadece. Üzülmez günümüzü ve yeni çağı, sorunları, önerileri ve değişimleriyle, içli dışlı binbir derdiyle, izliyor, yakalıyor, gelecek günler için ipuçları sunuyor. Bu arada pek çok soru soruyor, hepsini yanıtlamıyor, yanıtlama faslına okuyucunun da bizzat katılmasını ve onun da fikrini söylemesini arzuluyor. Böylece yapıtı karşılıklı etkileşimi kolaylaştıran bir havaya bürünüyor. Çok da iyi oluyor. Çünkü böylece okuyucu pasif televizyon seyircisi durumundan çıkıyor eylemsel/aktif aktör konumuna giriyor. İyi kitabın görevi de, birincil görevi de mutlaka budur diyorum. Okuyucuyu etkinleştirmek, düşünsel eyleme katılımını sağlamak.
Bu çalışmada siyasi tarih var. Bu kaçınılmaz, çünkü yazarın yaklaşımı “her şeyin kökeni tarih” biçiminde. Evet her şeyin kökeni tarih ve her şeyin kökeninde kendi tarihi var. Yazar, tarihin toplumsal yüzünü ve yönünü de asla ihmal etmiyor. Bu sayede tarih, olayların dizimi olmaktan çıkıyor ve olaylar bütünlüğüyle, siyasi, ekonomik, toplumsal cepheleri ve kültürel zenginlikleriyle sunuluyor. Yazar tarihi hem dinliyor, hem de tarihin dinlenilmesinin son derece yararlı olacağını belirtiyor. Hem dinliyor, hem izliyor, hem de onları, tarihi ve günlük olayları, bütün derinlikleri ve değişik boyutlarıyla konuşturuyor.
Bu kitapta siyaset bilimi var. Günlük siyaset es geçilmeden.
Jeo-stratejik analizler var. Bölgemizdeki gelişmelerin ve devletlerarası ilişkilerin, sorunların derinlemesine irdelenmesiyle birlikte.
Yazar, tarihin kültür tarihi boyutunu da ihmal etmiyor ve birçok gelişmenin altında, yanında, kenarında mutlaka kültürel meselelerin önemini vurgulamak olanağı buluyor.
Yazar değişik yerlerde zihniyet meselesini de devreye sokuyor. Böylece siyaset felsefesine doğru ilerliyoruz.
Bütün bunları tek tek her bölümde bulmak mümkün olduğu gibi, her sayfada da okumak olası.
Yazar her şeyi açıklamıyor, kendisini ille açıklamak zorunda bırakmıyor, biraz önce vurguladığım gibi her sorunun yanıtını da vermiyor. Kimi kez yazar bizzat kendisi yeni sorular soruyor. Örneğin yazarın sorduğu şöyle bir soruya nasıl yanıt verirsiniz? : “Evrensel insani yasaların yürürlükte olduğu bir ülkede mi, yoksa her şeyin güçlünün iki dudağı arasında olduğu bir ülkede mi yaşamak daha iyi? Ne dersiniz?” İşte okuyucuyu düşünmeye ve düşünsel eyleme yönlendiren bir soru.
Yazar buna benzer veya farklı pek çok soru soruyor. Okuyucusu ile neredeyse karşılıklı konuşmak, tartışmak, dertleşmek, fikir alış-verişine girişmek istediği görülüyor. Yazar soruları bizzat yanıtlamayarak, veya kimi soruyu bizzat sorarak, okuyucusunun eylemsel, beyinsel, düşünsel, aktif katılımını istiyor. Niçin? Yeni kavramlar üretmek için. Yeni yollar bulmak için. Yeni sınırları çizebilmek umuduyla.
