Müslüm Üzülmez, Eko Yayınları, İstanbul, 1999, 189 sayfa.
Çizen:
Ender Özkahraman,
Lütfü Çakın.
ÖNSÖZ
Gülme: Umulmadık, istenmeyen, beklenmeyen bir tutum veya davranışa gösterilen zihinsel bir tepkidir.
Gülmeyi ve güldürmeyi başardığımızda güzelleşir, kendimizi genç ve dinç hisseder, mutlu oluruz. Ayrıca, gülmenin biyolojik yararları da vardır. Gülmenin, kas hareketleri ve özellikle beyinde salgılanan endorfin maddesi nedeniyle rahatlatıcı özelliği vardır, gerilen sinirlerin gevşemesine yardımcı olur. Acı acı gülmenin yararı var mı? Bilmiyorum. Bildiğim; hayvanlar gülmez, gülme insana özgüdür.
Bu nedenle derim ki; acı olsa da gülmekten vazgeçmeyelim.
***
Karpuz bitkisinin; toprağı saran dallanmış kolları, sıralı perçem perçem yaprakları, yaprakların koltuğunda tek tek açan sarı çiçekleri, içi kırmızı, beyaz ya da sarı renkli, dışı yeşil ya da sarı-yeşil karışımlı, tatlı ve sulu yuvarlak meyveleri vardır. Meyvelerinin etinin rengi, biçimi ve kabuk kalınlığı kadar ağırlığı da çeşitlerine ve yetiştikleri yerlere göre değişiklik gösterir. Genellikle bir ile on kilo arasında ağırlıkları değişse de, bazen, Diyarbakır karpuzu gibi olanlar daha ağır olabilir. Dicle kenarındaki karpuz bostanlarına, özel olarak boranhanelerde(1) biriktirilen güvercin gübresinin verilmesi nedeniyle, Diyarbakır karpuzunun eşsiz bir büyüklük ve tadı vardır.
Karpuz, vitamince zengin, taze olarak yenilen şifalı bir meyvedir. Karpuzun en iyi yararı, vücudu zehirlerden temizlemesi ve böbrekleri çalıştırarak, içerdiği flavonoid maddesi sayesinde kanın temizlenmesine yardımcı olmasıdır.
Karpuzla ilgili bu anlatımların nedeni Diyarbakır’ın sadece karpuzu ile ünlü oluşundan değil; aynı zamanda karpuzun, yenildiğinde ağzı tatlandırması ve insanın içinde bir ferahlık yaratması gibi bir özelliğinin olmasıdır.
Gülme ve karpuzun bu özeliklerinden dolayı, mizah yanı ağır basacak olan kitabıma da “Gülme ve Karpuzun ironisi: BEN BÖLMEDEN GELDİM KOMUTANIM” isminin yakışacağını düşündüm. Kitap; okunduktan sonra ağızları ne kadar sulandıracak, ne kadar tatlandıracak ve ne kadar insanların içini ferahlatacak? Bilemiyorum! Bildiğim; “ağaç kökün üzerinde şekillenir; gövde olur, dal, tomurcuk, çiçek olur, meyve olur. Kitap köktür; dünü bugüne, bugünü yarına” bağlar.
***
Bu kitabı derlememdeki amaç: Amerikan, Rus, Yahudi, İskoç gibi ya da Laz, Bektaşi, Kayseri fıkraları gibi insanın sadece gülme ihtiyacını karşılamak değil; ‘ kimliksiz ‘ ve bakışları bıçak gibi insan yüreğini çizen insanların da, mizah ve fıkralarını ve de gerçek yaşamda ağır yoğunlukta yaşanmış trajikomik olayların yer aldığı kara mizahını kaleme alarak; tam teşekkülü beyin yıkama servislerinin ‘hizmette sınır gözetmeden’ aralıksız çalıştığı bir dönemde, kendi nefesini kendi yaratan, güldükçe dudaklarında çiçekler açan insanların bu konuda yapacakları çalışmalara küçük bir katkı sağlamak, bir belge bırakmaktır. Diyarbakır’a olan vefa borcumu ödemek, yaşamın kirinden arınma isteğidir bu benim ki… Çünkü bir insan için erdemlerin en yücesi, borcunu ödemek olduğuna inanıyorum. Bu borç tarihe, ülkesine, halkına, dostlarına, anasına, babasına, sevgilisine ve çocuklarına karşı ayrı ayrı olabilir. Ben, hepsine karşı sorumluyum. Bu nedenle, yüküm ağır. Borcumu ödemek ve ağır bu yükün altından kalkmak için olanaklarımın elverdiği ölçüde, karınca kararınca bu kitapla aldıklarımın karşılığını vermeye çalışarak borcumu ödeyeceğime inanıyorum.
