Felsefe ve Matematiğin Yoldaşlığı

okuma süresi: 162 dk.

Önsöz

Bilime, edebiyata, sanata değer katan tüm erdemli insanların anısına…

Felsefe ile matematik abi kardeş gibidir. Bu kardeşlikte zaman zaman felsefe, düşünce anlamında matematiğe ağabeylik yapar. Düşüncenin hayat bulmasını da küçük kardeş matematik sağlar. Zaman zamanda çözüm ve önerilerle matematikte felsefeye yol gösterir.

Müslüm ağabeyimle benim ilişkim de felsefe ve matematik ilişkisi gibidir. Bu ilişki kardeşlik ilişkisi yanında arkadaşlık, sırdaşlık, fikirdaşlık ve yoldaşlık ilişkisine dayanır. Abi kardeş olarak hep birimize karşı saygılı, dürüst ve anlayışlı olduk. Sevgimiz hiç eksik olmadı. Hiç kavga ettiğimizi hatırlamıyorum. Karşılıklı yüksek sesle de birimize karşı konuşmadık. Hayatımızda güzel ve kötü günlerimiz oldu. Sevinci de acıyı da paylaşarak yaşamaya çalıştık.

Özel, sosyal, siyasal ve düşünsel yazın alanında birbirimize yardımcı olduk. Karşılıklı düşüncelerimizi aktardık. O bana ağabeylik bende ona kardeşlik yaptım. Tıpkı felsefe ve matematiğin yoldaşlığı gibi.

Meslek olarak ağabeyim kimya mühendisliğini ben matematik öğretmenliğini seçtim. İkimiz de işimizi, mesleğimizi iyi yapmaya çalıştık. İkimiz de sosyal yaşamın hep içinde olduk. Felsefeye, matematiğe, devletin değil, ötekilerin tarihine, edebiyata ve sanata önem verdik. Hep okuduk araştırdık. Aklımızı kısa bir dönem katı ideolojiye kiraya versek de, sağlıklı bir şekilde bundan sıyrılmayı bildik.

Matematik benim hayatım oldu. Onu çok sevdim; değişik bölgelerde, lise ve ortaokulda, dershanelerde matematik öğretmenliği yaptım. Matematik ve felsefe benim düşünce, yazım ve yaşam rehberim oldu.

Müslüm ağabeyimin Felsefe ve Matematiğin Yoldaşlığı araştırma yazısı beni sevindirdi, mutlu etti.

Özgün bir araştırma.

Felsefe ve matematikle ilgilenenler için yararlı olacağına inanıyorum.

Bu araştırmada da görüldüğü gibi felsefe ve matematik iç içedir. Felsefeciler iyi matematikçi, iyi matematikçiler de felsefecidir.

Sevgili ağabeyim bu özel ve güzel çalışmandan ötürü seni kutluyorum. İyi ki varsın. İyi ki benim ağabeyimsin!

Ali Haydar Üzülmez
Matematik Öğretmeni

Giriş

Matematiğim lisede iyi, yüksekokulda çok iyiydi. Matematiği sevmemde lisedeki matematik öğretmenim Hüseyin Evcil’in katkısı olduğunu belirtmeliyim. Hocam, matematik derslerinde bizlere yeri geldiğinde Tales (Thales), Pisagor (Pythagoras), Öklid (Eukleides)’ten bahseder, örneklerle matematiğin kavram, tanım ve kurallarını açıklamaya çalışırdı; hayatta başarılı olmak için matematiği bilmenin gerekliliğini anlatırdı. Hüseyin Evcil(1) hocam sayesinde o dönem Diyarbakır-Ergani Lisesi’nde okuyan bizler büyük bir başarı yakalayarak üniversite sınavlarını kazandık; ben ve çok sayıda arkadaşım çok iyi okullarda öğrenim gördük. Kısacası, lise yıllarımda Tales, Pisagor, Öklid gibi ünlü matematikçilerle tanıştım. Tabii o zamanlar, bunların aynı zamanda birer filozof olduklarını bilmiyordum.

Felsefeyle tanışmam ise yüksekokul yıllarımda oldu. Devrimci düşünceye yönelince her türden bol kitap okumaya başladım. O dönem düzenli ve planlı olmasa da zaman zaman felsefe içerikli kitapları öğrenme amaçlı okuyordum. Georges Politzer’in Felsefenin Temel İlkeleri, Friedrich Engels’in Doğanın Diyalektiği, V. Lenin’in Materyalizm ve Ampiryokritisizm, J. Stalin’in Diyalektik Materyalizm ve Tarihsel Materyalizm, Eflatun’un Devlet adlı kitaplarını okuduğumu hatırlıyorum. Bu okumalarım sonradan hep devam etti…

Yakın bir zamanda, MS 180-240 yılları arasında yaşamış Antik Yunan felsefe tarihçisi Diogenes Loertios’un Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri ile Fransız yazar ve felsefe profesörü Jacqueline Russ’ın Avrupa Düşüncesinin Serüveni/antikçağlardan günümüze batı düşüncesi kitaplarını eşzamanlı okurken çok sayıda filozof ve düşünürün aynı zamanda çok iyi matematikçi olduklarını -geç de olsa- fark ettim.

Ayrıca, Antik Yunan ve Roma döneminde yaşamış filozofların yaşam öykülerini okurken, filozofların pek çoğunun Anadolu kökenli olduğuna tanık oldum. Kitaplarda adı geçen yer isimlerinden: İyonya/İonia veya İlyon denen yer, bugün İzmir, Aydın, Muğla, Denizli, Manisa, Balıkesir, Çanakkale bölgesini, yani İda/Kazdağlarını içerisine alan alanı; Milet, Ege bölgesinde Büyük Menderes nehrinin ağzına yakın deniz kıyısında antik bir liman şehrini; Phokaia, Foça’yı; Pontus/Pontikus, Karadeniz bölgesini; Tuvana, Kapadokya bölgesinde eski bir yerleşim yerini; Samosata, Kommagene Krallığı sınırları içerisinde kalan ve sonra Roma İmparatorluğu hâkimiyeti altına giren bugün Adıyaman’a bağlı ilçelerden Samsat’ı ifade etmektedir. Bu ve benzer yerleşim yerlerinden çıkmış, yani Anadolu kökenli filozoflardan çok bilinenlerden bazılarını şöyle sıralayabilirim: Milet’li Thales (MÖ 624-546), Ephesos’lu/Efesli Herakleitos (MÖ 540-480), Phokaia’lı/Foçalı Parmenides (MÖ 515-460), Klazomenai’lı/Urlalı Anaksagoras (MÖ 500-428), Sinoplu Diyojen/Diogenes (MÖ 412-323), Pontus’lu Herakleides (MÖ 390-310), Assoslu Kleanthes (MÖ 331-232), Tarsuslu Zenon (M.Ö. ?-200), Nicaea’lı/İznikli Hipparkhos (MÖ 190-120), Tuvana’lı Apollonius (MS 15?-98?), Samsatlı Loukianos (MS 125-180), vs…

Yukarda verdiğim örneklerden de görüldüğü gibi, eskiden Anadolu renkli bir düşünceler bahçesiymiş.

Peki, ne oldu da veya neden bu güzelim renkli düşünce bahçesi kuru bir çöle döndü?

Maşallah âlimlerimiz, şeyhlerimiz, tarikat liderlerimiz çok. Tamam, bunlar da olsun, ama neden bunların yanında bir Roger Bacon’ımız, bir Galileo Galilei’miz, bir Nicolas Copernicus’umuz, bir Giordano Bruno’muz, bir Isaac Newton’umuz, bir Pierre Gassendi’miz, bir Baruch Spinoza’mız, bir René Descartes’imiz, bir Blaise Pascal’ımız, bir Bernard Bolzano’muz yok?(2)

G. W. F. Hegel (1770-1831), “âlimlik esas olarak birtakım faydasız şeylerle, başka bir deyişle bilinmekten başka daha öte kendine özgü hiçbir anlamı veya değeri olmayan şeylerle tanışık olma durumudur” der.

Bizler bu tanımı mı benimsemeliyiz?

Bunları bir düşünelim derim!

Bundan sonra kuru çöl yeniden renkli düşünce bahçesine dönüşebilir mi?

Olabilir, ama bunun olması için felsefe ve matematiğin baş tacı edilmesi ve bilim insanlarımızın kadir kıymetinin bilinmesi gerekir. Gelin görün ki, yöneticilerimiz genellikle felsefe ve matematikten pek hoşlanmıyor, insanlarımız ise soğuk bakıyor.

Ben, felsefeye ilgi duyan bir kimya mühendis olarak yetilerim ölçüsünde bu algının çok az dahi olsa değişmesine katkı sunmak için; Avrupalı matematikçi veya matematiği dayanak yapıp düşünce oluşturan ve yaşama paha biçilmez katkılar sunan filozof ve düşünürlerden bazılarını, tarih sıralamasına göre, yaşam öyküleri, düşünce ve felsefelerinden daha ziyade matematikle olan ilişkilerini ön plana çıkartarak tanıtmak/anlatmak istiyorum.

“Felsefe tarihinin bizzat Felsefenin kendisine bir giriş” olduğunu söyleyebilirim.

Aristoteles Metafizik adlı eserinde kendisinden önceki filozofların düşüncelerini ele alıp bir filozof olarak değerlendirir. Çok sonraları Hegel de Felsefe Tarihi adlı eserinde bir filozof olarak aynı yolu izler. Ben bir filozof olmadığıma göre, doğal olarak değerlendirmelerim bir filozofun değerlendirmesi değil; olsa olsa tarih sıralamasına göre “akla dayalı bilgilerin hazinesini kazanmış düşünce kahramanı” matematikçi filozof ve düşünürleri anlatan bir sunum olabilir.

Bazı düşünür ve yorumcular, Antik Yunan filozoflarını Sokrates öncesi/sonrası, bazıları da Platon öncesi/sonrası şeklinde bir ayrıma tabi tutarlar. Bence doğru olan Sokrates öncesi/sonrası şeklinde olandır. Nedeni de, Sokrates öncesi filozofların büyük çoğunluğunun yüzlerinin doğaya yönelik, sonrasındakilerin ise doğaüstü/metafiziğe yönelik oluşudur. Yani Sokrates kırılma noktasıdır. Aristoteles de bunu farklı bir anlatımla onaylamaktadır: “Felsefeyle ilk uğraşanların pek çoğu her şeyin ilkelerinin yalnızca madde biçiminde olduğunu düşündüler” der.

Bu yazımda ben herhangi bir ayrıma girmeden, dediğim gibi, sadece matematikçi olanları esas alacak ve bunları anlatmaya çalışacağım.

Anlatımımı okurken, bu Avrupalı filozof ve düşünürlerin düşüncelerinin önem ve anlamlarını daha iyi kavrayabilmek için, zamanın ruhunu, zaman ve mekân durumunu gözden ırak tutmayalım; insanların yaşadığı toplumsal koşulları, doğup geliştiği insan ortamının toplumsal koşullarına bağlayan ilişkileri aklımızın bir köşesinde hep saklı tutalım.

İkincisi de, bu çalışmanın akademik bir çalışma olmadığı; metin içerisinde çok fazla kaynak göstermenin okuyucunun dikkatini dağıtacağı ve sayfa olarak da çok yer kaplayacağını düşünerek alıntılar yaptığım, bilgi edindiğim, özetlediğim veya yorumladığım eserlere ilişkin yazımın sonunda topluca bir Kaynakça sunmanın daha iyi olacağını düşünerek böylesi bir tercih yaptığımın bilinmesini isterim.

Birinci Bölüm: “Matematik Evreni Yönetir

Edebiyat duygulara seslenmeyi, Felsefe akla dayalı düşünmeyi, Matematik ise çözümü hedefler.

Böyle olunca da, Batı dünyasında felsefe akımlarının fitilini ateşleyenlerin çoğunun matematikçi olması bence tesadüfi değildir.

Çünkü “Matematiğin doğal bilimler üzerinde anlaşılmaz etkisi” vardır.

Matematik Antik Yunanca “matesis”, “ben bilirim” kelimesinden türetilmiştir.

Diogenes Loertios’un yazdığı Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri kitabında Pontuslu Herakleides’in dediğine göre, “felsefe adını ilk kez anan ve kendini filozof olarak adlandıran ilk kişi Pythagoras olmuştur.”

Bu veriden hareketle, Felsefe adını ilk kez anan ve kendisini de Filozof olarak adlandıran ilk kişinin bir matematikçi olması acaba bir tesadüf mü? Bilmiyorum. Tesadüf olsa da güzel bir tesadüf olmuş; felsefe ve matematiğin yoldaşlığına güzel bir başlangıç oluşturmuştur.

Felsefe tarihinde matematik vurgusunu başlatan da yine Pythagoras’tır. Daha sonraları Platon Devlet adlı eserinde aritmetik ve geometriye yer vermiş ve Batı dünyasındaki ilk yükseköğretim kurumu olan Atina Akademisi’ni kurduğunda da kapısına “Matematik Bilmeyen Buraya Giremez” diye yazmıştır.

Neden böyle bir yazı yazmış?

Kanımca, matematik bilmeden ya da matematiksel olanı kavramadan felsefeci olunmayacağını, yani Akademiye girmenin çok zor bir iş olduğunu belirtmeye çalışmış.