21. Yüzyılın bu ilk yıllarında insanlık tarihinde yeni bir döneme girdiğimiz kesin. Bu yeni dönemde sınırlar ve haritalar da yeniden çizilecek mi? Yazarın kitabında neredeyse başından sonuna kadar araştırdığı konulardan biri de budur: Sınırlar yeniden çizilecek, haritalar yeniden kotarılacak mı? Ezilenlerin, coğrafyaları paramparça edilirken fikirleri sorulmayanların sınırları ve haritaları çizmesi mümkün olacak mı? “Adil olduğu” veya “olacağı” iddia edilen tanrının veya tanrıların sınırları çizdiğini şimdiye kadar kimse duymadı, görmedi, elle dokunamadı, deneyemedi. Hakim dev(let)lerin, zulüm makinalarının, ezenlerin, egemen sınıfların çizdiği sınırların ve haritaların adaletsiz olduğunu artık herkes biliyor: Görüldü, duyuldu, dokunuldu, denendi çünkü. Artık sınırları birbirlerinden kız alıp verenler, birbiriyle konuşmasını bilenler, uzlaşmayı ilke edinenler çizmeli. Değil mi? Herkes derdini anlatmalı ve çaresini birlikte kotarmalılar. Kendi “aidiyet”leri içinde hapsolmayanların, kendi kendilerine bayılmamışların ortak ürünü olmalı sınırların ve haritaların çizimi. Değil mi?
Müslüm Üzülmez, özgürlük için direnmek gerektiğini birçok kez vurguluyor. Ama bu bilgili bir direnme olmalıdır. Madem ki “Özgürlük her mevsim ve her iklimde açan çiçek değildir; ama, ihtiyaç duyulduktan, köleliğe tepkiler başladıktan sonra solan güle hiç benzemez; sürekli canlı kalır. İnsanlar ve toplumlar; ihtiyaç duymaları, köleliğe tepkileri sonucu, göreceli olarak, özgürlüğe koşarlar“, kavuşurlar.
Üzülmez, benzetmelerle, kimi şeyleri hem daha vurucu kılıyor hem akılda daha kolay kalmasını sağlıyor. “Bu ülkenin devrimcileri birer kartaldır” dediği anda anlatılana ve konuya ilgimiz daha artıyor. Kaçınılmaz bir biçimde.
Müslüm Üzülmez Batı ile Doğu arasındaki “alışverişi” irdeliyor. Batı devletleri içinde özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) son yıllarda aldığı yeni tür niteliklerini, eskilerini ihmal etmeden, sergilemeyi başarıyla yapıyor. Bugün bölgemizde ve pek yakınımızda, neredeyse “komşumuz”, yeni tür fetihler yapan ve daha yenilerine hazırlanan ABD’nin “sırlarını” çözüyor, okuyucusuna sunuyor. Bu arada “emperyalizm” ile “imparatorluk” meselesine de açıklık getiriyor. Bu alandaki değişik görüşleri sergiliyor. Meraklı ve bu konulara ilgili okuyucunun mutlaka dikkatini çekecek sayfalar bunlar. Hele bu konuya bölgemizin hem zenginlik hem de dert kaynaklarında biri olan petrolü ve buna bağlı sorunları ekleyince ve bir de işe “zihniyet” sorunsalını katınca. Yazar “Ortadoğu zihniyeti” konusunda şöyle bir önerme sunuyor:
“Ortadoğu zihniyeti‘, var olanı sorgusuzca kabul eden kaderci bir zihniyettir. Bu zihniyet dünü, dün bitmeden unutan; bugünü sorgulamadan “sadece” yaşayan ve yarından hiçbir fikri olmayan bir düşünce sisteminin ürünüdür. ABD düşünce sistematiğinde ise, her şeyi sorgulayan, her şeyi kaydeden, hiçbir şeyi unutmayan ve her şeyi, ama her şeyi kısa, orta ve uzun vadede planlayan, kadere hükmetmek isteyen bir mantık vardır.”
Büyük olasılıkla Batı ile Doğu arasındaki en ciddi ayrılık, en önemli fark burada yatmaktadır. Buna eklenecek daha pek çok unsur bulunuyor elbette ama bu kadarı bile aradaki “uçurumun” ispatıdır. O zaman şu basit soruyu da burada sormanın tam zamanıdır: Batı ile Doğu gerçekten dost, apaçık arkadaş, samimi yoldaş olabilirler mi? Ast ve üst ilişkilerinin ötesinde, onları redederek ve eşit-eşite bir şeyler yapılabilir, ortakça bir şeyler üretilebilir mi?