Çalışma, belki istenilen ölçüde tam bir fıkra, mizah kitabı olmadı… Ama ne yapalım? Ağızlarına acı-issot(2) sürülmüş insanların mizahı da, fıkrası da bu kadar olur. Korku, acı ve utancın diz boyu olduğu bir yerde, isyankârların dudakları kilitli, ruhları paramparça olur, gülme unutulur. Mizah, kara mizah olur.
Yazdıklarım, duygularımın ürkütücü öfkesinde, sustalı bıçağımın şavkıdır. Yazdıklarım, atışı hiç durmayan yüreğimin tutku dolu umududur. Gökyüzünde yıldızlar tükense de yüreğimi geniş tutuyorum. Aslanlar kafeste olsa da; güzelliği bayrak edinmiş iyi insanlar çapraz ateş altında olsalar da; yağdanlık kalemşor ve medyabazlar kanlı kalem ve mikrofonları ile kussalar da kinlerini… bizler, yine de yolumuza devam etmeliyiz. Aşka ve yaşama teğet geçmeden… Dr. Samuel Johnson’nun dediği gibi “Bir alçağın son kalesidir vatanseverlik.”(3) Ne diyelim?
***
İsterdim ki kitabım, Diyarbakır karpuzu gibi ağızları tatlandırsın. Olmadı! Kışlarımız bahara, ” nicel birikimler” bir gün “nitel “e evrilirse, o zaman bizlerin de Diyarbakır karpuzu gibi ağızları dolduran, ağızları tatlandıran, insanın içini ferahlatan, insanları ağız dolusu güldüren mizahı yazacağımıza inanıyorum.
Kokladığımız gülü dostlarımıza verelim. Yaşama, iyimser ve gülümser bakalım.
İnsanların insafsızca suçlandığı, vicdanların sustuğu, yüreklerin nasır bağladığı, insanlar arası ilişkilerin insancıl olmaktan uzaklaştığı, bazı ellerin umut tomurcuklarını hoyratça yolduğu, zifiri karanlığı yüreğimize zimmetlemek ve utancı kara bir leke gibi anlımızda taşımamızın istendiği kolay ölümler ülkesinde en zor günlerde, en zor anlarda bile onurlarını koruyan, yüreklerinde sevgi ve gözlerinde güzel aşkların pırıltısı eksik olmayanlara selam olsun!
***
Yazdıklarımın hatası, vebali boynuma.
Kitabın yazımında, basımında katkıda bulunanlara en içten duygularımla teşekkürlerimi sunarım. Özellikle değerli dostum Samet Güçlü’ye ve karikatürist Ender Özkahraman’la.(4) Lütfü Çakın’a…
Saygılarımla…
Müslüm Üzülmez
Dipnotlar:
(1) Boranhane: Dicle kenarında kerpiçlerle özel olarak yapılan güvercin evleri, güvercin kümesleri.
(2) İssot: Biber.
(3) “Patriotism, the last refugeof a scoundrel.”
(4) Bu kitaptaki Ender Özkahraman’a ait olan karikatürler, İletişim Yayınlarınca yayınlanan “Orası Öyküleri, Ender Özkahraman” kitabından alınmıştır.
Kitaptan sizin için seçmiş olduğum birkaç hikâye…
BEN BÖLMEDEN GELDİM KOMUTANIM
‘Bölme’ kolay
Sanki ‘çıkarma’da
Hele, ‘çarpma’ çok kolay
Tek zorluk ‘toplama’da.
Yıl 1979. Yer Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanlığı.
Bir kısım Güneydoğu illerinde sıkıyönetim var. Tabii Diyarbakır’da da…
12 Eylül’ün eli kulağında, ha geldi ha gelecek… Bölgenin değişik il, ilçe ve köylerinden ilerici, devrimci, sosyalist, yurtseverler ve bunlara yardım ve yataklık edenler toplanarak gözaltına alınmış.