Yine Diogenes Loertios’un belirlemesine göre, felsefenin iki başlangıcı olmuştur: İyon Felsefesi ve İtalyan Felsefesi. İyon felsefesi Thales’in öğrencisi Anaksimondros’la, İtalyan felsefesi ise Pythagoras’la başlıyor. Ve ne ilginçtir ki, burada da yine iki matematikçi karşımıza çıkıyor: Thales ve Pythagoras.

Bu kısa girişten sonra, Antik Yunan döneminde yaşamış matematikçi filozofların çok ünlü olanlarından bazılarını artık sıralayabilirim:

1. Tales/Thales

Tales/Thales, MÖ 624-546 yılları arasında Antik Yunan’da yaşamış Miletli bir matematikçi filozoftur.

Antik Yunan felsefe tarihi Thales’le başlatılır.

Thales’te, felsefe bakımından önem taşıyan husus, onun “Neyin var olduğu”, “Neyin gerçek olduğu” ya da “Neyin gerçekten var olduğu” sorusu üzerinde düşünmüş olmasından kaynaklanır.

Thales yedi bilgenin ilkidir, “Kendini tanı” sözünün ona ait olduğu söylenir.

Yıl içinde mevsimleri bulan ve yılı 365 güne bölendir. Ayın son gününe “otuzuncu gün” adını ilk o vermiştir. Bazılarına göre, doğa üzerine konuşan ilk kişi o olmuştur. Kimilerine göre de yıldızlarla ilgilenen ilk kişidir. Denizcilere kuzey yönünü belirlemek için Küçük Ayı’yı izlemelerini tavsiye eden de odur. Yine antik filozoflardan bazıları, “onun Mısırlılardan geometriyi öğrenip çember içine bir dik üçgen çizen ilk kişi olduğunu” söyler. Ama bazıları da bu üçgen olayının Pythagoras’a ait olduğunu söyler.

Thales düzlem geometrisi üzerine de çalışmıştır. Özellikle “Thales teoremi” diye bilinen benzer “Üçgenler teoremi” bugün hemen hemen bilimin bütün dallarında kullanılan çok temel bir kavramdır.

Dört ilke de ona atfedilir:

1. Çap daireyi ikiye böler,
2. Eşkenar üçgenin iç açıları eşittir,
3. Kesişen iki doğrunun ters açıları birbirine eşittir,
4. Üçgenlerden birinin bir kenarıyla iki açısı diğerinin bir kenarıyla iki açısı eşitse bunlar eş üçgenlerdir.

Thales’in Medlerle Lidyalılar savaşırken gerçekleşen Güneş tutulmasının zamanını önceden bildiği de söylenir.

Ama o güneş tutulmasını önceden bilmesi nedeniyle, Ortaçağ’da kilise tarafından yargılanan Bruno ve Galileo gibi dinsel kurumlarca yargılanmaz, aksine “bilgelikle” ödüllendirilir.

J. D. Bernal, Modern Çağ Öncesi Fizik adlı eserinde Thales’in Güneş’in tutulacağını önceden haber verebilmesi için en az 200 yıllık bir süreyi kapsayan gözlem sonuçlarını incelemiş olması gerektiğini; elinde bu denli uzun bir süre içinde tutulmuş kayıtlar olmayacağına göre bunların büyük olasılıkla Babillilerden kalmış olabileceğini belirtir.

Anlatılan bir anekdota göre, “Yıldızlara dalıp bakarken ve gözlem yaparken bir çukura düşmüş ve insanlar da gök cisimlerinin bilgisine sahip ama ayaklarının ucundakini göremeyen biri diye onunla alay etmişler.”

Ve yine anlatıldığına göre; Thales, Mısır’dayken Mısırlılar bir problemle uğraşıyorlarmış: Zamanın aşımına uğrayarak tepesi alçalan piramitlerin o zamanki gerçek yüksekliğinin ne olduğunu ölçmek. Thales buna pratik bir çözüm getirmiş: “Yere bir çubuk dikin” demiş, “ne zaman ki çubuğun gölgesi kendi yüksekliğine eşit olur, o zaman piramidin gölgesini ölçün. O size piramidin yüksekliğini verecektir,” demiş. Mısırlılar bu pratik ve zeki çözüm karşısında çok etkilenmişler.

Aristoteles’e göre, Thales her şeyin ilkesini su olarak tanımlamıştır.

Thales’in hiçbir yazılı eser bırakmadığı söylenir; F. Nietzsche de, “Thales’in hiç yazısı yoktur,” der.

Felsefesine gelince, ilk doğa filozofu olduğu dünyaca kabul edilmektedir.

Yaklaşık doksan yaşında öldüğü söylenir.

Heykelinin üzerinde şu dizeler bulunuyormuş:

“Miletos ve İonia topraklarının gururu,
en bilge gökbilimci, Thales burada yükseliyor.”

Mezar taşında ise şu dizeler varmış:

“Bilgeler bilgesi Thales’in mezarı bu:
kendisi küçük ama şanı göklere çıkıyor.”

2. Pisagor/Pythagoras

Pisagor/Pythagoras, MÖ 570-495 yılları arasında yaşamış İyonyalı bir Antik Yunan filozofudur.

Yedi bilgeden biridir. Platon ve Aristoteles’in felsefelerini etkilediği gibi tüm Batı felsefesini derinden etkilemiştir. Thales’le de tanışmış oldukları söylenir.

Matematiğin doğa ile bağlantılı olduğu görüşünü savunmuştur. Teori insanıdır, evrene ilk defa “kozmos” diyen odur.

Yakın dönem felsefecilerinden R.G. Collingwood (1889-1943) Doğa Tasarımı kitabında, “Yerin küre biçiminde olduğuysa Pythagoras’ın kendisine ait yeni bir keşif gibi görünmektedir” diye yazar.

Pythagoras, “Tellerin hareketinde geometri, kürelerin aralıklarında müzik vardır” der.

Müzikte perdeleri sayılarla tanımlayan, oktavı ve diğer birtakım armonik özellikleri bulan Pythagoras armoninin çok büyük önem taşıdığına inanır ve bundan yola çıkarak armonik sıralama denilen düzeni bulur. Böylece matematik ilk kez fizikle birleşir.

Müthiş bir matematikçidir; “kenarları eşit olmayan üçgenler” ve açı kuramına ilişkin ne varsa, alabildiğine geliştirmiştir. En bilinen önermesi ise “Pisagor teoremi”dir.

Pisagor teoremi” geometride temel önermedir. Bazı anlatımlara göre, Pythagoras bu teoremi keşfetmesi nedeniyle, sevincinden yüz öküz kurban etmiş; zengin insanların ve tüm halkın davet edildiği büyük bir şölen düzenlemiş.

Ama Cicero bu konuda farklı şey söyler, Tanrıların Doğası adlı eserinde Yeni Platoncu C. Cotta’nın ağzından, “ancak ben buna inanmıyorum, çünkü o, Deloslu Apollon’a bile sunağı kana bulanır diye kurban kesmek istemedi” der.

İngiliz bilim insanı J. D. Bernal ise, Modern Çağ Öncesi Fizik kitabında “Pisagor teoremi” olayını farklı bir şekilde anlatır:

“Bu teoremi herkes tanır ama çok az insan bunun gerçekte Pythagoras’ın buluşu olmadığını bilir. Bu teorem Pythagoras’tan çok önce de bilinmekteydi. Babillerin kil tabletlerinde kenarlarının uzunlukları verilmiş olan dikaçılı üçgenlerden oluşan uzun listeler vardır, hatta bu ölçülerde kesirli sayılar bile kullanılmıştır. Yine üçgenlerle ilgili olarak uzun listeler halinde tamsayılardan oluşan uzunluk ölçüleri ve bunun yanısıra kare ve küp köklerini veren tablolar da bu kil tabletlerde yer almaktadır. Babiller matematikte gerçekten de oldukça ileri bir düzeye erişmiş bulunuyorlardı.

Pythagoras teoreminin kendisi gibi kanıtı da Pythagoras’dan çok sonra bulunmuştur. Pythagoras’ın tek yaptığı bu teoremin varlığını açıklamaktı. O zamanlar teoremin ortaya koyduğu gerçeğin tam olarak algılanması olanaksızdı ve bu durum Pythagoras’ın kendisi de dahil olmak üzere herkes tarafından doğanın bir sırrı olarak kabul edilmişti. Evet, gerçekten de bir dikaçılı üçgenin hipotenusunun karesi üçgenin diğer iki kenarının karelerinin toplamına eşitti, ama bunun neden böyle olduğunu kimse bilmiyordu. Görünüşte Babiller ve Mısırlılar da bunu açıklayamamıştı.”

Bernal ama, müzikte perdeleri sayılarla tanımlaması, oktav ve diğer bir takım armonik özellikleri bulması nedeninden dolayı, “Pythagoras matematiği bugün matematiksel fizik adını verdiğimiz bilim dalının doğuşunu temsil etmektedir” diyerek ona hakkını da vermektedir.

İrrasyonel sayıları da Pythagoras ve arkadaşları bulmuştur.

Pythagoras’ın “düşüncesinin temeli düzen fikridir: Müziksel düzen, matematiksel düzen ve en sonunda etnik ve toplumsal düzen.”

Matematikçi Bertrand Russell’a göre Pythagoras gelmiş geçmiş en büyük filozoflardan biridir.

Jacqueline Russ da, “Samoslu Pythagoras, yarı efsanevi bir karakter olan bu Yunanlı filozof ve matematikçi bütün şeyleri oluşturan ilkeleri ve evrenin yasalarını sayılarda” gördüğünü belirtir.

Kısacası, Pythagoras gerçekliğin rakamlar üzerinden nasıl anlaşılabileceğini ortaya koymuştur.

Ona sayıların piridir diyebiliriz. “Matematik evreni yönetir” ve “Her şey sayıdır” deyişleri ona aittir.

Pythagoras’ın bu sözlerini sıradan sözler gibi düşünmeyelim, çünkü günümüzde hayatımızı sayılar kuşatmıştır, sayıları çekip aldığımızda her şey mahvolur, sayılar olmadan artık bir hiçiz! Günlük yaşantımızda kimlik no, sicil no, kapı no, daire no, kredi kartı no, üyelik no, telefon no, kitap sayfa no gibi no’lar/sayılar uzayıp gitmekte. En önemlisi de bilgisayar işlemlerinin temelinin sadece sıfır (0) ve bir (1) gibi iki rakama dayanmış olması ve bilişim teknolojisinin yaşamımızı tümden etkisi altına almış olmasıdır. Pythagoras’ın günümüzden yaklaşık 2 500 yıl önce “Matematik evreni yönetir” ve “Sayı her şeydir” sözlerinin anlamı bu olsa gerek? Ne muazzam bir öngörü!

Pythagoras ve sonradan öğrencilerinin her şeyin temelini sayıların oluşturduğunu ve sayılara dayandığını söylemeleri nedeniyle, Aristoteles Metafizik adlı eserinde “Beyaz, tatlı ve sıcak gibi özellikler nasıl sayı olacaklar?” diye sormak gereğini duymuştur.

Annemarie Schimmel ise, Sayıların Gizemi kitabında bu konuda şunları yazar:

“Pisagorcular evrendeki her şeyi iki kategoriye bölecek kadar ileri gittiler: Tek sayılar sağ tarafa ait olup, sınırlı, eril, kalanlı, doğrulu, ışık saçan ve iyilik dolu, geometrik terimlerle belirtilirse kareyle bağlantılıydı; çift sayılar ise sonsuz gök küresine ait olup, sınırsız (sonsuzca bölünebilir), çok katlı, sol taraf, dişil, hareketli, yalan dolu, karanlık, kötü ve geometrik terimle belirtilirse dikdörtgendir.”

Pythagoras zengin ve çok gezen biridir. Mısır gezisinden sonra doğduğu Sisam adasına döner ve burada çok sayıda öğrenci/yandaş edinir. Sonra yandaşlarıyla Güney İtalya’ya göç edip yerleşir. Burada “çok sıkı yaşama kuralları olan, kısmen dinsel, kısmen felsefi ve bilimsel, kısmen de siyasal bir tarikat kurduğu” anlatılır.

Ve matematikçi Sinan Sertöz’e göre, burada dinsel bir cinayet sonucu Pythagoras ve öğrencileri öldürülür. Olayı şöyle anlatır:

İtalya’da “dostluk üzerine bir tarikat kurdu. […] Nihayet bir gün çok tanrılı dine inanan bir grup, Pisagor tarikatını toplantı sırasında bastı ve onları gökyüzü hakkında fikirler ileri sürmekle suçlayarak hepsini öldürdü. Bu cinayete katılanların hiçbirinin bugüne ismi kalmadı. Fakat Pisagor ve dik üçgenleri tarihin derinliklerinden, 2000 yıl öteden, hâlâ bizimle dost.”

Hegel ise, bazı tarihi kaynaklara dayanarak Pythagoras’ın MÖ 504 yılında “aristokratlara karşı bir halk ayaklanması sırasında” öldüğünü söylemektedir.