Yazar, son yılların devletlerarası siyaset sahnesinde gündemden düşmeyen, dramları, rejim değişikliklerini, savaşları ve bitmek bilmez zulümleriyle dünya medyalarına ekmek kapısı olan kendi cografyasına, Ortadoğu’ya, bölgemize özel bir yer ayırıyor. Yazar Mezopotamya’ya, iki kadim nehir arasında, ıpışıl bir gökyüzünün tanıklığında, çoluk çocuğuyla ve tüm zenginlikleriyle yemyeşil bir halı gibi serilen bu topraklara aşkını ve katlanmak zorunda kaldığı belalardan kaynaklı üzüntüsünü bakın nasıl dillendiriyor. Bir şiir tadında okunabilinecek:
“Günümüzde, Ortadoğu veya Mezopotamya’da başka bir tufan var. Bu tufan, doğaya ihanetin yanında, yöneticilerin halk[lar]ına ihanetinin sonucu yaşanmaktadır: İnsan, doğa ile uyum içinde yaşadığı ölçüde; yöneticiler, halkının çıkarlarını koruduğu sürece var olur.
Tarih boyunca elinde ıslık çalan keskin kılıcı, altında hızlı kuş gibi uçan atı, arkasında bol ‘yiğit‘ adamı ve silah kullanmaktan başka becerisi olmayan liderler aç kurt sürüleri gibi Mezopotamya’ya saldırmış. Neden?
Mezopotamya’nın tarihine baktığımızda: Mezopotamya’da toprak verimli ve bu verimli topraklarda insanlar çalışıyor, ekiyor, biçiyor… At, eşek, katır, öküz, deve yetiştiriyor, besliyor yük taşıma, çift sürmede gücünden yararlanmak için… Koyun, keçi, inek yetiştiriyor, besliyor etinden, sütünden, derisinden, yününden, kılından yararlanmak için… Bol bol ibadethaneler/okullar açıyor, kitaplar yazılıyor/basılıyor kent yaşamını zenginleştirmek ve sosyal gelişmeyi ilerletmek için…
Mezopotamya tarihinde bunlar olurken, aynı zamanda üretilen her şeye el koymak için her daim mal, ürün ve bilgi üretenlerin karşısına üretmeyenler musallat olmuştur. Üretenler ile üretilen değerlere el koymak isteyenler arasındaki ilişkilerde kaba kuvvet, güç, silah başrolü oynamıştır. Kaba kuvvet ve güç kullanımı çoğu kez savaşlara neden olmuştur. Bu nedenle, Mezopotamya bir anlamıyla da av ve avcıların coğrafyasıdır: Mezopotamya tarihine av ve avcıların tarihidir de diyebiliriz.
Güç kullanımı ve savaşları fetihler, yakmalar, yıkmalar, öldürmeler, esir almalar, çalma-çırpmalar, talanlar izlemiştir. Savaşlarda kazanan taraf sadece toprak, maden, tahıl, para-pul ve insanları değil, yazı ve sözü de egemenliği altına almıştır. Egemenler ve karşıtları, tarih diye belirlenmiş, belli çıkarlar doğrultusunda yontulup yönlendirilmiş, yanlı, hesaplı bir kronoloji sunmuş, resmi tarihler oluşturulmuştur.
Mezopotamya, ateş ve kanın yurdu; Ortadoğu ‘kendi halkını yiyenlerin toprağı‘dır.”
Bu coğrafyaya göz diken dış saldırganları ve onların bölgemiz halklarına yönelik kurnazlıklarını es geçmeyen yazar, olan-bitenleri tarihi dersleriyle birlikte yeri geldikçe aktarıyor. “Kendi halklarını yiyenlerin toprağı”nda, halkların üstlerindeki “ölü toprağını” attıklarını, yerlerinden doğrulduklarını ise yaşanan tarih bize gösteriyor. Müslüm Üzülmez bunları da yazıyor. Ve “Silahlar doğuya, petrol batıya akıyor” diyor.
Yazar, bölgedeki son on yıldaki gelişmeler üzerine Kürt halkının öneminin arttığını vurguluyor, şu cümlelerle: “Bu gelişmelerde, Ortadoğu’da artık ‘kilit taşı‘ Kürtlerdir. Bu süreç, Irak’ın işgaliyle başladı. Şimdi Kürtlerin ve ABD’nin çıkarları örtüşüyor. Eğer Kürtler bu süreçte akıllı bir politika geliştirip yürütebilirlerse, bu konjonktürel durumdan kazançlı çıkabilirler.