Kolordu Komutanı, Ramazan Bayramı nedeniyle arife günü teftişe gelecek. Gözaltı binası ve çevresindeki askerlerde bir telaş, bir koşuşturma… Her tarafta mıntıka temizliği var. Yemekler güzel ve bol kepçe. Gözaltında bulunan herkesten saç, sakal tıraşı olmaları ve temiz giysiler giymeleri istenir.
Komutan geldiğinde, sağa sola şöyle bir baktıktan sonra, bina önünde tek sıra olmuş ‘hazır ol’da bekletilen gözaltına alınmış 60-70 kişiyi de teftişe başlar. Sıradakileri tek tek gözden geçirir, inceler. Kimin neden, nereden geldiğini sorar. Orta yaşın üstünde, giysileri eski, duruşuyla mahsun, çaresiz ve yıkılmış zavallı bir köylünün önüne geldiğinde köylüye:
“Sen neden geldin?” diye sorar.
Köylü:
“Komutanım! Ben, bölmeden geldim,” der.
Bu yanıt üzerine komutan esprili bir şekilde:
“Sadece bölme mi var, bunun çarpması yok mu?” deyince,
Köylü boynunu bükerek ve korkmuş bir şekilde:
“Tövbe komutanım! Allah çarpsın çarpma yok. Tek bölme var,” der.
Komutan güler ve gittikten sonra o arife akşamı köylü serbest bırakılır.
Askerlerin dediğine göre, komutan özel olarak köylünün dosyasını incelemiş ve dosyada ‘bir şey’ olmadığını görünce, serbest bırakılması için bizzat talimat vermiş.
MELE KASTRO
Diyarbakır’da, 1970’li yılların başlarında, bilge insan Niyazi Usta’nın terzi dükkânında bir grup yurtsever aydın toplanmış demli çaylarını içerlerken, bir yandan da Türkiye’de ve dünyada yaşanan olaylar ve gelişmeler hakkında konuşmaktadırlar…
İstanbul’da yüksekokul okuyan gençlerden biri, ateşli ateşli ulusal kurtuluş savaşları, ulusların kendi kaderini tayin hakkı, devrim, sosyalizm vs. diye nutuk atmaya başlayınca,
Niyazi Usta, dayanamayarak, tatlı tatlı:
“Genç arkadaşım, sen güzel konuşuyorsun, hoş konuşuyorsun ama boş konuşuyorsun. Kürt’sün… Ama daha Kürt halkını tanımamışsın ya da okumak için gittin İstanbul’a Kürtlerin nasıl olduklarını unuttun. Bir halkın devrim yapması, kendi kaderini tayin etmesi, sosyalizmi kurması için o halkın ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal yönden gelişmesi lazım. Oysa Kürtler için bunların hiçbiri söz konusu değil!” diyerek uyarmaya çalışır.
Genç, bu uyarılar karşısında:
“Peki Xalo!”(1) der. “Küba bu işi nasıl becerdi?”
Niyazi Usta sevecen bir şekilde, yeniden:
“Bırak Küba’yı mübayı… Şimdi, Küba’dan Fidel Kastro Diyarbakır’a gelse ne olur, biliyor musun? Kürtler hemen ‘Mele Kastro’ gelmiş… Hadi gidelim, Kastro hazretlerinin elini, eteğini, sakalını öpelim, şefaat dileyelim derler yeğenim… Aklınızı başınıza alın! Acele etmeyin, biraz sabırlı olun…”
(1) Xalo: Dayı.
İLLEGAL
Köyde, polisler ve özel tim, arama-tarama yapmaktadırlar. Tüm köylüler bir odaya sokulmuş, kimlik kontrolü ve aranan şahısların tespitine çalışılmaktadır.
O esnada siyasi polis şeflerinden biri, kaşları çatık bir biçimde köylülerin toplandığı odaya girer. Köylüleri sert bakışıyla bir bir süzer. Şef, arama yapan polislere göz kırpar ve işaret parmağıyla köylülerden birini göstererek:
“Şuna dikkat edin! O illegal!” deyip çıkıp gider.