Yine Hegel’e göre, Pythagoras’ın oluşturduğu okul/tarikat, “gönüllü bir rahiplik karakterine veya modern zamanların keşiş düzenine sahipti. […] Her bir üye servetini düzene teslim etmiş olmalıydı, ama emekli olunca bunları geri alıyorlardı ve deneme süresi döneminde sessiz kalınması tembihleniyordu. […] Fakat burada Pythagoras’ın, bilim öğretilerini getirmiş Yunanistan’daki ilk eğitici olarak görülebileceğini belirtmek önemlidir; ne ondan daha eski olan Thales ne de çağdaşı Anaksimandros bilimsel açıdan eğitim vermişti, fikirlerini sadece dostlarına söylemekle kalmışlardı. O dönemde genel anlamda hiçbir bilim söz konusu değildi; bir felsefe bilimi, matematik, hukuk ya da başka bir şey yoktu, bu konulara dair salt tek tük önermeler ve olgular bulunuyordu. Silahların kullanılması, teoremler, müzik, Homeros’un veya Hesiodos’un şarkılarını, tripod ilahileri, vb. söylemek veya başka sanatlar öğretiliyordu.”

Pythagorasçı felsefe realist felsefeden zihinsel felsefeye geçişi oluşturur ve sonraki yüzyıllarda hem Batılı hem de İslam coğrafyasındaki felsefi düşünceleri derinden etkilemeye devam etmiştir. Örneğin, onuncu yüzyılda Irak’ın güneyinde bulunan Basra kentindeki ön-İsmaili grubu İhvan-üs-safa, yani Saflık Kardeşliği, sayıbilimlerinde Pythagorasçı görüşleri geniş çaplı olarak kullanırlar. Onlara göre, Pythagoras, Harranlı bir bilgeydi ve Harran Sabiilerine yollanan peygamberin, Enoş, yani özellikle sayı gizemciliği konusunda çok bilgili olduğuna inandıkları Hermes Trismegistos olduğuna inanırlardı.

Bazı filozoflar Pythagoras’ın bir tane dahi yazılı eser bırakmadığını söyler, ama Diogenes Loertios üç eseri olduğunu belirtir: Eğitim, Devlet ve Doğa.

3. Tarentumlu Arkhytas

Tarentumlu Arkhytas, MÖ 440-360 yılları arasında yaşamış bir Antik Yunan matematikçi, filozof ve devlet adamıdır.

Tarentum site/şehir devletinin yöneticilerinden olup Pythagorasçı geleneğin son önemli temsilcilerinden biridir.

Devlet adamı olmasının vermiş olduğu kudretten dolayı, her yerde kovuşturmaya uğrayan Pythagorasçılara önderlik edip onları korumuştur.

Platon’un da arkadaşıdır; onu ölümden kurtardığı da söylenir.

Matematik, fizik, müzik felsefesi, mekanik, siyaset alanlarında çalışmalar yapmıştır.

Ahmet Cevizci, Arkhytas’la ilgili şunları yazmaktadır:

“Arkhytas’ın, matematiğin varolan her şeyi anlamanın, evrenin gizlerini çözmenin anahtarı olduğu tezinin olabilecek en güçlü savunucusu olduğu kabul edilir. Her ne kadar birçok konu üzerinde çalışmış olsa da, matematik onun ana konusu olarak kalmış, ve Arkhytas bütün diğer disiplinleri matematiğe bağlı, matematiğin bir şekilde türevi olan disiplinler olarak görmüştür. Matematiği, bütünüyle teknik birtakım disiplinlerle, yani geometri, sayılar teorisi olarak aritmetik, betimleyici astronomi ve ses ile ahenk anlamında müzikle sınırlamıştır; bütün bu disiplinler, sayı ve büyüklükle ilişkili varlık türlerini ele aldıkları için, ona göre kardeş bilimler olmak durumundaydı.”

Diogenes Laertios da, “matematik ilkelerini kullanarak mekaniği ilk kez sisteme bağlayan odur” der. Bu nedenle, Arkhytas, matematiksel mekaniğin babası olarak da bilinir.

Tahtadan uçabilen bir güvercin yaptığı ve uçurtmayı bulanın da o olduğu söylenir.

4. Eflatun/Platon(3)

Eflatun/Platon, MÖ 427-347 yılları arasında yaşamış bir Antik Yunan filozofu ve bilgesidir.

Üzerinde en çok tartışılan/konuşulan filozoflardan biridir.

Diogenes Loertios’a göre, “Felsefesinde duyumsama öğretisini Herakleitos’tan, akılla kavrama öğretisini Pythagoras’tan, siyasi öğretisini de Sokrates’ten” almıştır.

Friedrich Nietzsche (1844-1900) bu özelliğinden ötürü Platon’a, felsefe tarihinin “ilk büyük melezidir” der.

Tarihin tanığı ilk yükseköğrenim kurumu olan Atina Akademisi’ni Platon kurmuştur. Akademi’nin kapısına da, “Matematik Bilmeyen Buraya Giremez” diye yazmıştır. MÖ 385 yılında kurulan bu Akademi’de matematik, astronomi, doğa bilimleri, retorik, mantık, siyaset ve metafizik konularında eğitim verilmiştir.

Bazı düşünürler, Akademi’nin Atina’da devlete hizmet edecek kişilerin yetiştirilmesi amacıyla kurulduğunu ve okulun öğrencilerinden birkaçının da Atina’nın politik yaşamında önemli yerlere geldiğini belirtirler.

Platon’un ölümünden sonra, kurduğu Akademi öğrencileri tarafından -değişik adlar alsa da- yüz yıllarca varlığını sürdürmüştür. Örneğin, MS 527 yılında Hıristiyan imparator Justinien tarafından ilan edilen bir fermanla Yeni Platoncu Akademi kapatılmıştır. Bir Platon hayranı olan Cosimo de Medicisi de 1434 yılında İtalya şehir devletlerinden Floransa’da iktidarı ele geçirince Floransa Platon Akademisi’ni dokuz yüz yıl sonra yeniden kurmuştur.

Platon’a göre, “İyi olan her şey güzeldir, güzel de hiçbir zaman orantısız olmaz.” O, her şeyde bir oran/denge arar. Örneğin, eserlerinin birinde; “matematikle uğraşan, yahut kendilerini herhangi bir kafa işine bağlayanlar vücutlarını da idmanla işletmelidirler, öte yandan vücuduna dikkatle bakan kimse, musiki ile felsefenin bütün kollarıyla uğraşarak ruhunu da çalıştırmalıdır” der.

Platon’un bilimler sınıflamasında yer alan ilk bilim aritmetiktir. Aritmetik, “Platon’un gözünde teorik değeri, onun insan zihnini duyudan ve duyusal olandan kurtararak, soyut düşünceye geçişi sağlamasından meydana gelir. Aritmetik dakik ve kesin niceliksel yöntemleriyle duyu algısındaki açık çelişkileri ortadan kaldırır. Aritmetiğin önemi, temelde onun olmasından meydana gelmekle birlikte, Platon aynı zamanda aritmetiğin pratik değerine de dikkat çeker. Onun bilimler sınıflandırmasında aritmetiği geometri izler.”

Hegel’e göre, “Sokratesçiler arasında sayılması gereken Platon, Sokrates’in dostları ve öğrencileri arasında en ünlüsüdür ve nihai gerçekliğin bilinçte yattığı yönündeki Sokrates’in büyük ilkesini hakikati içinde kavramış olan da odur, çünkü ona göre mutlak, düşüncededir ve tüm gerçeklik Düşüncedir. […] Platon’un felsefesinin özgün yanı düşünsel ve duyuüstü dünyaya başvurması ve bilinci tin krallığına yükseltmesidir.”

Ve yine Hegel, Felsefe Tarihi adlı eserinde, “Felsefe biliminin bilim olarak gelişimi ve dahası Sokratesçi bakış açısının bilimsel bakış açısına ilerlemesi Platon’la başlamakta ve Aristoteles tarafından tamamlanmaktadır. Tüm diğerleri arasında onlar insan soyunun öğretmeni olarak anılmayı hak ederler” demektedir.

Diogenes Loertios’a göre, “Felsefede antipod, öğe, diyalektik, nitelik, çarpanları eşit olmayan sayı, belli sınırlar içinde kalan düzlem ve tanrının öngörüsü kavramlarını ilk kez kullanan da odur.”

Düşüncelerini açıklamada çoğunlukla tümevarım yöntemini kullanmıştır. Evrenin ruhuna ait matematik üzerine çokça kafa yormuştur.

Platon’a göre, “ruhun ilkesi aritmetiktir, bedenin ilkesi ise geometriktir.”

Platon’un çok sayıda eseri bulunmaktadır ve bunların çoğu da varlığını koruyarak günümüze ulaşmıştır.

Ütopik bir tarzda yazdığı en ünlü yapıtı Devlet adlı eserinde düşlediği ideal devleti anlatmıştır.

Platon’un devlet düşüncesi bugün hâlâ etkisini şu veya bu şekilde sürdürmekte ya da tartışılmaktadır.

Ve Platon hakkında pek çok ilginç söylenti de bulunmaktadır. Örneğin; Arthur Schopenhauer İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya kitabında, MS 2. yüzyılda yaşamış Suriyeli Apamealı Numenius’un, Platon’u “Yunanca konuşan Musa” olarak adlandırdığını ve “Platon’un tanrı ve yaradılış öğretilerini Musa ile alâkalı yazılardan çalmakla” suçladığını yazmaktadır. Yine Schopenhauer aynı kitabında Hıristiyan ilahiyatçı İskenderiyeli Clement’in (MS 150-215) de, “Yahudi olmadıklarından dolayı bütün Yunan filozoflarını papazca azarlayıp onlarla alay ettikten sonra sadece Platon’u geometrisini Mısırlılardan, astronomisini Babillilerden, sihrini Trakyalılardan ve pek çok diğer şeyi Asurlulardan öğrendiği gibi teizmi de Yahudilerden aldığını söyleyerek” Platon’u yücelttiğini belirtir.

Platon’un bir özelliği de, el işçiliğini, çalışmayı, hatta mühendisliği bile küçümsemesidir; özgür bir insanın çalışmaması gerektiğini söyler. Öğrencisi Aristoteles’te aynı düşünceleri paylaşır ama çağdaşı ve kendisi gibi Sokrates’in öğrencisi olan Ksenophon (MÖ 431-355) çalışmaya övgüler düzer. Ksenophon, Avcılık Sanatı kitabında: “İnsanların yararına olan tüm her şeyi sıkı bir şekilde çalışan adamlar keşfederler. Çalışmaya istekli olanlar daha iyilerdir” der.

5. Aristo/Aristoteles

Aristo/Aristoteles, MÖ 384-322 yılları arasında yaşamış Antik Yunan bilgelerinden ve düşünce tarihinin en önemli filozoflarından biridir.

Felsefede gerçekçiliğin “babası” ve mantığın “öncüsü” kabul edilir.

Aristoteles, Platon’un en has öğrencisidir. 17 yaşında Platon’un Akademisi’ne girip burada 20 yıl eğitim görmüştür.

Aristoteles’in hakikat ya da doğrular karşısındaki tavrına örnek olarak şu sözü sıkça hatırlatılır:

Platon’u severim, ancak hakikati daha çok severim.”

Tabii dilin kemiği yoktur; Platon’la ilişkileri hakkında çok şey söylenmektedir. “Platon’un sağlığında ondan ayrıldı; bu yüzden, anlatıyorlar, Platon ‘Aristoteles bize tekmeyi vurdu, tıpkı onları doğuran anayı tekmeleyen taylar gibi’ demiş.” Ama başkaları da Atina adına elçi olarak görevlendirildiğini, görev sonrası döndüğünde Akademi’nin başına Ksenokrates’in geçtiğini anlayınca geri döndüğünü belirtiyor. Bu boş günlerinde “bir aşağı bir yukarı gezinerek felsefe yapmayı yeğlemiş: Buradan ‘Peripatosçu’ (dolaşan) adını almış. Bazıları da, hastalıktan yeni kalkmış, gezinip dolaşan İskender’e eşlik ettiği ve onunla birtakım konular üzerine konuştuğu için böyle anıldığını söyler.”

Burada söz konusu edilen İskender, Makedonya Kralı Büyük İskender’dir.

MÖ 343 yılında Makedonya Kralı Philippos, Büyük İskender daha 13 yaşındayken onun eğitimiyle ilgilenmesi için Aristoteles’i görevlendirmiştir.(4)

Aristoteles, Büyük İskender’in öğretmenliğinden sonra Atina dışında, Assos’ta (Çanakkale ilinde Behramkale) kendi okulu Lykeion Akademisi’ni kurmuştur. Lise adı buradan gelmektedir.

MÖ 323’te, Büyük İskender’in ölümünden sonra, Aristoteles eski bir şiirinden dolayı dinsizlikle yargılanır, Sokrates’in başına gelen kendisinin de başına gelmemesi için Khalkis’e gider ve orada ölür.

Yazılı kaynaklarda Aristoteles’in biyoloji, botanik ve eczacılık (bitkilerden ilaç yapma) biliminin de temelini attığı, İskender’le kimi savaşlara katılarak gittiği yerlerden bitkiler topladığı, kimi öğrencilerini İskender’le birlikte sürekli savaşta tuttuğu, İskender’in fethettiği yerlerden bitkiler getirttiği yazılmaktadır. Bu nedenle Aristoteles “biyolojinin babası” olarak da anılır.