Eskiden Kürtler konusunda Ankara-Bağdat-Tahran hattı söz konusuydu. ABD, bu hattı dikkate almak zorundaydı, çünkü çıkarları bunu gerektiriyordu. Şimdi Bağdat hattı düştü. Bu hattı düşüren de ABD’nin bizatihi kendisidir. Sıra şimdi Tahran ve Şam’da gibi… Türkiye’nin ABD ile çatışma noktasını da bu strateji oluşturuyor. Çünkü eskiden ABD’nin ‘Kürt Sorunu‘ diye bir sorunu yoktu. Kürt sorunu artık ABD’nin bir sorunu. ABD-İsrail ittifakı, Tahran ve Şam’ı saf dışı ederse, Birleşik Kürdistan’ın temelleri atılmış olabileceğinden endişe etmektedir. Kürtler, değişen dengeler nedeniyle Kuzey Irak’ta, başka bir ifadeyle Güney Kürdistan’da şu anda önemli mevziler kazandı. Bunu sezinleyen Türkiye, ABD ile bu nedenle çatışmakta. Bu gelişmeden de gizli bir ürküntü duymakta (…) Türkiye şimdi bir yol ayrımında: Ya Doğu’yla ilişkisini koparmadan Batı’ya açılıp Avrupa Birliği [AB] içersinde yer alarak demokratik açılımını yapıp Kürtlerin haklarını güvence altına alacak ya da yolunu kaybedecek, kişilik bölünmesi yaşayacak, Kürt halkını bastıracak ve dolayısıyla Osmanlı gibi ‘hasta adam‘a dönüşecektir.
Günler neyi gösterecek, göreceğiz.”
Yazar, yaptığı jeo-stratejik incelemelerini, irdelemelerini, sonuç çıkarmalarını ispat edici özellikler de taşıyan, Ralph Peters’in Armed Forces Journal’ın (Silahlı Kuvvetler Dergisi’nin) Haziran 2006 sayısında yayınlanan yazısını “stratejik derinliği” olduğu için Nurettin Değirmenci’nin çevirisiyle, zamanında Türkiye’de epey tartışılan haritasıyla birlikte ve yorumsuz olarak sunuyor.
Batı ve Doğu arasındaki farklara kitabın Bilim başlıklı ikinci bölümünde ve Kültür başlıklı üçüncü bölümünde daha ayrıntılı bir biçimde değiniliyor. Böylece yazar hem önceki karşılaştırmaları için yeni veya ek bilgiler sunuyor hem de Doğu’nun geri kalmışlığının birkaç nedenini daha vurgulama olanağı buluyor. Doğu’daki birçok eksiğe dikkatimizi çekiyor: Filozof bulunmamasına, son dönemlerde bizim taraflarımızda düşünür çıkmamasına, düşünce yerine liderin yüceltilmesine, kadınlara yönelik ayrımcılığın süregitmesine ve bunun tarihi ve dinsel kaynaklarının derinliğine…
Bu sayfalarda Doğu’nun kaçınılmaz olarak ve “seçkinlerinin” tercihi sonucu sürekli olarak Batı treninin son vagonlarında yer alıyor olmasını haklı olarak ve acımadan, kimsenin göz yaşına bakmadan eleştiriyor. Doğu ülkelerindeki “siyasî ve askerî seçkinlerin şaşaalı yaşamla, devleti soyup soğana çevirmeyi marifet” edindiklerini belirtiyor. Ve bundan başka “derdi”, bundan başka amacı olmayan seçkin takımlarının günümüzün devletlerarası ilişkilerinin gerektirdiği donanımdan ister istemez yoksun kalacaklarının da altını çiziyor. Çünkü Doğulu seçkinlerin birincil hedefi görkemli bir yaşam sürdürmek, kendilerinin ve yakınlarının ceplerini doldurmaktır. Ülke içindeki, bölgesel düzeydeki ve daha geniş acılı çok bilinmeyenli denklemleri çözmek değildir. Eleştirilerden sadece seçkinler, yöneticiler değil halklar da paylarını alıyor. Az daha ağızlarının payını alıyorlar diye yazacaktım. Ama içme ve yemek adabı ve benzeri konularda Doğu halklarının ağız tadının da övgüsü yapılmıyor değil: “Rakı sofraları anlık olmamalı, saatlerce sürmelidir. Bu nedenle, keyiflerin kaçmaması, muhabbetin berbat olmaması için ölçülü içilmelidir. Kendini tutmasını bilmeyen, içkide ve mezede sınırı aşarsa hem kendini ve hem de arkadaşlarını hırpalar. Vezirken rezil olunur.” Yazarın kimi en yaşamsal yiyeceklerimizin türlerini, yararlarını, nasılını niçinini anlattığı da oluyor. Soğan konusunda yazdıkları bunun en hoş örneğidir. Soğanın marifetlerini öğrenmek için mutlaka okunmalı ve akılda tutulmalı. Evet bu satırlar soğan deyip geçme dedirten türden: “Tüm acılarımız soğan acısı kadar hafif olsun; soframızdan bolluk, mutfağımızdan soğan eksik olmasın!”
