Gezmeyi sever, hele Diyarbakır ve Ergani’ye gitmeye bayılırım. Bu yıl ilki Mayıs ayında, ikincisi de Eylül ve Ekim ayları arasında olmak üzere Diyarbakır ve Ergani’ye iki gezim oldu. Bu gezilerimde genellikle akrabalarımı, arkadaşlarımı ziyaret ettim, onlarla buluşup sohbetler ettim, hatırlarını sorup dertleştim. Bol bol güzel yemekler yedim.
Son gezimde bazı işlerim nedeniyle çoğunlukla Ergani’de kaldım. Sadece bir gün günü birliğine amcam kızını ve ailesini görmek için eşim Sevgi’yle Maden’e gittim. İstanbul’a dönüşüme 4 gün kala Diyarbakır’a geçtim. Diyarbakır’da ancak sınırlı sayıda dostlarımı ziyaret edebildim. Zamanımın çoğunu kardeşim Şahin, eşi İkbal ve güzel yeğenim Aleynasu ile geçirdim. Şahin, Cumartesi ve Pazar tatilinden yararlanarak arabasıyla ailece hepimizi gezdirip yeni ve eski Diyarbakır’ı görmemizi sağladı. Sonra Melikahmet’te arabayı otoparka çekip yürüyerek tarihi mekânları gezmeye başladık. İkbal ve Sevgi “Diyarbakırevi” denilen kafeye, ben ve Şahin Dört Ayaklı Minare’nin yanındaki restore edilen kiliseleri görmeye gittik. Şahin daha önce gezip görmüş, o esnada sırf bana eşlik etmek için yanımda bulundu. Önce Mar Petyum Keldani Kilisesi’ni, sonra da Diyarbakır Surp Giragos Ermeni Kilisesi’ni gezdik. Bazı fotoğraflar çektim. Ermeni Kilisesi’nin giriş kapısının karşısında tezgâh üzerinde kitapların satıldığını görünce Şahin; “Birer tane kitap alsak hiçte fena olmaz” deyip kitaplara yöneldi. Kitapları birlikte incelemeye başladık. Kendisine Hamasdeğ’in kaleme aldığı Güvercinim Harput’ta Kaldı öykü kitabını, kendime de Hagop Mıntzuri’nin kaleme aldığı Kapandı Kirve Kapıları öykü kitabını aldık. Ve kiliseden ayrıldık. Diyarbakırevi’ne gittik.
Diyarbakırevi çok güzel bir mekân. Eski tarihi bir Diyarbakır evi restore edilerek oluşturulmuş. Kafenin ötesinde bir yer diyebilirim. Açık ve kapalı mekânları var. Sohbet için Diyarbakır’a çok yakışan bir yer olmuş. Oturduk. Biraz bir şeyler yedik ve içtik. Sonra güzel bir tesadüf oldu arkeolog Şeref Yumruk masamıza geldi, daha sonra da öğretmen Özcan Çınar. Bol bol tarih, sanat ve kültürden konuştuk.
***
8 Ekim akşamı İstanbul’a dönmek için eşimle Diyarbakır Havaalanı’na gittik. Bagaj işlemleri başlayınca bizlerde sıraya girdik. Önümüzde 35 yaşlarında buğday tenli, kısa saçlı, güngörmüş bir hali olan erkek bir yolcu var. Bizim bagaj biraz fazla gibi. Önümüzdeki yolcunun ise elinde sadece ufak bir el çantası var. Eşim durumu fırsat bilip, “bizim eşyamız biraz fazla. Sizin eşyanız ise yok. Bu eşyaların 3 kişinin, yani sizin ve bizim olduğunu söylememizde bir mahsuru var mı?” diye sordu. Yolcu vatandaş da “benim açımdan bir mahsuru yok” dedi. Bu cevabı alınca eşyalarımızı 3 kişi adına verdik ve bir sorun yaşamadık. Saati gelince uçağa bindik. Koltuklarımız uçağın en arka sıralarından ayrılmıştı. Koridor kısmına eşim, ortaya ben, cam kenarına da gelecek olan yolcu oturacak şekilde numaralarımızı bulup koltuklarımıza oturduk. Eşyalarımızı, çantalarımızı baş üstündeki dolaplara yerleştirdik. Çantamdan Kapandı Kirve Kapıları öykü kitabını çıkartıp okurum diye önümdeki file gözüne yerleştirdim. Çok sürmedi yanımda cam kenarında oturacak olan yolcuda geldi. Gelen yolcu bagaj işlemlerinde bize yardımcı olan vatandaştı. Kendisine yol verdik, koltuğuna oturdu. Selamlaştık. Ben ve eşim bagaj işlemlerinde yardımcı olduğu için bir kez daha kendisine teşekkür ettik. O da kibarca önemli olmadığını bildirdi. Uçak havalandı, ben önümdeki koltuğun file gözünde bulunan uçak firmasının dergisini alıp karıştırmaya başladım. Bir müddet