Ayrıca, bazı yazılı kaynaklarda, “Tarihin Babası” unvanıyla anılan ve kabul gören Herodot/Herodotos (MÖ 484-425)’un Habeşlilerin spermlerinin kara olduğunu düşünmesi nedeniyle Aristoteles tarafından güzelce eleştirildiği ve Habeşlilerin spermlerinin kara olmadığını belirtiği yazılmaktadır.

Aristoteles’in bu konularda yaptığı çalışmaları Hegel şu sözlerle açıklar:

“İskender bu büyük işi başarırken (Persleri yenilgiye uğratması ve Doğu’ya egemen olması-M. Üzülmez) bilimi ve sanatı hep aklında tutuyordu -Yunanistan’ın başındaki en büyük birey oydu. Nasıl ki modern çağda gene seferlerinde bilim ve sanatı göz önünde tutan savaşçılarla karşılaşıyorsak, İskender’in de Asya’da hayvanlarla ve bitkilerle ilgili keşfedilmiş her şeyin ya da bunlara dair çizim ve tasvirlerin Aristoteles’e gönderilmesini sağlayan bir düzen kurduğunu görüyoruz. İskender’in payına bu husus, Aristoteles’e, doğa incelemesi için hazineler toplamanın en uygun fırsatını sunuyordu. […] Bu şekilde İskender’in Asya seferinin, Aristoteles’in doğa tarihi bilimini kurmasına” ve elli bölümden oluşan bir doğa tarihinin yazarı olmasına imkân verme gibi bir etkisi olmuştur.

J. D. Bernal ise, Modern Çağ Öncesi Fizik’te bu konunun farklı bir yanını anlatır:

“Aristoteles’in bir bilim adamı olarak yürüttüğü çalışmaların fizikten çok biyoloji alanına girdiği çok sonraları anlaşılmıştır. O zamanlar biyoloji fiziğin tam karşıtı bir bilimdi ve Aristoteles tüm evreni canlı bir varlık olarak ele alıyordu. Cisimlerin neden düştüğü ya da nasıl hareket ettiği gibi bugün tümüyle fizik alanına giren konularda yaptığı araştırmalar hayvanlarla ilgili gözlemlerine dayanıyordu. Eğer hayvanların davranışlarına dikkat ederseniz yaptıkları her şeyin bir amacı olduğunu görürsünüz. Her hareket ya yiyecek bulmaya ya da bir tehlikeden kaçmaya yöneliktir. Aristoteles de fiziksel dünyayı hayvanlarda gözlemlediği davranışlara dayanarak yorumluyordu. Hayvanlar alemine ilişkin olarak yaptığı bazı tanımlamalar kusursuzluğa yakın bir doğruluktadır. Buna karşılık fizik konusuna yeni bir görüş getirmeyen Aristoteles yaşadığı dönemde bir çok bilim adamı tarafından çoktan terkedilmiş bulunan çok daha eski birtakım görüşleri savunuyordu. Matematikle fazla ilgilenmediği gibi Güneş sistemine ilişkin yorumu da fazlasıyla basitti. Aristoteles’e göre dünya toprak, su ve hava katmanları ile çevrelenmişti, ki bunun çok eski bir görüş olduğunu biliyoruz.”

Aristoteles pek çok konuda çok sayıda eser kaleme almıştır: Felsefe Üzerine, Matematik, Tanımlar, Yöntem Kuramları, Yönteme Dair, Doğa Üzerine, Fizik, Metafizik, Mekanik, Devlet, Eğitim Üzerine, Yaygın Eğitim, Erdem Üzerine, Ruh Üzerine, Müzik Üzerine, Aşka Dair, Belleğe Dair… kitaplarından sadece birkaçıdır.

Bu kitaplarda genel olarak şu görüşleri ileri sürüyor, kısaca: “Felsefe, kuramsal (teorik) ve uygulamalı (pratik) olmak üzere iki bölümdür; uygulamalı felsefe ahlak ve politika alanlarını kapsar; politika da kabaca topluma ve aileye ilişkin diye tanımlanır; kuramsal felsefenin bölümleri fizik ve mantıktır; mantık kendi başına bir bilim değil, öteki bilim dallarının temel aracıdır. Aristoteles buna da ikna ve doğruluk olmak üzere açıkça iki amaç saptamıştır. Bunlardan her biri için de iki olanaktan yararlanmıştır: ikna için eytişim (diyalektik) ve hitabet, doğruluk için de çözümleme ve felsefe; Aristoteles buluş, yargı ve kullanım alanlarında hiçbir şeyi eksik bırakmamıştır.”

Aristoteles’in matematikle ilgili düşüncesi süreklilik ve sonsuzluk konusunda yapmış olduğu açıklamalardan oluşur. Onda sonsuzluk kavramı gerçek anlamda değil, gözlenemeyen bir nitelik taşır.

Aristoteles’e göre, tanrı “düşünce üstüne düşünen düşüncedir”.

Bir insan ne zaman felsefe yapmaya başlar sorusunu, Metafizik adlı eserinde, “ilkin yaşamın gereksinimleri sağlandığı zaman insan felsefe yapmaya başlar” diye yanıtlar. Yanı karnı tok, sırtı pek olanlar ancak felsefe yapar.

Günümüzde bile hâlâ Aristoteles felsefi tartışmalarda adından çokça söz edilen bir filozoftur.

Hegel’e göre, “şimdiye dek ortaya çıkmış olan tüm bilimsel dâhilerden en zengin ve derin olanı Aristoteles’tir.”

Ama 17. yüzyılın yeni bilimin öncülerinden yazar Robert Boyle, Dr. Joseph Glanvill, Francis Bacon, şair Abraham Cowley ve daha başkaları bilimdeki gerçek atılımları önlediği gerekçesiyle Aristoteles’in öğreti alanındaki otoritesini öfkeyle reddetmişlerdir.

6. Öklid/Eukleides

Öklid/Eukleides, MÖ 330-275 yılları arasında yaşamış İskenderiyeli Antik Yunan bir matematikçi filozoftur.

Burada İskenderiyeli Eukleides’i felsefe tarihinde önemli bir isim olan Megaralı düşünme tarzının kurucusu Sokratesçi Eukleides (MÖ 435-365) ile karıştırmayalım.

Eukleides, kendinden önce yaşamış Thales, Pythagoras, Platon, Aristoteles gibi matematikçi ve geometricilerin çalışmalarını temel alarak yazdığı Elemanlar eseri 2 bin yıl boyunca önemli bir başvuru kaynağı olarak kullanılmıştır. “Geometrinin kurucusu” veya “geometrinin babası” olarak bilinir.

Eukleides’in araştırmalarını yürüttüğü ve dersler verdiği yer İskenderiye’dir.

Luca Simeoni, “Eukleides ve İskenderiye Âlimleri” yazısında Elemanlar kitabının 13 kitaptan oluştuğunu belirtir.

Bu kitaplar kısaca içerikleriyle birlikte şöyle sıralanır:

I. Kitap, geometrinin temel ilkeleriyle başlar, üçgenler, paralel doğrular ve günümüzde çokgenlerin denkliği olarak bilinen olguyla ilgili temel teoremlerle devam eder ve Pythagoras’ın teoremiyle sona erer.

II. Kitapta sıradan bir çokgenin karelenmesi, yani “geometrik cebir” ele alınır.

III. Kitap, çemberin özelliklerini konu alır.

IV. Kitap, çemberin içine ve dışına çizilmiş şekilleri ele alır.

V. Kitap, düzlem geometrisini konu alır. Kitapta orantı kuramı geometriyle değil, genel büyüklüklerle bağlantılı olarak sunulur.

VI. Kitap, orantı kuramının geometriye uygulanmasını ele alır.

VII, VIII ve IX. kitaplar aritmetiğe ayrılmıştır; tam sayıların özellikleri ve tam sayılar arasındaki ilişkiler vs…

X. Kitapta Matematikçi Theaitetos’un irrasyonel sayılar konusundaki araştırmaları konu edilir.

XI, XII ve XIII. kitaplarda da tüketme yöntemi yoluyla bir bütün halinde katı cisimler geometrisi ele alınır.

Genel olarak Elemanlar eserinde Eukleides beş aksiyom öne sürer:

1. İki noktadan bir ve sadece bir doğru geçebilir.

2. Bir doğru iki noktanın ötesine sınırsız olarak uzatılabilir.

3. Merkezi ve mesafesi belli olunca bir çember çizilebilir.

4. Bütün dik açılar bir birine eşittir.

5. Eğer bir doğru iki doğruyu kesiyorsa ve aynı taraftaki iç açıların toplamı iki dik açıdan küçükse, iki doğru sonsuza kadar uzatıldığında, iç açılarının toplamının iki dik açıdan küçük olduğu tarafta kesişecektir.

Eukleides Elemanlar’ın dışında düzlem geometrisi, aritmetik, sayılar kuramı, irrasyonel sayılar ve katı cisimler geometrisi konularını içeren eserler de kaleme almıştır.

Kendisinden ve birden başka hiçbir tamsayıya bölünmeyen (2, 3, 5, 7, 11, gibi…) sayılara asal sayı denir. Sinan Sertöz’ün belirttiğine göre, Eukleides binlerce yıl önce “asal sayıların sonsuz olacağını, hiçbir zaman bitmeyeceğini gösteren bir ispat vermiş.” Ve bugün okullarda asal sayıların sonsuz olduğunu göstermek için kullandığımız ispat Eukleides’ın yaptığı ispattır. “İkibin yıl önce şarkı söyleyip meşhur olup da hâlâ daha adından bahsettiğimiz herhangi bir şarkıcı yok. […] Ama 2.500 yıl önce ‘sonsuz tane asal sayı vardır, nedeni de şudur’ diyen adam meşhur. […] Matematikçiler arasında bu bir espri konusudur: ‘Meşhur olmak istiyorsanız şarkıcı değil, matematikçi olmanız gerek’ denir.”

Sinan Sertöz’ün dediği gibi, Eukleides günümüzde bile “meşhurdur”. Düşünceleri her alanda yıllarca etkisini şu veya bu şekilde sürdürmeye devam etmiştir. Buna güzel bir örnek verebilirim: Ortaçağ ressamları Eukleides geometrisini temel alıp resim sanatında perspektif kuramını geliştirmişlerdir; hem görme duyusunu incelemek hem de belirli nesnelerin büyüklük ve uzaklığını belirlemek için.

Son bir not:

Eukleides, “İki paralel doğru asla kesişmez” der ve bu aksiyom yıllarca kabul görür. Geçen yüzyılın ortalarında, yani çok yakın bir dönemde Rus matematikçisi ve bilim insanı Nikolai Lobachevsky (1792-1856), “Hiç de değil, mutlaka kesişmeleri gerekir!” diyerek bu aksiyoma itiraz eder.

Ve böylelikle, Eukleides-dışı geometri olarak bilinen yeni bir geometri doğar.(5)

7. Sisamlı Aristarkus

Aristarkus, MÖ 310-230 yılları arasında yaşamış Sisamlı Antik Yunan bir gökbilimci ve matematikçi düşünürdür.

Evrenin merkezine dünyayı değil, güneşi koyan gün-merkezlilik düşüncesinin bilinen ilk savunucularındandır. Pythagoras’dan etkilendiği, Copernicus’un da öncüsü kabul edilir.

Ahmet Cevizci’ye göre, “Dünya’nın kendi etrafında ve Güneş’in çevresinde dönüşü fikrini geliştirmiş ve bu konuda ilk isimlerden biri olmuştur (ve bu yüzden dinsizlikle suçlanmıştır).”

Aristarkus’un görüşleri 1800 yıl boyunca Aristoteles ve Klaudyos Batlamyus’un yer-merkezli teorileri karşısında maalesef Copernicus, Kepler ve Newton’un buluşlarına kadar pek itibar görmemiştir.

Günümüze kadar ulaşabilen Ay ve Güneş’in Büyüklükleri ve Uzaklıkları isimli güneş merkezli evren modeline dayanan eser Aristarkus’a atfedilir. Bu çalışmasında, “o dönemlerde daha hiçbir gök cisminin boyutu bilinmediğinden uzaklık ve yarıçapları, yer yarıçapı cinsinden vermiştir. Ay’ın evrelerini takip etmiş buradaki gözlemlerinden Ay ve Güneş uzaklıkları oranını bulmuştur.” Gökbilimi hakkında burada yaptığı çalışmalar daha sonra Copernicus modeline temel oluşturmuştur. Kitabın orijinali kayıp olmasına rağmen Kum Hesaplamaları kitabında Arşimed Aristarkus’un başka bir çalışmasıyla ilgili şu bilgiyi aktarmaktadır:

“Sen (Kral Gelon) senin de bildiğin gibi ‘evren’ birçok gökbilimcinin dünyanın da merkezi olan alana verdiği isimdir ve yarıçapı dünyanın merkezi ile güneşin merkezi arasındaki doğrunun uzunluğuna eşittir. Bu hesaplama şu ana kadar gökbilimcilerin ortak görüşüdür. Fakat Aristarkus’un hipotezler içeren kitabındaki varsayımların bir sonucu olarak aslında evrenin sanılandan çok daha büyük olduğu iddia ediliyor. Hipoteze göre sabit yıldızlar ve güneş hareket etmezken dünya belirli bir yörüngede güneşin etrafında dönüyor, güneş merkezde yer alıyor ve sabit yıldızlar güneş ile aynı merkezin etrafında duruyor.”