Üzülmez diller arasında ilişkiler kuruyor, bir şeyin değişik dillerdeki isimlendirilmelerini, kimi zaman nedenleriyle birlikte, anlatıyor. Başka dillerle ilişki içinde olan, başka dillerden ödünç sözcükler alan ve ne gariptir ki o sözcüğün kökeninin saklanmasını da görev edinen “hakim dillerin” varolduğu dünyamızda böyle bir uğraşı başlıbaşına övgülmeyi hakediyor. Tek dil yerine çok dil, tek kültür yerine çok kültür diyenlerin merakla ve zevkle okuyacağı satırlar ve sayfalar.
Yazar yeni yüzyılın, yeni zamanların, yeni çağın bir anlamda bilim ve teknoloji yüzyılı olacağını ve bunun birçok alanda değişime-derlenme-toparlanmaya yol açacağını şu cümlelerle duyuruyor: “Yeni bir çağın kapısı aralandı; farklı bir çağa girmek üzereyiz. Bilgi devriminin gerçek devrimci etkisi yeni yeni hissedilmeye başlanıyor. Bilgi paradan daha hızlı hareket ediyor; akıllara durgunluk veren teknolojik gelişmeler yaşıyoruz. Teknolojideki gelişmeler; kendimizi, değerlerimizi ve kurumlarımızı yeniden incelemeye ve değişime zorluyor.
Bu, fiziğin sunduğu model ve metafordan biyolojinin sunduğu model ve metaforlara geçişle başladı, ama biyoloji fiziğin önüne geçti. Bundan sonra çekirdek, hormon, gen, genetik, DNA, virüs, bakteri, mantar, biyolojik silah/saldırı ve benzeri biyolojik terimleri sık sık duyacağız/kullanacağız.
Biyoteknolojik ilerleme ve biyolojik-elektronik çalışmaların devasa boyutlara ulaşması sonucu biyolojik ya da elektronik bilgi akışı sistemleri birbirlerini desteklediğinden, bilgisayarlar yaşamın gizleri üzerindeki örtüyü kaldırmaya, biyoloji ise yeni bilgi kaynaklarını ve sistemlerini geliştirmeye başladı.”
Müslüm Üzülmez, bitkiler, hayvanlar ve insanlar üzerindeki biyoteknolojik çalışmalara, genler üzerindeki “oynamalara”, hayvanların ve yakın gelecekte insanların “kopyalanmasına” ve bunların doğuracağı tehlikelere de değiniyor: Bilim adamları “insanın tüylerini diken diken edebilecek olasılıklardan söz etmektedirler. Ve ürpertici olasılıkları peş peşe sıralamaktadırlar:
+Besin sorununu hafifletmek için saman ve ot yemek üzere inek gibi işkembesi olan insanlar yetiştirelim mi?
+İşçiyi yaptığı işin gereklerine uyması için biyolojik bir şekilde değiştirelim mi?
+Daha çabuk tepki gösterebilmeleri için pilotların ya da bizim için fazla tekdüze gelen işleri yapmaları için montaj hattında çalışan işçilerin sinirsel yapılarını değiştirelim mi?
+’Aşağılık‘ insanları ortadan kaldırıp ‘üstün ırk‘ yetiştirmeye kalkalım mı? (…)
+Uğrumuzda savaşsın diye askerler üretelim mi?
+’Yararsız’ çocukları önceden elimine etmek ya da sipariş üzerine istenen özelliklerde bebek üretilmesi için genetik tahminlerinden yararlanalım mı?
