/

Mavi Çarşaflar Altında Saklanan Acılar

okuma süresi: 6 dk.

Çarşaf giymenin siyasal, sosyal, kültürel, ekonomik ve doğal koşullar gibi birçok nedenleri vardır.

1960’lı ve 70’li yıllarda, yani çocukluk ve gençlik yıllarımda benim doğup büyüdüğüm Ergani’de ve annemin kasabası Çermik’te köylü kadınlar rengârenk kendi Kürt ulusal giysilerini, kasabalı kadınlar ise çoğunlukla kara çarşaf giyinirdi. Kitapların yazdığına göre kasabalılara çarşaf Hristiyan kadınlardan, Nasturi ve Süryaniler’den kalmıştır; Araplar genelde pek fazla çarşaf kullanmazlar. Kısacası çarşaf giyinme İslam’ın dayatması ile olan bir şey değildir. Siyasal İslam çarşafı sonradan sahiplenmiştir.

Yukarıda belirttiğim gibi, eskiden Ergani ve Çermik kasaba merkezlerinde yaygın olarak kara çarşaf giyilirdi, ama yazın Çermik’te Hamambaşı’na kaplıcaya gelen Malatyalı kadınların beyaz mavi karışımı alaca çarşaf giydiklerini de görürdüm. Mavi çarşafın çok yaygın olarak Siverek’te giyildiğini ise Faho dedemden (Fahri Değirmenci, d.1906-ö.1999) çokça duymuştum.

Hava anam 60’lı yıllarda kara çarşaf giyerdi, 70’li yıllardan sonra manto giymeye ve başörtüsü bağlamaya başladı. Bu değişim, Ankara’ya anne, baba ve kardeşlerini görmeye gidişleri nedeniyle oldu.

Daha öncesini, yani Cumhuriyet kurulduktan sonra kılık kıyafetle ilgili 1934’te yapılan yasal düzenlemeler sonrasında yaşanan gelişmeleri Faho dedeme 70’li yıllarda bir gün sorduğumda, özetle şöyle anlatmıştı:

“Askerden döndükten sonra nenene manto aldım. Kara çarşaf yasaklanmıştı. Çermik’te hiç kara çarşaf giyen kalmadı o zaman. Ama kadınlar evde, bağ ve bahçede her zamanki yaşantılarını eskisi gibi sürdürüyorlardı; sadece uzak bir yere gidecekleri zaman çarşaf yerine manto giyiyorlardı, başlarını başörtüsüyle bağlıyorlardı. Sonra, kara çarşaf serbest oldu, nenene yeniden bir çarşaf aldım. Çünkü mahallede bütün kadınlar çarşaf aldılar. Nenen onlardan farklı giyinemezdi. Bizler Ankara’ya gelip yerleşince artık bazen çarşaf bazen de manto giyiyor.”

Kadınların çarşaf giymelerinde, genel olarak el, yüz ve ayaklar hariç, vücut hatları belli olmaksızın vücudun her tarafının örtülmesi amaçlanır. Bu koşullar yerine geldikten sonra, nasıl ve ne şekil örtmesi gerektiği insanların sosyal, kültürel, ekonomik, siyasal ve içinde bulundukları doğa koşularına bağlıdır. Bu yüzden dünyanın her bir yanında çarşafların kumaş, renk, şekil ve bağlanışları çok farklılık gösterir.

Kasabamızda çarşaflar evlerde kadın terzilerce dikiş makinelerinde dikilirdi; bu dikicilerin sayıları çok azdı ve yerlerini de sadece kadınlar bilirdi. Çarşaflık kumaşlar o zamanlar çoğunlukla kaçakçılar tarafından Suriye’den getirilip satılırdı, sonraları Diyarbakır’da Balıkçılar Pazarı’ndaki manifaturacılardan alınmaya başlandı.

Beni geçmişime götüren ve çarşafla ilgili bu satırları yazmama Mavi Çarşaflı Kadın (*) kitabı sebep oldu. Eski şarkı, türkü ve manilerimizin birçoğunda çarşaftan bahsedildiğini biliyoruz, şimdi bunlara öykü de eklendi diyebilirim.

Mavi Çarşaflı Kadın öykü kitabını Mahmut İldoğan kaleme almış. Kitap ismini Siverek’te kadınların giydiği mavi çarşaftan alıyor. Kitabın sayfa aralarına kadınların mavi çarşaf altında saklanan, hüzünlü, dile getirilmez içe işleyen acıları kanaviçe gibi işlenmiş. Bize, bizi anlatıyor. Öykülerde çoğunlukla Siverek mekân alınarak kurgulanmış. Şiir de unutulmamış. Öykülerde betimleme ve kurgular çok güzel. Kelimeler yerli yerinde, ne bir eksik ne bir fazla. Ama bazı öykülerdeki mesajlar için aynı şeyi söyleyemem.