Bugün, Ay’daki kraterlerden birine onun adı verilmiştir: Aristarkus Krateri.

8. Arşimed/Arkhimedes

Arşimed/Arkhimedes, MÖ 287-212 yılları arasında yaşamış Antik Yunanlı matematikçi ve fizikçi bir filozoftur.

Hidrostatiğin ve mekaniğin temelini atmıştır.

Bir hamamda yıkanırken bulduğu iddia edilen suyun kaldırma kuvveti ilgili buluşu en çok bilinen buluşudur. Ayrıca, pek çok matematik tarihçisine göre integral hesabın kaynağı da Arkhimedes’tir.

Tarihçi Mestrius Plutarkhos (MS 46-120)’un anlatımına göre Arkhimedes, Roma kuvvetleri Siraküza şehrini ele geçirdiğinde kum üzerinde matematiksel diyagram tasarlıyordu. Romalı bir asker gelip işgalci General Marcellus ile tanışmasını emreder. Ama Arkhimedes bu teklifi reddeder, problem üzerinde çalışmasını bitirmesi gerektiğini söyler ve ardından da “Çemberlerimi bozma” diye bağırır. Asker buna öfkelenir ve Arkhimedes’i kılıcı ile öldürür. General Marcellus ölümüne çok üzülür, öldüren askeri azarlar ve Arkhimedes’in akrabalarını aratıp buldurarak onlara değerli armağanlar verir.

Arkhimedes’in mezarında, en sevdiği matematiksel ispatın çizimini gösteren bir heykel bulunurmuş. Bu çizim aynı yükseklik ve çaptaki bir küre ve silindirden oluşurmuş. Mezarın yeri bugün bilinmiyor.

Arkhimedes’in mekanik alanında yapmış olduğu buluşlar arasında kaldıraçlar, makaralar, bileşik makaralar, vidalar, hidrolik vidalar, rulmanlar ve yakan aynalar sayılabilir.

İlk defa denge prensiplerini ortaya koyan bilim insanı da Arkhimedes’tir.

Çalışmalarına dayanarak söylediği “Bana bir dayanak noktası/kaldıraç verin Dünya’yı yerinden oynatayım” sözü ona aittir.

Fizik konusunda yazdığı Düzlemlerin Dengesi ve Yüzen Cisimler Üzerine eserlerinde denge prensiplerini ele alır.

Düzlemlerin Dengesi eserinde kaldıraç kuramının temel ilkesini irdeler. Eukleides’in Elemanlar eserinde “başvurduğu yönteme çok benzer, matematik temelli bir yöntemle kaldıraç ilkesini ispatlamayı başarır; böylelikle de ileride modern fiziğin temelini oluşturacak olan matematik ile mekanik arasındaki bağlantıyı ilk olarak kurar.”

Yüzen Cisimler Üzerine eserinde ise, günümüzde onun adıyla bilinen ünlü hidrostatik ilkesini formüle eder. Kısaca, bir sıvının içine konan bir cisim, yer değiştiren sıvının ağırlığına eşit bir güçle alttan yukarıya doğru itilir. Arkhimedes efsaneye göre bu buluşunu yaptığında “Buldum! Buldum!” diye haykırmıştır.

Ayrıca, Ortaçağ’da çok rağbet gören, Dairenin Ölçümü adlı kısa bir incelemesi de var. Bu eserinde üç önerme ele alınır. Birinci önerme dairenin alanının π r2 olduğuna dair teoremin ispatıdır. Üçüncü önerme ise, günümüzde “Arkhimedes alogaritması” olarak bilinen π’nin değerini yaklaşık olarak hesaplamaya yönelik bir yöntemi içerir.

Arkhimedes’in eserlerinin çoğu dönemin ünlü matematikçileriyle yazışma biçiminde ve tamamen kuramsal içeriktedir. Yapıtlarının dokuz tanesinin Yunanca asılları günümüze kadar ulaşmıştır.

Bu çalışmalarının bir kısmı da İstanbul’da ortaya çıkmıştır. Ortaçağ rahipleri kâğıt kıtlığından dolayı ya da eski kitapların içinde yazılanları beğenmezlerse siliyorlar ve üzerine kendi yazacaklarını yazıyorlardı. Ünlü Danimarkalı filolog J. Ludvig Heiberg’e 1906-1908 arasında İstanbul’da böyle bir kitap gösterilir. Bu araştırmacı değişik fotoğraf teknikleri sayesinde Ortodoks dua metninin altında Arkhimedes’in eserlerini keşfeder. Bulunan bu el yazması, Arkhimedes’in yedi inceleme eserini içerir ve bunlar arasında hiç bilinmeyen Yöntem/Metod vardır.

Paolo Del Santo “Arkhimedes” başlıklı yazısında; “Bu metnin keşfedilmesi, Arkhimedes’in eserlerinin tamamının yorumlanması açısından önemli bir dönüm noktası teşkil eder, çünkü bütün diğer inceleme eserleri, teoremlerin nihai formülasyonundan ve ispatından önceki araştırmalarına dair neredeyse hiçbir iz içermez” diye yazmaktadır.

Ve yine Paolo Del Santo, Arkhimedes’in yöntemi mekanik alanından ödünç almış olduğunu belirtir ve Arkhimedes’den şu alıntıyı yapar:

“Mekaniğin yardımıyla sık sık önermeler keşfettim ve bunları sonradan geometri yoluyla ispatladım, çünkü söz konusu yöntem gerçek anlamda ispat sağlamaz. Bu yöntemle meseleler hakkında toptan bilgi edinmek ve sonrasında ispatı üzerine akıl yürütmek, hakkında önceden hiçbir bilgi sahibi olmadan ispatın aranmasından daha kolaydır.”

9. İznikli/ Nicaea’lı Hipparkhos

İznikli/ Nicaea’lı Hipparkhos, MÖ 190-120 yılları arasında yaşamış Antik Yunan bir astronom, coğrafyacı ve matematikçidir.

Nicaea (İznik) kentinde doğmuş ve yaşamının büyük bölümünü Rodos’ta geçirmiştir. MÖ 120’de Rodos’ta ölmüştür.

Hipparkhos, daireyi 360 eşit parçaya bölerek bunu sistematik olarak kullanan ve matematiğin bir dalı olan trigonometriyi bulan ilk kişidir. Trigonometrinin kurucusu olarak kabul edilir. Ama daha çok yıldızlara ilişkin gözlemleriyle tanınır.

“Astronomiyle ilgilenmesi bir gece gökyüzünde daha önce bilinmeyen bir sabit yıldız keşfetmesiyle başlamış. Bu buluşu onu o kadar heyecanlandırmış ki o zaman dince yasak olmasına rağmen ömrünün sonuna kadar yıldızların kataloglarını (850 kadar) hazırlamış.”

“Hipparkhos’un bugün hâlâ kullanılan bir başka buluşu da yeryüzünde konum belirlemek için enlem ve boylamları kullanmasıdır.” Dahası “günümüzden 2000 yıl kadar önce ay takvimine göre bir ayın uzunluğunu da aslından bir saniye farkla hesaplayabilmiş” olmasıdır.

***

Bu anlattıklarımın dışında daha pek çok matematikçi veya matematikle ilgilenen Antik Yunan filozofu var, ama bu kadarı yeter. Şimdi biraz da Antik Yunan sonrası filozof ve düşünürlere bakalım.

İkinci Bölüm: “Kapalı Dünyadan Sonsuz Evrene

Her şey değişim halindedir.

Dinler, düşünceler, kentler, devletler, uygarlıklar da zamanla değişir ve bazen de yok olurlar.

Antik Yunan site/şehir devletleri de zaman içinde birer birer sönümlendi; MÖ 2. yüzyılda Yunanistan ve Makedonya birer Roma eyaleti haline geldi. Ve bu yayılma Romalıların yaşama biçimini değişime uğrattı. Romalılar tarafından ele geçirilen Yunanistan düşünsel olarak onlara hâkim oldu. Romalı seçkinler Yunanca düşünür ve Yunanca konuşur oldular. Ama Roma İmparatorluğu bu arada idari yapısını hem sağlamlaştırdı hem de yaydı. MS 312 yılında Roma İmparatoru Constantinus kilisenin yanında yer alıp diğer pek çok dinle birlikte Hıristiyanlığa yasal statü kazandırdı. Bu döneme kadar Hıristiyanlığın kati bir öğretisi ve kiliselerin birliği yoktu. Genel bir Hıristiyanlık inancı vardı. MS 325’te Hıristiyan inancının etkin kişilikleri Roma İmparatoru Constantinus’un başkanlığında toplanarak Nicaea (İznik) Konsili’nde Hıristiyan kilisesinin ve Hıristiyanlığın yönetim tarzını belirlediler ve Hıristiyanlığın temelini attılar. Constantinus de bu durumu fırsat bilip hem ruhani hükümranlığı ve hem de dünyasal imparatorluğu şahsında birleştirdi. MS 380 yılında da Hıristiyanlık/Katoliklik Roma İmparatorluğu’nun resmî dini haline getirildi ve tüm kurumlar Hıristiyanlaştırıldı. Sevgiyle, olmadı şiddetle/sopayla insanlar Hıristiyan olmaya zorlandı.

J. D. Bernal, Modern Çağ Öncesi Fizik‘te bu olup bitenlerin filozofların yaşamlarında yarattığı (bugün de farklı şekillerde farklı coğrafyalarda zaman zaman aydın ve düşünürlere varlığını hissettiren) etkiyi ve savrulmayı şu sözlerle anlatır:

“M.S. 527 yılında İmparator Justinien de Atina’da Platon zamanından beri felsefe öğrenimi yapan tüm okulları kapatmış, ama filozoflara dokunmamıştı. İşsiz kalan filozoflar Pers sarayına sığınmışlar ve Pers İmparatoru’nun Jundishapur’da kendileri için kurduğu okulda etkinliklerini sürdürmüşlerdi. Böylece felsefe biliminin de tüm baskılara karşın yok edilmeyip sadece yer değiştirerek sürdüğünü görüyoruz.”

Bu gelişmelere paralel Avrupa’da akılcı düşünce ve bilim gerilemeye başladı. Kati, bencil, dogmatik inanç-kaide ve kuralların hızlı bir şekilde yayılması ve egemen olmasının önündeki tüm engeller kalkmış oldu.

Sonrasında da Hıristiyanlık, Avrupa’da Platon ve Aristoteles’in felsefi öğretisiyle yeniden temellendirilip yeni bir formatla tedavüle sokuldu.

Hegel bu gelişmeyi şöyle ifade etmektedir:

“Yeni Platoncu felsefe daha sonra Hıristiyanlığa giriş yapmıştır ve Hıristiyanlık içerisindeki birçok felsefe yegâne temelleri olarak bu felsefeyi almaktadır.”

Tüm bu gelişmelerin neticesinde düşüncenin merkezi Atina’dan Roma’ya kaydı ve Avrupa düşüncesinin temel dayanaklarını/mirasını bundan böyle Antik Yunan, Roma ve Kitabı Mukaddes (Yahudi-Hıristiyanlık) üçlemesi oluşturmaya başladı. Ortaçağ diye adlandırılan bu dönem yaklaşık 1000 yıl sürdü: Yunanlar gibi Romalılar da Batı’daki zihinsel yapının kökeninde yer alarak hukuki ve politik model oluşturdu. Sonradan bu politik ve hukuki model tüm dünyaya Roma hukuku ve siyaseti olarak yayılmaya başladı.

Karanlık bir çağ olarak nitelendirilen Ortaçağ döneminde ve sonrasında, her şeye karşın deneysel metot düşünceleri ve belli bir ölçüde olmak üzere matematiksel fizik düşüncesi derinden derine baskılara rağmen gelişme gösterdi. Araplar’dan öğrenilen hesaplama ilkeleri ve “Arap rakamları”nın kullanımı ile cebir ve trigonometri Avrupa bilginlerinin çalışmalarında etkinlik ve kolaylıklar getirdi. Matematik dilinin yetkinleşmesi, mantık söylemlerindeki zenginlik; Rönesans, Reform, Aydınlanma, İlerleme, İnsan Hakları Beyannamesi, Evrim, Devrim, Karşı-Devrim… tüm bunlar Moderniteye giden yolu açtı. Coğrafi keşifler, matbaanın icadı, astronomi alanında kullanılan saatler ve otomatik ölçüm araçlarının sayısının artması, teknik alanda yaşanan gelişmeler yer merkezli dünya anlayışının gerilemesine neden oldu. Teolojik sonsuzluk düşüncesi dönüşüme uğrayarak yerini uzamın sonsuzluğu yönündeki geometrik bir evren düşüncesine bıraktı: Zihinsel devrim yaşanarak “kapalı dünyadan sonsuz evrene” giden yolun kapıları açıldı.

Bu kapıları açılması, çoğunlukla düşünür ve filozofların çalışmalarıyla oldu. Bunların sayıları oldukça fazla; bu nedenle, Birinci Bölüm’de olduğu gibi burada da sadece matematikçi olan ve düşünce tarihine damga vurmuş olanları -bildiklerimi- anlatmaya çalışacağım.