+’Sperm bankaları‘nın yanında, kendimiz için yedek organ, yani yedek böbrek, karaciğer, kalp vs. saklanan ‘tasarruf bankaları‘ açalım mı diye sormaktadırlar.” Bu açılardan bakınca Üzülmez’in çalışması günün gereklerine yanıt veren bir yapıt olarak önem kazanıyor. Bugün herkesi ilgilendiren veya ilgilendirmesi mümkün ve hatta gerekli olan binbir konu hakkında son derece yararlı bilgileri bir demet çiçek sunar gibi sunuyor çünkü. Ancak “Gelecek Toplum” hakkında ileri sürülenlerin ille adım adım o biçimde yürüyemeyeceği, hani tıkır tıkır işleyen bir İsviçre saati gibi işleyemebileceğini de anımsatmaktan kaçınmıyor. İyi de ediyor. Çünkü öylesine bir gidişin garantisi yok. Ve olası kimi tehlikelerin kimi yoldan çıkışların şimdiden farkında olmak da yararlı elbette.
Yazarın düzenli ve sürekli bir biçimde Batı ile Doğu, değişik medeniyetler ve benzeri bölünmeleri birer “blok” biçiminde sunması dikkat çekebilir, eleştirilebilir de. Çünkü hakim devletler, hakim sınıflar her zaman ve her yerde birer “blok” biçiminde hareket etmiyorlar. Edemiyorlar. Edemezler de. Batı, Doğu, “Müslüman Dünyası” ve benzeri isimler verdiğimiz “bütün” içinde birbiriyle çelişkili, çatışmalı birçok devlet ve birçok çıkar odağı bulunuyor. Birbirinden farklı topluluklar, dili, kültürü, dini birbirinden farkı halklar bulunuyor. Doğu’ya veya “Müslüman Dünyası”na bu açıdan bakılınca her zaman birbirinin aynısı devletlerden oluşmadığını görebiliyoruz. Aynı şeyi hakim sınıflar için söylemek de olası. Dolayısıyla jeo-stratejik analizlerimizde herhangi bir blok içindeki çelişkileri, çatışmaları, değişik çıkarları ve farklılıkları da devreye sokmak yararlı olabilir. Ancak bu çalışmadaki birçok konu için blok yönteminin yararı da ortada. Çünkü böylece kimi kez karşılaştırmaları kolaylaştırıcı genellemeler yapmak, benzer ortak noktaları vurgulamak olanağı da bulunuyor. Bu da konuların anlaşılması için yabana atılmayacak bir kolaylık yaratıyor. Örneğin Müslüm Üzülmez şunu yazdığı zaman: «Batı, rekabet ve kontrole; Doğu, geleneksel olarak işbirliği ve güvene dayanır. (…) Batı’da bireyler, Doğu’da cemaat (çoğu yerde sürü) vardır. Bu nedenle, Doğu’daki toplumlarda örf, gelenek ve alışkanlıklar egemendir: ‘Yasaların üstünlüğü‘, ‘Evrensel insan hakları, ‘Suçun ve günahın ferdiliği ilkesi‘ gibi evrensel kavramlar Doğuluya yabancıdır. Ve evrensel kavramlara yabancı olanlar insanî değerlere de yabancıdır.”
Müslüm Üzülmez solcudur. Bunu saklamıyor. Ancak yirminci yüzyılın sonundaki, yirmibirinci yüzyılın başındaki ve bugünkü Türkiye’de sol takımın yaptıklarının tümünü onaylamadığı gibi, solun iktidarı alma konusunda önerdiklerini de kayıtsız şartsız “tutmuyor” ve bu bağlamda bu konularda neredeyse umutsuz bir aşamada olduğunu da sezdirmekten çekinmiyor. Bu belki biraz abartılı görülebilir. Veya sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer dedirtebilir. Ama dedirtmesin. Çünkü yazar bu alanlarda ileri sürdüklerini örnekleriyle değişik yerlerde bizzat veriyor. Çünkü o birçok şeyi, birçok siyasi, birçok toplumsal-siyasi olayı içinden ve içinde yaşamıştır. Birçok insanı, siyasi partiyi ve yöneticilerini uzun zaman dilimleri içinde yakından ve uzaktan gözlemlemek olanağı bulmuştur. Evet Müslüm Üzülmez 1960’ların sonundan bu yana ülke siyasetini yakından izleyen, belli zaman dilimleri içinde siyasette aktif olarak görev de alan iyi bir gözlemcidir. Bu açıdan bakınca yazdıklarını, bizimle paylaştıklarını okuyucularıyla dertleşmesi gibi de algılayabiliriz. O veya bu, her bakımdan okunmasında yarar olan sayfalardır bunlar. Dahası yazar gelecekten tümüyle ümidini de kesmiş değil. Nitekim bunu şu satırlarında okumamız, görmemiz ve saptamamız mümkün:
“Bir mücadelede yenmek de var yenilmek de. Bilinmeli ki; yenilenler teslim olmadıkça, yenilmiş sayılmazlar. Burada yenilmek ile teslim olmayı birbirine karıştırma yanlışlığına düşmemeliyiz. Yenilmek ayrı şeydir, teslim olmak ise ayrı bir şey.”