Ve gözaltına alınanların da kimlik tespit işlemi biter. Polisler, köylülerden odayı boşaltmaları ve dışarıda tek sıra olmalarını ister. Odada bulunan tüm köylüler dışarı çıkar, tek sıra olurlar. Yalnız polis şefinin işaret parmağıyla gösterdiği ‘illegal’ köylü boynu bükük, elleri önde, sesiz sedasız olduğu yerde beklemektedir.
Bir köylünün dışarı çıkmadığını fark eden polislerden biri:
“Hey! Sen, ne bekliyorsun? Dışarı çıksana be adam!” deyince,
Köylü, boynunu daha da bükerek:
“Böyük polis beğ dedi ki… ‘İlla kal’! Bende kalıyorum begim,” der.
RESMİ GÖRÜŞ
Diyarbakır’a uçakla giden, giyimi kuşamı düzgün biri, havaalanından şehir merkezine gitmek için bir taksiye biner.
Yolculuk esnasında taksi şoförüne:
“Diyarbakır’da yoğun işkence olduğu söyleniyor, doğru mu?” diye sorar.
Taksi şoförü:
“Yok beyim! Yok öyle bi şey,” der.
Bir süre sonra yolcu yeniden:
“Ama kamuoyunda Diyarbakır Cezaevi’nde tutuklulara sistematik işkence yapıldığı söyleniyor. Bazen basında da yazılıp çiziliyor. Peki, bunlara ne diyorsunuz?” diye sorunca,
Taksi şoförü tekrar:
“Yok beyim! Yok!” der.
Yolcu bir daha:
“Şimdi siz Diyarbakır’da işkencenin hiç olmadığını mı söylüyorsunuz?” diye ısrarla sorar.
Bu sorular karşısında bunalan taksi şoförü, biraz sıkılarak, biraz korkarak ve biraz da kızarak:
“Beyim yok dedik ya! Kaç defa söyleyeceğiz. Yok! Yok! Yok!” diye yanıt verir.
Bunun üzerine yolcu sakin bir ses tonuyla:
“Yanlış anlama… Ben bir avukatım… Cezaevinde tutuklu bir müvekkilim var… Onun için bu hoş olmayan soruları size sordum. Gerçekten işkencenin olup olmadığını öğrenmek istemiştim!” diyerek durumunu açıklar.
Bu defa taksi şoförü:
“Beyim bunu ta baştan söylesenize? Diyarbakır’da işkencenin hem de dik alası var. Siz ne diyorsunuz?”
Yolcu şaşkınlıkla:
“Ama… Siz az önce işkencenin olmadığını söylüyordunuz!” deyince,
Taksi şoförü, bıyık altından gülerek, muzipçe:
“Beyim, kusurumuza bakma…” der, “o bizim resmi görüşümüzdür!”
KOMUTANIM, BREJNEV ÖLDÜ!
Yıl 1982. Yer Diyarbakır Cezaevi.
Cezaevinde koğuşlara gazete, dergi, kitap girmesi yasak. TV ve radyo hak getire. Cezaevi dışında, yurtta ve dünyada neler oluyor, kimse bilmiyor. Ancak, koğuşa dışarıdan yeni bir tutuklu geldiğinde, yeni gelenin anlattığı haber ve bilgiler sayesinde bir şeyler öğrenilmektedir.
Cezaevi tamamen dünyadan soyutlanmıştır.
Koğuşta her zaman olduğu gibi ‘eğitim düzeni’ne geçilmiş, ‘hazır ol’da tutuklular var güçleriyle habire marş söylemektedirler. Birden koğuş kapısı üzerinde bulunan mazgal açılır.
Koğuş Sorumlusu ‘Diiikkkaaat!!!’ çeker.
Tüm koğuş, “12. koğuş görüş ve emirlerinize hazırdır komutanım” tekmilini verir.
Koğuş gardiyanı; “TKP Davası”ndan yargılanan bir tutuklunun ismini okuyarak, çıkmasını emreder.
Tutuklu, “Emredersiniz komutanım,” diye emir tekrarı yaparak, açılan koğuş kapısından çıkar. Cop yiye yiye, uygun adımlarla, sağa sola bakmadan, marş söyleyerek bir sürü koridoru geçtikten sonra, merdiven altı gibi bir yere getirildiğinde; odada subayların, askerlerin ve masa başında bir kısım sivil kişilerin oturduğunu; duvar dibinde ise nizami “çök”müş biri bayan biri erkek iki arkadaşının da kendisinden önce getirilmiş olduğunu görür.