sonra yanımdaki yolcu kendi önündeki fileyi karıştırmaya başladı. Bir şeyler bulamadı, bu defa benim önümdeki fileyi karıştırmaya başladı ve Kapandı Kirve Kapıları kitabını çıkarıp aldı. Bunun üzerine; “Elinizdeki kitap uçak firmasına ait değil, benimdir ama istiyorsan yolculuk esnasında okuyabilirsin” deyiverdim. Okumayı “içerde” öğrendiğini, iyi okuyabildiğini ama yazmada zorlandığını, yazarken bazı harfleri eksik yazdığını söyledi. Neden “içeri” düştüğünü sorduğumda birçok kez “içeri” girip çıktığını ve hepsinin de “yaralamadan” olduğunu söyledi. Kendimi tutamayıp adın ne senin, nerelisin, niye hep insanları “yaralıyorsun”, İstanbul’da mı kalıyorsun diye peş peşe ahret sorularını usulünce sormaya başladım. O da sağ olsun hiç itiraz etmeden cevapladı. Adının F.G. olduğunu, Hazro’lu olduğunu, 1990’lı yıllarda önce Diyarbakır’a, sonra da İstanbul Zeytinburnu’na yerleştiklerini söyledi. Ben tekrar neden “içeri” girdiğini, neden hep insanları “yaraladığını” sordum. Kızmadan, bağırmadan, erkeklik gösterisinde bulunmadan, doğal bir söyleyişle; “Babaya saygısızlık ettiler, babaya saygısızlık olmaz! Bu nedenle “içeri” girdim çıktım, girdim çıktım. Ama “içerde” çok kitap okurdum. Dışarı çıkınca okuyamıyorum.” diye yanıtladı. Bu babanın biyolojik baba mı, başka bir tür baba mı olduğunu sormayı gereksiz buldum. Ne iş yaptığını sordum. “Ne bileyim ne iş yaptığımı, ben biliyor muyum? Şarap içip geziyorum” deyip sustu. Sustum. Yeniden Kapandı Kirve Kapıları’nı karıştırmaya ve okumaya başladı.
Uçak firmasına ait dergi sayfalarıyla yetinmeyip gözlerimi de kapattım. Koltuğumda yol arkadaşımın anlattıklarını anlamaya; Ermeni köy edebiyatı geleneğinin Anadolu’daki temsilcileri Palulu Melkon Gürciyan, Muşlu Keğam Der Garabedyan, Harputlu Hovhannes Harutyunyan, Siverekli Rupen Zartaryan’dan sonraki halkalardan biri olan Mıntzuri’nin Kapandı Kirve Kapıları’nda, Erzincan ve yöresini, köyü Armıdan’ı, Ermenileri, Türkleri, Rumları, Lazları, Kızılbaşları nasıl anlattığını hatırlamaya çalıştım.
Bu durum ne kadar sürdü bilemiyorum. Birden merakla, ama çok önemli bir şey yakalamış gibi; “Abi, bu bizi anlati!” dediğini duydum. Gözlerimi açtım; “Kim sizi anlatıyor, siz kimsiniz?” diye sordum. Pürüzsüz bir ses tonuyla; “Kitap bizleri, Ermenileri anlatıyor. Bizler Hazro’dan gelmişiz. Bizimkiler de Ermeniymiş. 8 sene önce öğrendik Ermeni olduğumuzu biz. Kimseler bize anlatmadı bunu. Kendimiz araştırdık soyumuzu sopumuzu ve öyle öğrendik. Demek konuşmamak için yemin ettirilmiş veya etmişler. Ermeniyiz, ama şimdi Elhamdullah Müslümanız” deyip yüzünü elindeki kitaba çevirdi. Sesi hüzünlüydü. Ben, Ermenilik, Türklük, Kürtlük ayrı bir şey, Müslümanlık, Hıristiyanlık, Yahudilik ise başka bir şeydir. Bana göre bunlar çok da önemli değil, asıl önemli olan insan olabilmektir, dedim. “Doğru söylüyorsun” dedi. Ben de ardından beğenmesi nedeniyle kendisine bu yolculuğumuzun bir hatırası olarak kitabı imzalayıp hediye edebileceğimi söyledim. “Çok güzel yazmış. İçerde ya da Diyarbakır’da olsaydım okurdum. Ama İstanbul’da çok zor”, deyip yeniden kitabı okumaya başladı. Ve uçuş süresince kitabı kendi kitabıymış gibi elinden hiç bırakmadan ilgiyle okudu. İstanbul’a vardığımızda: “İnsanları hiç yaralama, az şarap iç, çok kitap oku” temennisiyle kitabı imzalayıp kendisine hediye ettim: Bahtı ve yolu açık olsun!.. (25 Ekim 2013)
28 Ekim 2013 tarihinde ve sonrasında:
http://www.gelawej.net de,
http://www.insanokur.org da,
http://www.gonulsitesi.net de,
http://www.erganisoz.com da,
http://www.erganihaber.net de yayımlandı.