14-29 Mayıs 2013 tarihleri arasında Diyarbakır, Ergani ve Çermik’te bulundum. Bu süre zarfında kahvehanelerin çokluğuna bir kez daha yeniden tanık oldum ve zaman zaman bu konuda yapılan şikâyetleri dinledim. İstanbul’a dönünce de bu konuda ufak çaplı bir araştırma yaptım.
Kahvehaneler bana yabancı mekânlar değil aslında. 1960 ve 1970’li yıllarda babam Cuma Üzülmez ve amcam Yahya Üzülmez Ergani’de, dayım Niyazı Değirmenci Çermik’te, dayım Veyis Değirmenci Ankara’da, kirvem Palas Musto Ergani’de kahvehane çalıştırırlardı. Değişik dönemlerde kendim de Ergani ve İstanbul’da bazen garson ve bazen de ocakta çay demleyen olarak çalıştım. Çayın demlenmesi, demlenen çayın kırılması, çayların bardaklara doldurulması, çayların servise hazırlaması ve servis edilmesi, bardakların yıkanması, oyun kâğıtlarının ya da taşlarının dağıtılması ve oyun oynanması yabancısı olmadığım şeylerdir. Ama itiraf edeyim ki kardeşim Ali Haydar bu işleri benden daha iyi yapardı.
1970’li yıllarda Ergani Belediye Parkı’nın karşısında bulunan Fethi Amca’nın kahvesini işlettiğimizde, köylüler ve yaşlılar kahvenin karşısında bulunan park duvarının dibinde kürsülerde güneşe karşı otururlardı. Kahvede oturmanın ‘zorunluluğundan’ dolayı çay istediklerinde çayın sıcak olmasını, dolu olmasını ve datlı, yani tatlı olmasını isterlerdi. Onlar için çay taze olmuş olmamış pek önemli değildi! Nedeni, çayın Anadolu insanının yaşamına büyük çoğunlukla 1950’li yılların sonunda girmiş olmasındandı. Köylülerin çoğu ancak 1960’lı yıllarda çayla tanışmıştır. Çayla ilgili damak zevkinin oluşması için doğal olarak belli bir süreç gerekir. 1950’li ve 1960’lı yıllar ekonomik ve sosyal olarak yeni gelişmelerin yaşandığı, kapitalizmin boy atmaya başladığı yıllardır ve o yıllarda birçok insanımız için çay henüz lükstü. Evet, yanlış okumadınız, lükstü. Çay içme alışkanlığı da yoktu. O dönem insanlarımızın çoğu pekmezi, pekmezin sulandırılmışı olan pekmezli şerbeti, hoşafı, çeşitli meyve suları ve ayranı içecek olarak bilirdi. Doğal olarak kahvelerin sayısı da bir elin parmak sayısını geçmeyecek kadardı. Kapitalist gelişme ve sosyal ilerlemeye paralel -işsizlikle beraber- kahvelerin sayısı arttı. Doğup büyüdüğüm ilçem Ergani’de 1960 ve 1970’li yıllarda tanınan ve benim hatırlaya bildiğim tanınmış kahveciler şunlardı: Fethi Öz, Kahveci Muharrem, Hüto Hüssen, Palas Musto, Zoro Niyazi (Güçlü), Kemal Gülbahar, İhsan Güzel, Niyazı Teyfur, Tozo Zikif (İpek), Hüsni Yıldıztekin, Ali Demirci, Cemekli Abbas (Solmaz), Üçevli Cuma (Üzülmez), Halıs Obus ve kardeşi (Kuzu) Ali, Reşit Yolcu, Mehmet Bayık, Bozo Kemal (Çetinkaya), Sincikli Musa (Arta), Ramazan Demir, Fehmi Utku, Süleyman Çetinkaya…
“Hoş geldiniz kahvemize
Çay mı, kahve mi vereyim size
Paraları bırakın tepsimize
Allah bereket versin kesenize”
Kahvehanelerin tarihi Türkiye’de çok eskidir. Peçevili İbrahim Efendi’ye göre Osmanlı İmparatorluğu’na kahve XVI. yüzyılda, Kanuni Sultan Süleyman zamanında girmiş ve ilk kahvehane İstanbul’da 1554’te açılmıştır. Sonra da diğer kent ve kasabalara yayılmıştır. Tarihçi Peçevili İbrahim Efendi bu süreci özetle şöyle anlatır:
1554’te, Halep’te Hakem namında bir herif ve Şam’da Şems adında bir zarif gelip, avamın ve ayaktakımının kalabalık olarak bulunduğu -Tahtakale’de birer büyük dükkân açıp kahveciliğe başladılar. Keyfe müptela bazı yâranı sefa, özellikle okuryazar sınıfından zarif beyler bu kahvehanelerde toplandı; kimi kitap okur, kimi tavla veya satranç oynar, kimi sanattan, kültürden söz ederdi.