“Beni acaba neden getirdiler? Mutlaka yeni bir şeyler var. Yine bir sürü dayak yiyeceğiz. Acaba ne olacak?” diye korku ve endişe içindeyken, sert bir “çök” komutuyla yüzü duvara dönük, duvar dibine nizami çöker.
Masa başındaki sivillerden biri, tutuklunun ismini sorduktan sonra tutukluya, Doğu Anadolu Bölgesi’nde TKP örgütünün bölge faaliyetlerini yürüttüğü iddia edilen, yalnız örgüt ismi bilinen kişiyi tanıyıp tanımadığı, tanıyorsa kimin nesi olduğunu söylemesini, yoksa kendisi için çok kötü olacağını, yeniden “sorgu”ya götürüleceğini belirtir.
Tutuklu;
“Ben böyle bir kişi tanımıyorum komutanım!” deyince,
Aynı sivil kişi kızgın bir şekilde:
“Yalancıyı Brejnev s..sin mi?” der.
Orada bulunan başka sivil biri:
“Komutanım haberin yok mu? Brejnev öldü!” diye açıklamada bulunur.
Sorguyu yapan sivil:
“O zaman yerine geçen s..sin.” düzeltmesini yapar.
Sonra tutukluya birkaç soru daha sorulur. Netice alınmayınca ya da bir şey bilmediğine kani olduklarından, tutuklunun koğuşa götürülmesi emredilir. Ne hikmetse, ne odada ve ne de koğuşa götürülürken dövülmez.
Tutuklu koğuşa vardığında, arkadaşları etrafına toplanarak:
“Geçmiş olsun! Ne oldu? Nereye götürdüler?” diye peş peşe sormaya başlarlar.
Tutuklu bir müddet arkadaşlarının yüzüne baktıktan sonra:
“Brejnev ölmüş!” der.
Koğuştakiler sanki “bu da nereden çıktı, şimdi şaka yapmanın sırası mı?” dercesine birbirlerinin yüzüne bakarlar.
Tutuklu biraz nefes alınca, gülerek ‘başsağlığı için çağırmışlar’ deyip, sonra kısaca olup biteni arkadaşlarına anlatır.
NAN HEYE, PİVAZ HEYE…
Zaza’nın biri ölür. Cenaze henüz defnedilmediğinden, evde bir odada bekletilmektedir.
Cenazenin bulunduğu odada bir çuval soğan ve bolca tandır ekmeği bulunmaktadır.
Ölen kişinin bir arkadaşı odaya girer. Bir ölüye bir de odada bulunan çuval dolusu soğanla, tandır ekmeklerine bakar ve şaşmış bir şekilde kendi kendine mırıldanır:
“Nan heye, pivaz heye, ev Haso çıma mır?”(1)
(1) “Ekmek var, soğan var, Hasan sen niye öldün?”
AKIL, BİR POTANSİYEL, DÜŞÜNCE BİR BECERİDİR
Dünyanın her yerinde, “sarı, kırmızı, yeşil” renkler bir trafik standardıdır.
Uluslararası trafik kurallarına aykırı olsa da, “Milli Birlik” ve “Beraberliğimiz” için, “sarı, kırmızı, yeşil” olan trafik sinyalizasyon lambalarının bu renkleri, Diyarbakır’da “sarı, kırmızı, mavi” şeklinde değiştirilir.
Neymiş efendim? “Sarı, kırmızı, yeşil” renkleri, Kürt halkının ulusal renklerini yansıtıyormuş…
Neyse, trafikte “sarı, kırmızı, mavi” renklerinin yanıp söndüğü o günlerde, Diyarbakır’a Ergani’den iki genç gezmeye gitmiş.
Gençlerden biri, yanıp sönen trafik lambalarındaki değişikliği fark ederek,
Arkadaşına Kürtçe:
“Kuro le bınere lampe guhertının,”(1) diyerek lambaları gösterince,
Arkadaşı da Kürtçe:
“De berde lo duxuzın şîn be, duxazı kesq be emé dise derbasbın,”(2) diyerek gülmüş ve konuşmasına Türkçe devam ederek:
“Gözüm, bunlarda ne akıl ne de beceri var. Oysa “akıl bir potansiyel, düşünce bir beceridir.(3) Ben ne diyeyim?”