Yeni Bir Sürece Girdik: Ben Umutluyum

okuma süresi: 5 dk.

ZORLU YOL: İmralı Görüşmeleri(*) kitabında yer alan röportaj:

Sorularım bu kez 12 Eylül mağduru Araştırmacı Yazar Müslüm Üzülmez’e…

Türkiye’de neden toplumsal barış sağlanamadı?

Cumhuriyetin tarihi, faili meçhul cinayet, baskı ve inkâr politikalarının tarihidir.Cumhuriyet daha kuruluş aşamasındayken organize bir şekilde Türkiye Komünist Partisi –TKP yöneticileri Mustafa Suphi ve arkadaşları 28-29 Ocak 1920 tarihinde Karadeniz’in karanlık sularına gömüldü. Mustafa Suphi’nin eşi Meryem’de (Maria) “bedensel zevk” için “hediye” verilmek üzere alıkonuldu sonra da öldürüldü. Bu cinayetler faili meçhul cinayetlerin ilki olarak kayıtlardaki yerini aldı.

Sonra 1925’te “Şeyh Said Ayaklanması” ve 1938’de “Dersim İsyanı” sonrasında İstiklal Mahkemeleri kuruldu. Şeyh Said ve Seyid Rıza idam edildi. Bu “isyan”lar bahane edilerek yüzlerce Kürt öldürüldü, tutuklandı, yargılandı, sürgüne gönderildi ya da yerinden yurdundan edildi: Kan ve gözyaşı sel olup aktı.

İstiklal Mahkemelerinde sadece Kürtler yargılanmadı. Komünistinden liberaline kadar tüm muhalifler yargılandı, cezalandırıldı. Farklı düşünenlerin üzerine bir karabasan gibi çöktü. Ülke soluk alamaz duruma geldi. Kürtler, Aleviler, Sünni Müslümanlar ve diğer etnik kimlik ve inançlar yok sayıldı, inkâr politikası egemen ideolojinin temel ilkesi olarak kabul edildi. 14 Haziran 1926 tarihinde, İzmir’de Atatürk’e karşı yapılması planlanan sözde suikast girişimi sonucunda aralarında eski bakanlar, milletvekilleri ve valiler de bulunan birçok insan İstiklal Mahkemesi’nde yargılandı. Yaklaşık 15 kişi hakkında idam kararı verildi, onlarca insana da çeşitli cezalar verildi. Kâzım Karabekir, Ali Fuat Paşa, Cafer Tayyar Paşa, Bekir Sami Bey, Rüştü Paşa, Refet Paşa ile eski maliye bakanı Mehmet Cavit Bey gibi önemli tarihsel şahsiyetlere gözdağı verildi ve sonrasında saha dışına bırakıldı.

12 Ağustos 1930’da Fethi Okyar, Atatürk’ten izin alarak Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı kurdu. Programında cumhuriyetçi, milliyetçi ve lâiklik ilkesine bağlı olduğunu, yabancı sermayenin ülkeye girişinin özendirilmesi gerektiğini yazmasına rağmen parti baskılara dayanamayarak 17 Kasım 1930’da Dâhiliye Vekâleti’ne başvurarak kendisini feshettiğini açıkladı. Bunların ardından tek parti, tek (milli) şef dönemi başladı.

23 Mart 1960’da Kürt İslam âlimi, Risale-i Nur Külliyatı’nın yazarı, Nur Cemaati’nin kurucusu ve “zamanın güzelliği” anlamına gelen Bedî ûz-Zamân lâkabı ile tanınan Said Nursî Şanlıurfa’da vefat etti. Urfa’daki Halil-ur Rahman Dergâhı’na defnedildi. Ama daha sonra 12 Temmuz 1960’da 27 Mayıs Darbesi hükümetinin emriyle mezarı yıktırıldı ve kemikleri bilinmeyen bir yere nakledildi. Halen daha naaşının yeri açıklanmış değil!

27 Mayıs 1960’da Türkiye Cumhuriyeti tarihinde gerçekleşmiş ilk askerî darbeyle Türkiye Büyük Millet Meclisi kapatıldı. Darbeyi planlayan ve icra eden subaylar Millî Birlik Komitesi’ni kurarak ülke yönetimini üstlendi. Cumhurbaşkanı Celâl Bayar, Başbakan Adnan Menderes ve dönemin ileri gelen yöneticileri Yassıada da kurulan özel mahkemede yargılandı. Adnan Menderes ve iki bakan idam edildi, Cumhurbaşkanı Celâl Bayar ağır ceza aldı.