Bu filozofları anlatmaya geçmeden önce bir açıklama ve ardından da bir soru sormak istiyorum:

Antik Yunan sonrası matematikçi filozoflara baktığımızda birçoğunun teolog, rahip, papaz veya dini görevli olduğunu görmekteyiz. Sorum şu: Bizde, Müslüman âlimlerden, dini görevlilerden niçin/neden hiçbir matematikçi bilim insanı çıkmamıştır acaba?

Bunu da bir düşünelim derim.

Antik Yunan sonrası matematikçi filozof ve düşünürler:

1. Klaudyos Batlamyus

Klaudyos Batlamyus, MS 100-170 yılları arasında yaşadığı tahmin edilen İskenderiyeli bir matematikçi, coğrafyacı, astronom ve müzik teorisyenidir.

“Yunanlı düşünürlerin görüşlerinin yayılmasında Büyük İskender ve onu izleyenlerin fetihleri çok önemli bir rol oynamıştır. Yunan, Mısır, Babil ve Hint bilimlerinin bir karması olan Helenist dünya görüşü Makedonyalılarla birlikte Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarına yayılmış ve Atina’dan Peking’e ve Fas’a dek uzanan bu dev imparatorluğun toprakları üzerinde yaşayan insanlar Yunan astronomisi ve matematiğinin yanısıra enlemler ve boylamlar gibi gelişmiş kavramları içeren Yunan coğrafyasıyla tanışmışlardı.”

Yunan düşüncesiyle tanışan yerlerden biri de zamanın İskenderiye’sidir.

Klaudyos Batlamyus İskenderiyelidir bir düşünürdür, hayatı hakkında fazla bir bilgi bulunmamaktadır. Yunan asıllı bir Mısırlı veya Mısır asıllı bir Yunan olduğu iddia edilmektedir. Müslüman astronomlar 78 yaşına kadar yaşadığını söylerler.

Batlamyus, iki önemli yapıtın yazarıdır: Büyük Bileşim ve Coğrafya. Bu yapıtlar Avrupa’daki Ortaçağ’ın bitişinde önemli bir yere sahiptirler. Kitapların Latinceye çevrilişi ancak 12. yüzyılda yapılmıştır.

Büyük Bileşim kitabı Yunan ve Babil uygarlıklarının gökbilim bilgilerinin bir derlemesidir. Derlemenin çoğu kendisinden üç yüzyıl önce yaşamış olan Hiparkus’a dayanır. Bu eserde Dünya merkezli bir Güneş Sistemi modeli önerilir. Bu model, Copernicus’un Güneş merkezli modeline kadar Batı ve İslam dünyalarında geçerli model olarak kabul edilmiştir. Kitapta ayrıca düzlem ve küresel trigonometri hakkında bir inceleme bulunmaktadır.

Batlamyus astronomi, matematik, coğrafya ve optik alanlarına muazzam katkılar yapmıştır; ancak o en çok astronomi çalışmalarıyla tanınır. Zamanına kadar ulaşan astronomi bilgisinin sentezini yapmış ve bunları Matematik Sentezi adlı eserinde toplamıştır. Bu eser on üç kitaptan oluşmaktadır.

Batlamyus bu eserinde, ana çizgileriyle göksel olguları anlamlandırmak üzere kurmuş olduğu geometrik kuramı tanıtmaktadır; Aristoteles fiziğini temel alan bu kuramda, evren küreseldir ve Yer bu evrenin merkezinde hareketsiz olarak durmaktadır. Şayet günlük veya yıllık görünümler Yer’in hareketleri sonucunda meydana gelseydi, her şey uzaya saçılır ve Yer parçalanırdı. Ay, Merkür, Venüs, Güneş, Mars, Jüpiter, Satürn ve sabit yıldızlar Yer’in çevresinde, muntazam hızlarla, dairesel hareketler yaparlar. Sabit yıldızlar küresi evrenin sonudur.

Batlamyus, aynı zamanda, enlem ve boylamlardan, yani bir başlangıç dairesine olan uzaklıklardan söz eden ilk bilgindir.

2. Hypatia

Hypatia, MS 370–415 yılları arasında yaşamış İskenderiyeli bir kadın matematikçi ve astronomdur.

Dönemin koşulları nedeniyle kadınların toplumsal yaşama katılmaları çok ender olarak gerçekleşse de, Hypatia, kendi döneminde ve sonrasında gerek kişiliği ve gerekse yaşam hikâyesiyle toplumsal yaşamda ender görülen kadınlardan biridir.

Antikçağ’da bilim ve felsefe alanında yaptığı çalışmalar ve katkı sunmasının yanısıra Hypatia aynı zamanda ilham vericidir; bağnaz dinsel gericiliğin trajik bir şekilde öldürdüğü bir kahramandır. Bu nedenle bilim tarihinde önemli bir yeri vardır.

Antik dünyanın bilinen ilk kadın matematikçisidir Hypatia. Matematik üzerine birçok kitap yazdığı söylenmektedir. Bu kitaplardan günümüze sadece bazı parçalar kalabilmiştir. İskenderiye Kütüphanesi’nde felsefe, matematik ve astronomi üzerine dersler vermiştir. Yeni Platonculuk öğretisine bağlı olarak doğayı; mantık, matematik ve deney ile açıklamaya çalışmıştır. Öğrencilerine Eukleides’in Elemanlar ve Diophantus’un Aritmetik eserini öğrettiği söylenmektedir.

Ayrıca, devrin en güzel kadınlarından biridir: Güzelliği, bilgisi ve aklı dillere destandı.

Hypatia, MS 370’de Roma İmparatorluğu sınırları içerisinde bulunan İskenderiye’de doğmuştur. Dönemin ünlü matematikçisi Theon’un kızıdır. İlk eğitimini babasından alır. Ardından Atina’da ve Roma’da eğitimine devam eder. 400 yılında memleketi İskenderiye’ye geri döner ve İskenderiye Kütüphanesi’ndeki Platon Okulu’nda ders vermeye başlar.

Hypatia bu okulda, Hristiyanlık, Paganlık ve Musevilik gibi birçok inanca mensup öğrencisine Platon ve Aristoteles’in öğretilerini anlatır/öğretir. Bu öğrencileri arasında ileride İskenderiye valisi olacak olan Orestes ve Ptolemais’in piskoposu olacak olan Synesius da bulunmaktadır.

“Hypatia, İskenderiye’ye Hristiyanlığın hakim olduğu son yıllarında Piskopos Cyril, Hypatia’yı hedef göstererek İncil’den yaptığı alıntılar ile halkı kışkırtmış ve Hypatia, halk tarafından ‘dinsiz’ ve ‘şeytan’ olarak nitelendirilmiştir. Kısa bir süre içerisinde de Kıptî bir Hristiyan çetesi tarafından taşlanarak öldürülmüştür.”

Piskopos Cyril, kendisinin de Gibbon’un “skolastik teolojinin örümcekağları” dediği bir eğitimden geçtiği Nitria manastırlarından gelen keşişlerden özel bir ordu kurmuştu. Hypatia’yı bu özel ordu öldürdü.

Hypatia’nın ölümü hakkında bugün önemli kaynaklardan biri olan Socrates Scholasticus’un 439’da yazdığı Historia Ecclesiastica adlı eserdir. Bu esere göre olaylar şöyle gelişir:

“…Hypatia’nın sık sık Vali Orestus ile görüşmesi Hristiyanların hoşuna gitmiyordu. Hypatia’nın, Vali Orestus ile Piskopos Cyril’in uzlaşmasını engellemeye çalıştığı düşünülüyordu. Böyle düşünen bir grup bağnaz, Peter adındaki çete liderleri ile birlikte Hypatia’nın evinin önünde pusuya yattılar ve onu beklemeye başladılar. Hypatia eve geldiğinde ise onu kaçırıp Caesareum adındaki bir kiliseye götürdükten sonra tamamen soydular. Ardından onu taşlayarak öldürdüler. Daha sonra Hypatia’nın parçalanmış bedenini alıp Cinaron adındaki bir yerde yaktılar.”

Tabi Hypatia’yı yakmakla kalmayıp Büyük İskender adına kurulan görkemli zengin İskenderiye Kütüphanesi’ni de talan edip yaktılar.

Hypatia’nın yaşadığı dönem genellikle yeni geometrik modellere dayanılarak gökyüzü olgularının açıklanmasına çalışıldığı bir dönemdir. Aynı zamanda bilimlerin özerk olmaya ve felsefeden yavaş yavaş ayrılmaya başladığı bir dönemdir. Hypatia, dönemine ilişkin kendine özgü bir düşünce dizgesi geliştirmemiştir ama bilime çok önemli katkılar yapmıştır. Geometri ve cebir alanında yaptığı çalışmalar, gök cisimlerinin sınıflandırılması, hidrometrenin bulunması, sıvıların yoğunluk derecesinin belirlenmesi ve benzer konularda…

Eserlerinden günümüze ulaşabileni yoktur; fakat Synesius ile yazıştığı mektupların bir bölümü günümüze ulaşmıştır.

Hypatia’nın yaşamı, bilime katkıları ve trajik ölümü onun tarih boyunca unutulmamasına ve ilgi odağı olmasına yol açmıştır.

1884 yılında keşfedilen bir asteroide Hypatia’ya atfen, 238 Hypatia adının verilmesi, adına romanlar ve kitaplar yazılması ve 2009 yılında hayatını konu alan Alejandro Amenábar’ın yönettiği ve Amenábar ve Mateo Gil tarafından senaryosu yazılan Agora adlı filmin çekimini örnek verebilirim.

Ve filmi izlemenizi öneririm.

3. Robert Grosseteste

Robert Grosseteste, 1175-1253 yılları arasında yaşamış Britanyalı bir teolog, başpiskopos ve devlet adamıdır.

Mütevazı bir ailenin çocuğudur. Oxford’da ders verme ve yöneticiliğinin yanında modern bilimin gelişimine önemli katkılar sunmuştur: Aritmetik ve geometriden politikaya, doğal bilimlerden tıp alanına kadar bilimin tüm alanlarında etkin çalışmalar yürütmüştür.

Çalışmaları ve örnek kişiliğinden dolayı, ölümünden önce İngiltere’de saygıyla anılan bir aziz durumuna gelmiştir.

Grosseteste, Platoncudur. Kendi döneminde Aristotelesçiliğin yükselişinden şikâyetçidir; bu durumu doğru bulmaz. Onun ilgilendiği şey, bilginin kaynağı ve nedeni olan idelerdir.

Jacqueline Russ, Grosseteste’nin matematiksel bilime geçişteki rolünü şöyle açıklar:

“Platoncu olan Grosseteste bilimle ve bilimsel yaklaşımla ilgili çok açık bir doktrin geliştirir. Burada deneysellikle ilgili araştırmaları besleyen şey Yunanlar’daki geometrik metot anlayışıdır: Pythagorasçılar ve aynı zamanda Platon, doğayla ilgili matematiksel bir yorum olasılığını kendi araştırmalarına dahil ederler; zira sayılar doğayı açıklamaya yararlar ve hattâ Pythagorasçıların gözünde sayılar şeylerin özünü ifade ederler. Bunun bir sonucu olarak, Grosseteste’in yaklaşımında fiziğin matematikleştirilmesi yönünde bir eğilim ortaya çıkar. Matematik, bilim insanına deneysel araştırmalarında yön vermelidir: Bu modern ve temel bir düşüncedir, zira bu durumda deneysel bilginin doğruluğunu ve nedenselliğini oluşturan şey matematiktir. Burada oldukça şaşırtıcı bir atılım söz konusudur, çünkü matematiksel fiziğe dair temel nitelikte bir düşünce, matematikleştirilebilir gerçeklik anlayışı ortaya çıkmaktadır. Nitekim bu durum, nitelikler fiziğinden (Aristoteles fiziği) matematiksel bir bilime doğru yaşanan bu geçiş, 1604 yılında Galileo ile birlikte insanlığın entelektüel dönüşümünü temsil etmektedir.”

Kısacası, Robert Grosseteste, bilimsel araştırma yöntemlerini belirleyerek günümüz bilim araştırmalarının temelini atanlardan biridir.

Düşünür Roger Bacon, Grosseteste’in öğrencisidir; ve her ikisi de Fransisken tarikatı üyesidir.

4. Albertus Magnus

Albertus Magnus, 1206-1280 yılları arasında yaşamış Alman bir Dominiken piskoposu ve düşünürüdür.

“Büyük Albert” olarak da bilinir.

Âlimdir, “evrensel bilgin” sıfatıyla anılır.

Napolili teolog Thomas Aquinas’ın öğretmeni olması ve Paris Üniversitesi’nde Aristotelesçiliği savunmasıyla ünlenmiştir.

1941 yılında çıkarılan bir papalık fermanıyla “tüm doğa bilimleriyle uğraşanların koruyucu azizi” ilan edilmiştir.

Albertus zengin bir Alman soylusunun oğludur. İlk eğitiminden sonra Paris Üniversitesi’nde edebiyat ve toplum bilimleri okur. 1223’te Dominiken tarikatına girmek için başvuruda bulunur. Ailesinin karşı çıkmasına karşın tarikata girer. Öğrenimini tamamladıktan sonra Almanya’nın değişik yörelerinde ilahiyat dersleri verir. 1260 yılında piskopos olur; Napoli ve Paris Üniversitelerinde teoloji hocalığı yapar.