Örnek; “Gözleri dışında her tarafı mavi çarşafla örtülü kadın, mavi bazalt taşların döşeli olduğu toprak damlı evler arasındaki dar ve dolambaçlı sokaklardan ağır ağır yürüdü,” giriş cümlesiyle başlayan Mavi Çarşaflı Kadın (Çocuk Duasında Bir Kadın) isimli öyküde; öykünün baş kahramanı olan kadın, “12 Eylül askeri darbesinden yaklaşık dört ay sonra soğuk bir kış gününde tanımadığı birisiyle evlendirilmiş. Birkaç ay geçmeden kocası gözaltına alınmış, suçlu olmadığı anlaşıldıktan iki yıl sonra serbest bırakılmış.”(s.8) Kadın, bütün yüreğiyle bir çocuk istemektedir, ama aradan 13 yıl geçmesine rağmen çocuğu olmaz. Buna mahalle baskısı da eklenince psikolojisi bozulur. “Aslında sorun iki kişinin sorunuyken bu yük sadece onun omuzuna yükleniyor” (s.9). Doktorlar çözüm bulamayınca, bir tanıdığın önermesiyle kutsal mekânlardan çare aramaya başlar. Sonra “mucize” gerçekleşir, iki erkek çocuk sahibi olur. Ama bu mutluluk çok uzun sürmez, çocuklar her ikisi de kısa aralıklarla ölür. Kadın perişan olur, sonrasında Urfa Balıklıgöl’de 19 yıl önce hayaletimsi yaşlı adamın söyledikleri kulaklarında yankılanır: “Sabırlı ol, kanaatkâr ol, veren de o alan da o. Allah insanı en çok istediği ve en çok sevdiği ile sınar, veren de o alan da o.” (s.18) …“Evet, acı çekmiş olmak geçmiyordu, ama acı insanı manevi olarak yükseltiyor, başka boyuta taşıyordu.” (s.20)

Kitaba da ismini veren bu öykünün mesajında yeni bir şey var mı, yok; “ümmetin yetimleri”ne bin yıldır anlatılanlar farklı bir üslupla yeniden mesaj olarak verilmeye ve tarihî ezberin kabulü kutsanmaya çalışılıyor. Çorak bir arazide eser veren yazarlarımızı elbette gönülden kutlamalıyız, ama kendi gerçekliğimize dönebilmemiz için de yapıcı dostça eleştirilerimizi esirgememeliyiz.

Bu öykünün temeli aslında sağlam atılmış, ama temel üzerine inşa edilen yapıda bence yanlış malzeme kullanılınca istenen sağlamlıkta yapı oluşmamış. Yazarımız çocuk olmayışı sorununu sadece mavi çarşaflı kadının omuzuna yükleyeceğine, kutsal mekânları dolaştıracağına, sonra da dünyaya gelen güzelim suçsuz çocukları öldüreceğine; 12 Eylül sonrası gözaltına alınan ve iki yıl cezaevinde (Diyarbakır 5 Nolu Askeri Cezaevi diyebiliriz) suçsuz yere tutulan kocanın işkenceler sonucu sakatlanışı nedeniyle çocuklarının olmadığını ve sonrasında yaşananları işleseydi öyküsünde hem Kürt halkına yapılan işkence ve baskıların gerçek amacını deşifre etmiş hem de o dönemdeki Siverek gerçeğine uygunluğu biraz daha iyi yakalamış olurdu diye düşünüyorum.

Toplum olarak bizlerin hak ettiği yerlere gelebilmesi, geleceğe dair güzel renkli hayallerimizin olmasına bağlıdır. Bu hayalleri ise en başta yazarlarımız yaratır. Mahmut İldoğan, Mavi Çarşaflı Kadın kitabında yer alan öykü ve şiirleriyle bu konuda umudun sinyalini veriyor. Bunu ben değil, dağarcığında sessiz sedasız topladıklarını harmanlayıp süzgeçten geçirerek bizlere hayallerimizi süsleyecek güzel eserler bırakacağını yazarımızın kendi kalemindeki saklı cevher söylüyor. İşte kanıtı:

“Bazen Ehmedê Xanî, bazen de Feqîyê Teyran oluruz.
Neticede hepimiz birer Memê Alan’nız.
Binlerce yıl öncesi diyarlardan gelen kervanın,
masal buğusu gibi kokar hikâyemiz.
Bazen mavi gökyüzünde yıldız olur serpilir sevdamız,
Bazen de bir deniz tebessümü olur, kabarır öfkemiz.
İnsanca yaşamak içindir tüm kavgamız.” (s.58)

(*) Mahmut İldoğan, Mavi Çarşaflı Kadın, Favori Yayınları, 2020 İstanbul, 149 sayfa.

7 Ocak 2021 tarihinde ve sonrasında:

https://www.tigrishaber.com/mavi-carsaflar-altinda-saklanan-acilar-4577yy.htm
https://www.ruhanews.com/kose-yazisi/541/mavi-carsaflar-altinda-saklanan-acilar.html
https://www.gaphaberleri.com/kose-yazisi/779/mavi-carsaflar-altinda-saklanan-acilar.html
https://www.3uncugoz.com/mavi-carsaflar-altinda-saklanan-acilar/
https://www.erganihaber.net/kose-yazisi/1389/mavi-carsaflar-altinda-saklanan-acilar.html

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.