12 Mart 1970’te askerler bir darbe daha yaptı. Sıkıyönetim ilan edildi. Binlerce insan yargılandı. Deniz Gezmiş ve arkadaşları idam edildi.

12 Eylül 1980 günü “nitekim” tekrar “ordu yönetime el koydu”: Parlamento, partiler, sendikalar, sivil toplum kuruluşları kapatıldı. Türkiye tümden cezaevine döndü. Anayasa değiştirildi. İnsanlar lal, sağır ve görmez oldu. Daha sonra 28 Nisan 2008 tarihli İngiliz The Times gazetesi tüm dünyaya Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi’nin “Dünyanın en kötü 10 cezaevi” içinde yer aldığını bildirdi.

1984 tarihinde PKK “Eruh baskını”nı gerçekleştirdi. Yeni bir “Kürt isyanı” başladı. 30 yıldır bu “isyan” adına ve isyan’ı bastırma adına kan aktı, gözyaşı aktı, köyler boşaltıldı. Köyler, tarlalar, ormanlar, mağaralar, dağlar yakıldı. Toplumun ekonomik, politik, sosyal ve psikolojik yaşamı altüst oldu. Devletin, resmi ve sivil tüm kurumlarının yapı ve işlevi olumsuz bir şekilde değişime uğradı.

28 Şubat 1997’de “post-modern darbe” olarak adlandırılan bir darbe daha yaşandı. İrticaya karşı olduğu söylenen ordu ve bürokrasi merkezli yapılanma Milli Güvenlik Kurulu kararlarıyla siyasi, idari, hukuki ve toplumsal alana yeniden format atmaya kalktı. Dini hassasiyeti olanlar ile farklı dinlere veya etnik kökene sahip binlerce yurttaşlarımız izlendi, fişlendi, karalandı, yargılandı, işinden veya okulundan uzaklaştırılarak mağdur edildi.

Sorunun cevabına gelince: Bunca hukuksuzluğun, mağdur edilmişliğin, haksızlığın yaşandığı ve tek bir düşüncenin egemen olduğu bir yerde toplumsal barış olur mu? Olmaz!

İmralı’da Abdullah Öcalan’la görüşmeler yapılıyor. Bu konuda ne düşünüyorsun? Umutlu musun?

Yukarıda tarih sıralamasına göre verdiğim örnekleri daha da çoğaltabiliriz.

Bu örneklerden de görüldüğü gibi geçmişimiz hiç iyi değil. Tokat üstüne tokat, darbe üstüne darbe yemişiz. Bunca acı yaşanmışlıklardan sonra artık gerekli dersleri çıkarmamızın zamanı çoktan geldi.

Bu nedenle İmralı’da Abdullah Öcalan’la yapılan görüşmeleri çok önemsiyorum. Bence bu görüşmelerle yeni bir sürece girdik. Süreç ziyadesiyle çok önemli. İnkâr politikalarının sonlandırılması, toplumsal barışın temellerinin atılmasının başlangıç süreci olabilir bu süreç. Onurlu bir yaşam ve eşit yurttaşlık temelinde hukuken herkesin eşit olacağı bir dönemin müjdecisi olabilir bu süreç.

Daha fazla kan ve gözyaşının akmaması için, ekonomik kaynakların silah ve savaşa değil sağlık, eğitim alanlarında harcanması ve refah toplumunun oluşturulması için, toplumsal psikolojimizin düzelmesi ve iyileşmesi için her kesimden insanların bu sürece destek vermesi gerekir.

Sürecin olumlu sonuçlanması hepimizin çıkarınadır. Bu görüşmelerin sonunda eğer toplumsal barışın önü açılırsa bundan herkes kazançlı çıkacaktır. Komünistlerin, Kürtlerin, Alevilerin, Sünnilerin, Arapların, Ermenilerin, Rumların, kısacası bu ülkede yaşayan herkesin hak ve hukukunu gözeten bir döneme girilecektir. Dalgalar durulup yaşam normale dönecek, kurumlar kendi asli görevine başlayacaktır. Yurttaşların kurumlara, yasalara ve kendi yurttaşlarına güveni artacaktır. Demokratik değerler yaşamın tüm alanlarına nüfus edecektir. Bu nedenlerle toplumun ezici çoğunluğu sürece destek vermektedir. Toplumumuzun farklı kesimlerinden büyük bir çoğunluğun bu sürece destek vermesi bir avantaj olmasının yanında umutları da artırmaktadır.

Umarım siyasi aktörler bu umudu boşa çıkarmaz.

Ben umutluyum.

(*) Aslan Değirmenci, ZORLU YOL: İmralı Görüşmeleri, Çıra Yayınları, İstanbul-2013, s.131-134.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.