Kahvehaneler zamanla İstanbul’da hızla çoğaldı. İşsiz güçsüz takımı, emekliler vakit geçirmek için kahvehanelere devama başladı. Mahallelerde imamlar, müezzinler, hatta büyükçe rütbe ve makam sahipleri bile kahvehane müşterisi oldular. Kahvehanelerin halkla dolup boşalması, bilhassa gençlerin kahvehanelere girip çıkması mutaassıp din adamlarını kahveler aleyhinde harekete geçirdi. Camilerde, mescitlerde, kahvelere girilmemesi için vaazlar, nasihatler verildi. Nihayet III. Murat zamanında ilk kahve yasağı çıktı, kahvehaneler kapatıldı.
Kahvehane yarenliğinin tadı halkın damağında kalmıştı. Kahvecilik de kârlı işti doğrusu. Gizli koltuk kahveleri açıldı. Vaizler ağız değiştirdiler, “kahve kömür haddine gelmezse içmesi caizdir” demeye başladılar. Sonunda kahve yasağı kaldırıldı. (Reşad Ekrem Koçu, Tarihimizde Garip Vakalar, Doğan Kitap, 5. Baskı, 2003-İstanbul, s.38-44.)
Ve sonunda birçok macera atlattıktan sonra bugünkü duruma gelindi.
Steven Johnson, İyi Fikirler Nereden Çıkar: İnovasyonun Doğal Tarihi adlı kitabında kahvehanelerin Aydınlanma kültürüne etkisini anlatırken; “Akıl çağının kafeinli içeceklerin çoğalmasına eşlik etmesi bir rastlantı değildir. Burada rol oynayan iki ana etmen var. Birincisi, kahvenin keşfinden önce dünyanın büyük bölümü günün çoğunda sarhoş dolaşırdı. Bu durum çoğunlukla bir sağlık sorunundan kaynaklanıyordu. Su içilmeyecek kadar kirli olduğundan, tercih edilecek içecek bira oluyordu” diye yazar. Malcolm Gladwell da New Yorker’deki “Java Adamı” başlıklı makalesinde;“On sekizinci yüzyıla kadar çoğu Batılının neredeyse hiç aralıksız bira içtiğini, hatta güne ‘bira çorbası’ denen bir içecekle başladığını hatırlayalım. Şimdi güne sert bir fincan kahveyle başlıyorlar. Bir bakıma sanayi devrimini, insanların gergin dolaşmayı sarhoş gezmeye tercih ettiği bir dünyanın kaçınılmaz sonucu olarak da izah edebiliriz” açıklamasında bulunur. (Peter H.Diamandis-Steven Kotler, Bolluk Çağı, Koç Sistem, İstanbul-2012, s.175.)
On sekizinci yüzyılda kahvehaneler işin doğası gereği haber ve bilgi paylaşım merkezleri olmaları nedeniyle Aydınlanma açısından çok önemliydi, yaşamın her kesiminden insanları kendisine çekiyordu diyebiliriz. Kent ne kadar karmaşık, çok dilli, çok kültürlü ve farklı olursa, yeni fikir üretimi o kadar zengin olur kuralı işler. Bryant Lillywhite Londra’nın Kahvehaneleri adlı kitabında -bizlerin 1960 ve 1970’li yıllarda kahvehanelerle ilgili yaşadıklarımıza benzer şeyleri çok güzel anlatır-: “Londra kahvehaneleri makul giyimli herkesin, bir peni giriş ücretiyle kilden yapılma uzun piposunu tüttürebileceği, bir fincan kahve yudumlayabileceği, günlük gazeteleri okuyabileceği ya da diğer müşterilerle sohbet edebileceği bir toplanma mekânı sağlıyordu. Gazeteciliğin henüz oturmadığı ve düzensiz işlediği dönemde kahvehane bir haber ve enformasyon, iletişim merkezi işlevi görüyordu… Doğal olarak haber yayılması, fikirlerin yayılmasını getiriyordu, böylece kahvehane bunların tartışıldığı bir forum işlevi de üstlendi.” (Bolluk Çağı, s. 175.)