Britanyalı bilim insanı Roger Bacon, dönem itibariyle Albertus Magnus’u ve daha birçok üniversite hocasını beğenmez, onları “otoriter, beceriksiz ve aptal sayar, onları otorite kültürünü kendinden amaç olarak gören, kendi içine dönük ve verimsiz bir kültürün ifadesi olarak görür.”

Albertus Magnus, 1245’te Paris Üniversitesi’ndeki Dominiken manastırına gönderildiğinde, burada Aristoteles’in Yunanca ve Arapçadan yeni çevrilmiş eserleriyle ve 12. yüzyıl Arap düşünürü İbn Rüşd’ün Aristoteles yorumlarıyla tanışır: Ufku değişir, felsefeci olur.

Albertus hem Aristoteles’i ve hem de Platon’u temel alarak İslam ve Yunan felsefe geleneğinden yararlanır.

Ona göre, “Aristoteles’in yazılarında yararlandığı yöntem, doğanın ve insanın bilimsel açıdan incelenmesi için tek geçerli yöntemdir.”

Ve yine ona göre, kuramsal faaliyetlerin temelinde ayrıntılı bir doğa felsefesi yatar. “Evren, yıldızların hareketlerinin dünya üzerindeki etkilerine bağlı doğal yasalarla yönetilir.”

Albertus’un Paris’teyken, çağının tüm bilgi birikimini kapsayacak bir eser yazdığı söylenmektedir. Aristotelesçiliği Avrupa’ya benimsetenlerin başında da o gelir. “Ortaçağ’da Aristoteles’in olduğu bilinen ya da onun olduğu varsayılan bütün kitaplar üzerine yorum yazan tek bilgin odur.” Asıl metinleri kaleme almakla kalmamış, sık sık “şerh”ler yazarak kendi gözlem, deney ve düşüncelerini de aktarmıştır.

Sonradan öğrencisi Thomas Aquinas düşüncelerini daha da geliştirip açıklık getirmeye, teoloji ile Aristoteles metafiziğini uzlaştırmaya ve akıl ile inanç arasındaki ilişkileri çözmeye çalışmıştır. Albertus Magnus ve Thomas Aquinas’ın oluşturdukları bu düşünceler Yeni-Platoncu akımın yolunu açmıştır.

Jacqueline Russ, skolastik bu ikilinin “Avrupa’ya özgü düşüncelerin evrimini bizlere göster”diğini imler ve özellikle de Albertus’un “bir natüralist olarak özgün bir düşünce geliştir”diğini belirtir.

Albertus’un doğal nesnelerle meşgul olmayı sevdiği ve konuşan bir makine de yaptığı söylenir.

Bitkilerle, hayvanlarla, mineral ve metallerle ilgili çalışmalar yapmıştır. Bazı konularda Aristoteles’ten farklı düşündüğü de olmuştur: Ay’ın yapısı, elementlerin kimyasal bileşikleri meydana getirişi ve Demokritos’un atom teorisine bakışı gibi…

Albetus çok şey yazmıştır. Aristoteles’in Physica/Fizik kitabına yazdığı şerhte amacının, doğa bilimlerinin tüm dallarını, mantık, matematik, astronomi, retorik, ahlak, ekonomi, politika ve metafiziği okurlar için anlaşılır kılmak olduğunu belirtmiştir.

O, “bilgiye giden vahiy ve inanç yoluyla felsefe ve bilim yolunu birbirinden ayırır. Felsefe ve bilim yolu, yetkinlik derecelerine göre geçmiş otoriteleri izler, ama aynı zamanda gözlemden de yararlanır; akıl ve düşünme gücü aracılığıyla en üst düzeydeki soyutlamalara ulaşarak ilerler. Albertus’a göre bu iki yol birbirine karşıt değildir. Biri inanç, öbürü ise akıl için doğru olan ve birbiriyle çelişen ‘iki doğru’ yoktur. Gerçekten doğru olan her şey uyum içinde birleşmiştir. Hıristiyan öğretisinde ancak inanç yoluyla ulaşılabilecek gizlerin, örneğin bireysel ruhun ölümsüzlüğü gibi öğretilerin var olmasına karşılık öğretinin öbür yanlarına hem inanç, hem akıl yoluyla ulaşılabilir.”

Hegel, Felsefe Tarihi kitabında Albertus Magnus ile ilgili ilginç bir anlatıyı aktarır:

“Bir efsaneye göre, Bakire Meryem’in başka üç güzel kadınla birlikte ona görünüp onu Felsefe çalışmaya teşvik ettiği, onu odun kafalılığından kurtardığı ve onun Kiliseyi aydınlatacağı ve bilimle uğraşmasına rağmen gene de imanına bağlı bir şekilde öleceği vaadinde bulunduğu anlatılır; bu ana dek gençliğinde çok alık ve aptal biri olmuştu. Ne olduysa bu kehanete uygun gerçekleşmiştir, çünkü ölümünden beş sene evvel tüm felsefesini ne kadar hızlı öğrendiyse öyle hızlı unutmuş ve sonra da gerçekten ilk yıllarında olduğu gibi odun kafalılık ve ortodoksluk içinde ölmüştür. Onunla ilgili eski bir söz bugün de dolaşımdadır: ‘Albert hızlıca bir eşekken bir filozof ve bir filozofken de bir eşek oldu.’”

Ama Roger Bacon hiç yakınlık duymamasına karşın onun hakkında olumlu düşünür: Albertus’un “Hıristiyan bilginlerinin en ünlüsü” olduğunu söyler.

5. Roger Bacon

Roger Bacon, 1220-1294 yılları arasında yaşamış Britanyalı bir bilim insanı, matematikçi, filozof ve Fransisken rahibidir.

Burada Roger Bacon’ı kendisinden çok sonra yaşamış olan, “Bilgi güç demektir” diyen ve Yeni Atlantis romanını yazan Britanyalı filozof, bilim insanı, hukukçu ve devlet adamı Francis Bacon (1561-1626) ile karıştırmayalım.

Roger Bacon, çağdaş bilimin deneysel yaklaşımının tarihsel bakımdan erken olgunlaşmış bir temsilcisi olarak kabul edilir. İnsanın bilgisizliğinin nedenleri üzerinde durur. Otoriteye dayanmanın, geleneğin etkisinin, önyargıların ve kişinin cehaletini saklayan sözde bilgeliğin, insanı hakikate ulaşmaktan alıkoyduğunu söyler.

Özgür fikirleri yüzünden otorite ve din adamlarıyla sürekli tartışmalar yaşadığı için 14 yıl hapis yatar. Hıristiyan olmayanlardan -özellikle Araplardan- birçok şey öğrenilebileceğini söyler. Ona göre İbn-i Sina, Aristoteles’den sonraki en büyük filozoftur.

Oxford’da yasaklamalara rağmen Aristoteles üzerine bütünlüklü dersler veren ve deneysel düşünceyi tanıtan da Roger Bacon’dur.

Ama Federica Caldera, “Roger Bacon ve Fransisken Felsefesi” başlıklı yazısında, Bacon’un kendi kültür anlayışından dolayı, Yunanca ve Arapçadan metinlerin tercümesine şiddetle karşı çıkıp eleştiriler yönelttiğini ve Felsefe Araştırmaları Üzerine Derleme’sinde de şöyle yazdığını belirtir:

“Aristoteles’in kitapları üzerinde herhangi bir yetkim olsa, hepsini yaktırırdım, çünkü onları incelemek zaman kaybından başka bir şey değil, düşünülmeyecek kadar büyük yanlışların ve cehaletin yayılmasına neden oluyorlar.”

Bacon, fizik biliminin matematiksel ve deneysel boyutunu öne çıkarır; bilimin ve bilginin anahtarını matematik bilimlerinde görür. Descartes’ten çok daha önce, gerçekçi ve inandırıcı tanıtlamaların matematik alanında ortaya çıktığını öngörür. Bilimsel yöntemin tümevarım ve tümdengelimden meydana geldiğini söyler. Matematiksel olanla deneysel olanı birleştirir ve deneyimin doğadaki gizemleri keşfetmeye olanak verdiğine, deneysel metodun temelini oluşturduğuna işaret eder.

Matematik, deneyim, teknik; Bacon’ın gözünde bilimin kalbini oluşturan üç temel unsurdur. Matematiğin ve aynı zamanda tekniğin deneysel bilime giden yolu açtığını düşünmek, yeni bilimin kökenlerine ulaşmaya olanak veren anlayışı oluşturur. Bunun da ötesinde, Bacon bilgi ile gücü birleştirir ki bu fazlasıyla modern bir düşüncedir-çünkü deneysel bilim güç ve iktidar sağlayan araçların yaratılmasını mümkün kılar.

Bacon iyi bir araştırmacıdır. Grosseteste’nin çalışmalarını yakından izler ve “matematiksel düşüncenin soyut düzleminden doğal olguların somut düzlemine geçişe izin veren geometrik optik alanında da araştırmalar yürütür.”

Ayrıca Andrea Bernardoni “Roger Bacon ve Simya” başlıklı yazısında, Bacon’un simyayla da ilgilendiğini ve “simyacıların ürettiği yapay altının doğal altından daha iyi olduğunu” öne sürdüğünü yazar. Devamında da, Bacon’a göre, “içilebilir altın”, yani “altın tedavi edici amaçla damıtma yoluyla hazırlandığı zaman sadece hasta organizmaları iyileştirmekle kalmaz, ömrü uzatma özelliğini de kazanır.”

İlginç olan, o dönemde Roger Bacon’un kendi yaptığı “bir tür dürbünle Oxford’dan bakarak Paris’te olup bitenleri gördüğünü” öne sürmüş olmasıdır.

Roger Bacon’a göre, felsefenin görevi insanı Tanrı’nın bilgisine götürmek ve O’nun hizmetine koşmaktır.

6. Leonardo da Vinci

Leonardo da Vinci, 1452-1519 yılları arasında yaşamış İtalyan bir ressam ve düşünürdür.

da Vinci, tam bir hezârfendir, yani pek çok farklı disiplinde bilgiye sahip biridir. Hani “on parmağında on marifet var” denilir ya, o bunun da ötesindedir: Filozoftur, ressamdır, astronomdur, mimardır, mühendistir, mucittir, matematikçidir, anatomisttir, müzisyendir, heykeltıraştır, jeologdur, yazardır.

Ve, Rönesans Hümanizminin simgelerinden biridir.

Leonardo da Vinci, Floransalı bir noter ve toprak sahibi olan Ser Piero’nun evlilik dışı çocuğudur. Ser Piero’nun eşinden çocuğu olmayınca, köylü bir kadınla ilişki kurar. Leonardo da Vinci bu köylü kadından olur. Evlilik dışı çocukların o dönem üniversiteye gitmesi yasak olduğundan üniversite öğrenimi görme şansı yoktu. Babası, evinde onu meşru çocuğuymuş gibi büyütür ve o çağa özgü temel eğitimini alır, yani okuma yazma, biraz da aritmetik öğrenir. Birçok resim ve heykel atölyelerinde çalışır.

Yüksek düzeyde matematik ve geometriyle 30 yaşına gelince ilgilenmeye başlar.

1494 yılında arkadaşı matematikçi Lacas Pacioli İlahi Oran Üzerine kitabını bastırır, çizimlerini Leonardo da Vinci hazırlar.

Sonrasında anatomi üzerine çalışır; insan gövdesi ile çeşitli organların ayrıntılı çizimlerini içerecek şekilde. Bunun yanında matematik, optik, mekanik, jeoloji ve botanik konularında yaptığı sayısız araştırmaları sürekli not defterine yazar. Yazdıkça da not defterlerinin sayısı artar.

Bu çalışmaları onun “algısal evreni” için veri niteliğindedir. “Kuvvet ve hareketin, temel mekanik etkenler olarak canlı ve cansız doğada görülen bütün biçimleri yarattığına inanıyor, ayrıca bu güçlerin düzenli, uyumlu yasalara bağlı olarak işlediğini kabul ediyordu.”

Tuttuğu defterler onun bilimsel araştırmacılığını, buluşları da çağından çok ilerde olan düşünce yapısını ortaya koymaktadır.

Leonardo da Vinci sanatçı gözüyle doğaya bakıp, onun gizemlerini ortaya çıkarmaya çalışmıştır.

Makinelerin çalışması da hep ilgisini çekmiştir, makinelerle insan gövdesinin çalışması arasında ilişkiler kurmaya çalışmış ve sonunda da doğadaki en önemli öğenin hareketi sağlayan güç olduğu düşüncesine varmıştır.

Giorgio Stabile, “Leonardo da Vinci’de Felsefe ve Bilim” başlıklı yazısında bu konuyla alakasını şöyle dile getirir:

“Leonardo’nun makinelerle buluşması, akademiden değil de bir zanaat atölyesinden çıkıp mekanik sanatların kuramsal açıdan meşruluk kazanması için ilk belirleyici adımları atan, bunun için ilk girişimleri içerden yapan, hem Eukleides ve özellikle Arkhimedes gibi antikçağ geometri ve mühendislik alanlarının klasik ustalarına (bu şahsiyetler XV. yüzyılda mimarlar ve makine meraklıları tarafından incelenmiştir) hem de Luca Pacioli’nin (y.1445-y.1517) ve Floransa çevresinin Platoncu felsefesine önem veren, ‘eğitim almamış bir adamın’ buluşmasıdır.”