M. Şehmus Güzel
Paris, 1–7 Eylül 2010
İÇİNDEKİLER
Sunu
Önsöz
Birinci Kısım: Politika
1. İnsan Neden Acı Çeker?
2. Kartallar ve Günahkârların “Günah Çıkarma”sı
3. ABD’yi İyi Anlamak
4. Medeniyetler Çatışması Mı, İmparatorluk Hâkimiyeti Mi?
5. ABD ve Genişletilmiş Ortadoğu Projesi (1)
6. ABD ve Genişletilmiş Ortadoğu Projesi (2)
7. ABD ve Genişletilmiş Ortadoğu Projesi (3)
8. Dört Açıklama Bir Soru
9. Sıra Emevi Halifeliği’nin Başkentinde Mi?
10. “Kendi Halkını Yiyenlerin Toprağı”
11. Avrupa Birliği ve İnsan Hakları Sorunu
12. Dünyanın Haritası Yeniden Mi Çiziliyor?
13. “Kürt Sorunu” ve “Ortak Zenginlik Alanı”
14. Doğu-Batı Farkı ve Yasaların Güçsüzlüğü
15. Savaş ve Savaş Hileleri
16. Savaş ve Savaş Sanatı Üzerine
17. Kürt Coğrafyasında Tarihî Eserlerin Tahribi ve Nedenleri
18. Kürdistan ve Sınırları
19. “Kürt Sorununda Yeni Dönem”
20. “Adını Arayan Coğrafya”nın Düşündürdükleri
21. “Dünya Anadil Günü” ve Dillerin Korunması
22. İyi ve Kötü, Işık ve Karanlık, Yaşam ve Ölüm
23. Dünya Nereye Gidiyor?
İkinci Kısım: Bilim
1. Bilgi ve Tanımsız Kavramlarla Düşünme
2. Korkuların Gözü Kör Olsun!
3. Müslüman Ülkelerden Neden Düşünür Çıkmıyor?
4. Performans Değerlendirmesi Üzerine
5. “Sonsuzluk Teknolojileri”
6. “Arkeolojinin Politikası ve Politik Bir Araç Olarak Arkeoloji”
7. Açık Toplum Mu, Kapalı Toplum Mu?
8. Bilim, Paradigma, Değişim ve Örgütler
9. “Ne Olacak Bu Memleketin Hali?”
10. Paradigmaların İflası, “Yeni Düzen” ve Yöneticilerin Görevi
11. “Gelecek Toplum” ve Bazı Özellikleri
12. Yapay Hayatın Eli Kulağında…
13. Biyoekonomik Gelişmeler ve Değerlerimizin Zor Sınavı
Üçüncü Kısım: Kültür
1. Kadınlara Karşı Yanlış Tutumumuzun Kökeni
2. Mine G. Kırıkkanat’a Zorunlu Bir Yanıt
3. Cennet Cennet Dedikleri
4. Valentine ve Hazreti Süleyman’ın Aşkı
5. İçkinin Kökeni, İçmenin Âdâbı
6. “Amerikan Soğanı” ve Soğanın Marifetleri
7. Okuduğumuz Kitapların Çevirileri Ne Kadar Doğru?
8. Şarap ve Edebiyat
9. “Sevgililer Günü” ve Aşka Dair
10. Kadınlar Günü’nün Hikâyesi ve 1978 Diyarbakır Kutlaması
11. Gökyüzüne Akan Bir Yıldız: Kenan Mendekli
12. İnsanoğlunun İlk Kâbesi: Göbekli Tepe
13. “Konuşan Fotoğraflar”
14. “Renklerden Kızılı Seçmek”
15. Tarih, TKP ve Fahri Petek
16. Aşık İhsanî: “Ağalı Dünya”ya Başkaldıran Ozan
17. “5 No’lu Cezaevi: 1980-1984” Belgesel Filmine Dair