1970’li yıllarda kahvehaneler bizde de çok hareketli ve renkliydi. Kahvehaneler çoğunluğu itibariyle birer “devrimci mekân”dı. Gençlik dönemimde bulunduğum yerleşim yerlerinden Ankara, İstanbul, Diyarbakır ve Ergani’deki kahvehanelerin büyük bir çoğunluğu bu türdendi. Buralarda çay içme ve çeşitli oyunlar oynamanın ötesinde, arkadaşlarla buluşmalar, görüş alışverişleri, tartışmalar ve siyasi anlamda yapılacak işlerin planlanması yapılırdı. Ayrıca gazeteler okunur, televizyondan haberler izlenirdi. Her politik grubun bir veya birkaç kahvehanesi vardı. Bazı kahvehanelere ise müşterek gidilirdi. Zaten eskiden kahvehanelere kıraathane, yani okuma yeri denilirdi. Kısacası kahvehaneler erkek kısmının çevresiyle tek sosyal ilişkisinin olduğu yerlerdi.
Günümüzde ise kahvehanelere genellikle olumsuz gözle bakılmakta. 2005 yılında yayımlanan Çayönü’nden Ergani’ye Uzun bir yürüyüş kitabımda kendim de kahvehaneleri olumsuzlama babında “ömür tüketilen mekânlar” olarak tanımlamıştım. Burada biraz resmi söylemden etkilenme var gibi. Kahvehanelere haksızlık ediyoruz. Yanlış trene binip yanlış yere gitmemek için olaya daha geniş bir perspektiften bakmakta yarar var. Çünkü kahvehaneler ya da cafeler haber ve düşüncelerin “kuluçka makinesi”dir. Nasıl kahvehane kentin soluk bir yansıması ise kentlerde World Wide Web (www)’in soluk bir yansımasıdır. Bir ya da iki ucuz bilgisayarla bir tarih yazılabilir. Bu nedenle kahvelerin çokluğundan şikâyet etmemeliyiz ve “birer mikrop yuvası” ya da “ömür tüketilen mekânlar” olduğu savlarından vazgeçmeliyiz. Aykırı bir anlayışla olumsuzluğu olumluya dönüştürmeliyiz. Bilimsel ve teknolojik gelişmelerin, yeni fikirlerin, politik söylemlerin, sanat ve edebiyatın yayılmasında ya da yaygınlaşmasında kahvehanelerden yararlanabiliriz. Ama bunun için öncelikle kahvehaneleri mekân olarak iyileştirmeli ve teknolojik cihazlarla donatmalıyız. Bilgisayar, satranç, briç, gazete, dergi, kitap okuma odaları oluşturmalı ve ucuz internet erişimi sağlanmalıdır. Kahvehanelerde bilgisayar ve internet kullanımı Türkiye’nin değişim ve dönüşümüne muazzam bir katkı sağlayabilir. Çünkü tarih boyunca küresel pazarın hiç bu kadar çok sayıda tüketiciyi kucakladığı ve bu kadar çok sayıda üreticiye günümüzde erişim sağladığı olmadı. Unutmayalım teknolojiye de “kuluçka makinesi” deniliyor. Eğer bizler haber ve düşüncelerin merkezini teknoloji ile birleştirebilirsek bu “kuluçka makineleri”nden harikalar yaratabiliriz.
Sonuç itibariyle kahvehanelerin bilgisayarlarla donatılması ve kahvehanelerde internet kullanımının yaygınlaştırılması ve benzeri imkânlar, mekânsal iyileştirmeler insanlarımızın dünyadaki gelişmeleri günü gününe takibini getirecek ve olaylara yabancı kalmamalarını sağlayacaktır, önlerine yeni ufuklar açılacaktır: İnsanlarımız bizatihi yaşamın içinde olacaklardır.
Olaya bir de böyle bakmak gerekir diye düşünüyorum.
Ne dersiniz?
30 Temmuz 2013 tarihinde ve sonrasında:
http://www.gelawej.net de,
http://www.erganihaber.net de,
http://www.gonulsitesi.net de,
http://www.milatgazetesi.com/kahvehanelere-resmi-olmayan-bir-bakisla-bakmak/45806/#.UiYu3z_64pc de yayımlandı.