“Leonardo’nun asıl orijinalliği, aynı anda hem zanaatkâr hem de mekanik ve geometri alanlarında kuramcı olmasında yatar; o ana kadar hiç denenmemiş bir şekilde, uygulamayı ve deneyleri birleştirir ve ortaya çıkan makine kuramı aynı zamanda bir doğa kuramı, bir fizik kuramı olarak nitelenebilir.”

Leonardo da Vinci 1519 yılında Fransa’da ölür ve sarayın kilisesi Saint Florentin’e gömülür. Burası 1789 Fransız Devrimi sırasında hasara uğrar, 19. yüzyılın başında da yıkılır. Bu nedenle, mezarının yeri bugün bilinmemektedir.

Leonardo da Vinci birçok sanat eserine imza atmıştır. Son Akşam Yemeği ve Mona Lisa adlı yapıtları en tanınmış ve etkili resimleridir. Ama yapmayı düşündüğü veya tasarladığı resim, heykel ve daha başka şeylerin çoğunu çeşitli nedenlerle tamamlayamamıştır.

Bir tüccarın eşinin portresi olan Mona Lisa’nın yüzündeki gizemli gülümseme yüzyıllar boyunca sanatçı ve bilim insanlarının ilgisini çektiği gibi, bugün de fazlasıyla çekmektedir.

Resim bir bilimdir ve tüm bilimler matematiğe dayanır. İnsanın ortaya koyduğu hiçbir şey matematikte yerini bulmaksızın bilim olamaz” sözü ona aittir.

Kısacası, Leonardo da Vinci çağının ötesinde bir düşünürdür. Bu özelliğini Jacqueline Russ şu sözlerle anlatır:

“Descartes ve Galileo’dan önce, Leonardo da Vinci nitelik ve öz gibi kavramları yıkar ve uzam kavramı üzerinden düşünmeye başlar. Leonardo’yla birlikte, gerçekliği gizemli güçlerin bir oyunu olarak açıklayan Aristotelesçilerden uzaklaşırız. Ağırlık veya hafiflik olguları, birer nitelik veya öz olmaktan uzaktır ve matematiksel olarak açıklanır. Bilgiye giden yol matematikten geçer. […] Aristoteles’in teorisine karşı çıkarken ağırlık yasalarını araştırmaya başlayan Galileo bu modern bilim anlayışının tamamlayıcısı olur.”

Leonardo’nun bir mucit olarak dehası, analitik becerisinden geliyor. Kuramlarını oluştururken kısımların görünürlüğü ve geometrik analizi, genel kuralların keşfedilmesini sağlayacak olan aklı ön planda tutar. Kuralları da, “biçimlerin geometrisinde ve ağırlıkla güçlerin matematiksel kanıtlarla, akılcı olarak teyit edilebilen orantısında” belirlemeye çalışır.

“Leonardo’ya göre mekanik, ‘matematik bilimlerinin cenneti’ni temsil eder, çünkü hem nihai sebeplerin ve temellerinin bilgisi hem de inşaat ilkelerini üreten bilim anlamında matematiğin meyvelerinin tadı ancak mekaniğin verimli bahçesinde çıkar. […] Leonardo’ya göre sebepler matematikseldir ve onlar konusunda bilgi sahibi olunca doğanın yasalarına sahip olunur. Matematiksel açıklamaların üstünlüğünün anlaşılmasıyla, Galilei’yle ve modern fiziğin doğuşuyla sonuçlanacak olan, zanaatların teknolojiye, teknolojinin de bilime dönüşme süreci başlar.”

7. Nicolas Copernicus/Kopernikus

Nicolas Copernicus, 1473-1543 yılları arasında yaşamış Polonyalı bir matematikçi, bilim insanı ve astronomdur.

Kendisi Katolik piskopos danışmanıdır. Boş zamanlarında matematik, astronomi ve harita bilimi ile ilgilenir. Çalışmaları sonrasında modern astronominin kurucusu, “babası” olarak kabul edilir.

Copernicus, piskopos olan amcasının desteğiyle Polonya’da Kraków’da öğrenim görür. Daha sonra yaklaşık üç yıl boyunca İtalya-Bologna’da kalır; matematik, astronomi, hukuk, felsefe ve tıp öğrenimi görür ve Polonya’ya geri dönmeden önce de Roma’da matematik dersleri verir.

Sonrasında, “Rönesans düşünürlerine yakışır biçimde devrimci görüşlere sahip olan Copernicus” yaptığı çalışmalarla, göksel sisteme ilişkin yer-merkezcilik anlayışını yıkar ve yeryüzünü “dünyanın” merkezi olmaktan çıkarır, evreni bilinen sınırların çok ötesine taşır.

Notlarında da gezegenleri harika bir şiirsel anlatımla tanımlar:

“Herşeyin tam ortasında Güneş tahtında oturur ve tüm gökyüzünü aydınlatır. Tapınakların bu en görkemlisinde ışıkların en parlağını koyacak bundan daha iyi bir yer olabilir mi? İnsanların Güneş’e, Büyük Zeka, Evrenin Kralı gibi adlar yakıştırmış olmaları boşuna değildir. Hermes Trismegistus Güneş’e görünen tanrı adını vermiş. Sophocles ise Electra’sında ondan Herşeyi gören olarak bahsetmiştir. Böylece Güneş tahtında oturur ve çevresinde dolaşan çocuklarını, yani gezegenleri yönetir. Ay Dünya’nın hizmetindedir. Aristoteles’in de Animalibus’unda dediği gibi Dünya ve Ay gökyüzündeki en yakın dostlardır. Dünya Güneş’ten hamile kalır ve her yıl yeni baştan Doğayı doğurur.”

Copernicus’un yaptığı bu devrim, o dönemde bir tür kriz yaşayan zihinlerde büyük bir şaşkınlık yaratır: Yeni kozmolojik düşünceler her şeyi şüpheli, zorlu, sorunlu ve düzensiz hale getirir.

Copernicus, dünyanın küresel olduğunu ve düzgün bir hareketle güneşin çevresinde döndüğünü matematiksel olarak kanıtlamak amacıyla Phytagoras’ın sisteminden yararlanmıştır; ama keşfinin içerdiği, yeryüzünün ve dolayısıyla insanın evrenin merkezinde olmadığı sonucundan dolayı, özellikle dinsel çevrelerden gelen yoğun bir muhalefetle karşılaşır.

1543 yılında Güneş Sisteminin Güneş’in çevresinde döndüğünü gösteren Gök Cisimlerinin Devrimleri kitabını bitirir Copernicus. Dönemin geleneğine uyarak kitabı onaylaması için Papa’ya sunar. Kitap Protestan bir yayımcı tarafından basılmasına rağmen Papa yine de kitabı onaylar. Fakat dönemin etkili şahsiyetlerinden olan Protestanlığın babası Martin Lüter, Copernicus’un buluşunun “Kutsal Kitaba aykırı ve hoşgörülmez” olduğunu ilan eder. 1616’ya gelindiğinde ise, Roma Katolik Kilisesi “Dünyanın hareket ettiğini” ileri süren tüm kitapları lanetler.

Copernicus insanların zihnini bulandırır, ama bunun nedeni sonsuzluk söylemi değildir: Copernicus’un dünyası sonludur. Polonyalı bilgin, sonlu bir kozmoloji anlayışı içerisinde, Batlamyus’un sisteminin taşıdığı eksiklikleri fark eder ve yermerkezcilikten günmerkezciliğe geçer. Copernicus’un sisteminde dünyanın çapı Ortaçağ’da kabul gören dünyanın çapından iki bin kat daha büyüktür; fakat bununla birlikte Copernicus’un astronomi sistemi sonlu bir sistem olmaya devam eder: Copernicus hiçbir zaman “gözle görünen dünyanın, sabit yıldızlar barındıran ‘dünyanın’ sonsuz olduğunu söylememiştir, yalnızca ölçülemez olduğunu söylemiştir.”

Yaptığı çalışmalarla Copernicus “yeni Batlamyus” olarak selamlanır ama üniversite çevrelerinde çok az kabul görür. Batlamyus’un kozmolojik modeli birçok gökbilimciyi tatmin etmeye devam eder; Baltamyus’un modelinin geçerliliğini yitirmesi için, gezegenlerinin yönergelerinin gerçek nitelikleri konusunda Kepler’in yaptığı keşifleri beklemek gerekecektir. Copernicus’un geliştirdiği model çok küçük bir yankı uyandırır; öyle ki, Kilise Copernicus’un kozmoloji düşüncesini ancak 1616 yılında, yani yayımlandıktan 72 yıl sonra yasaklama yoluna gitmiştir. Dolayısıyla, üniversiteler Batlamyus’un doktrinini öğretmeye devam eder ve Copernicus çok az taraftar bulur.

İngiliz ozanı John Donne Kardinal Ignatius adlı eserinde Copernicus ile ilgili harika bir öykü anlatır.

Bu öyküye göre öbür dünyanın ileri gelenleri bir toplantı yaparak cehenneme bir yönetici seçmeyi kararlaştırırlar. Adaylarda aranan tek koşul ölmeden önce dünyanın başına çok büyük dertler açmış olmalarıdır. Herkes tek tek söz alıp hayattayken yapmış olduğu kötülükleri anlatır. Bu arada Copernicus da aday olduğunu açıklayınca Ignatius buna karşı çıkar ve bir astronomun cehennemde işi olmadığını söyler. Copernicus şöyle der: “Şimdiye dek konuşanlar dünyada yapmış oldukları kötülükleri anlattılar. Oysa ben tüm evrenin altını üstüne getirdim, bundan daha kötü ne olabilir?” Ignatius’un yanıtı şöyle olur: “Sen sadece bir varsayım açıkladın. Bunda bir kötülük yok, zira varsayımların insanlara bir zararı dokunmaz. Ama eğer varsayımın Papa tarafından lanetlendiyse artık varsayım olmaktan çıkmış ve doğruluğu kanıtlanmış demektir. İşte o zaman sen de cehenneme gidebilirsin, seni lanetleyen Papa da.”

Gökyüzünün sonsuz bir biçimde yayılması: Herhangi bir bilimsel eğitimi olmayan bir düşünür olan Giordano Bruno gibi cesur zihinlerin geliştirdiği bir düşüncedir.

Giordano Bruno’da bunu göreceğiz.

8. Gerolama Cardano

Gerolama Cardano, 1501-1576 yılları arasında yaşamış İtalyan bir hekim, matematikçi ve astrologdur.

Cebir tarihinde önemli bir yeri vardır.

Tifüs hastalığının ilk klinik tanımını da o yapmıştır.

Sonsuz hareket olanaksızdır” teorisi ona aittir.

Cardano, gayri meşru olarak 1501 yılında Pavia’da dünyaya gelir. Pavia’da başlayan eğitimini Padova’da tamamlar ve 1526’da tıp hekimi unvanını alır. 1534’te Milano’ya yerleşir ve burada matematik öğretmenliği yapıncaya kadar yoksulluk içinde yaşar. 1539’da Milano Hekimler Kolejine kabul edilir ve sonrasında hekim olarak ünü hızla yayılır. Avrupa’nın birçok kral ve kraliçesi tarafından aranan hekim durumuna gelir ama saray hekimliğini kabul etmeyip Pavia’da tıp profesörlüğünü tercih eder.

Hegel, Felsefe Tarihi adlı eserinde, Cardano’nun yaşamı iç ve dış çok çeşitli talihsizlikler zinciridir der ve kendi döneminde dünya çapında ün kazanmış olduğunu belirtir. Devamında da; Cardano’nun günahlarını sıra dışı bir şekilde itiraf ettiği ve onlar üzerine olası en ağır yargıda bulunduğu Yaşamım Üzerine kitabında kendi kişisel tarihini anlattığını, kendi karakterini betimlediğini yazar. Cardano bu kitabında: Annesinin ona hamileyken düşük yapmak amacıyla iksirler içtiğini, daha meme emiyorken meme veren sütannenin vebadan öldüğünü, babasının kendisine çok sert davrandığını, kimi zaman sefalet kimi zaman da lüks içinde yaşadığını; daha sonra kendini bilime verdiğini, tıp doktoru olduğunu ve çok seyahat ettiğini, ünlendiğini, Bologna’da iki yıl hapis yattığını ve dehşet verici işkencelere uğradığını… anlatır.

Yine Hegel onun hakkında şu yargıda bulunur: “Cardano kendi içerisinde derin derin düşünen ama aynı zamanda en çelişkili şekillerde birdenbire şiddete meylediveren son derece vahşi bir doğa taşıyordu; içinde ayrıca tüketici bir dinginsizlik kaynıyordu” der. Ve Yaşamım Üzerine kitabında kendi karakterine ilişkin sunduğu betimlemeleri şu sözlerle aktarır:

“Doğuştan felsefi ve bilimsel tipte bir zihnim var; nüktedan, zarif, terbiyeli, lüksten anlayan, eğlenceli, dindar, vefakâr, bilgelik aşığı, düşünceli, girişken, çalışkan, yardımsever, rekabetçi, yaratıcı, kendi kendini eğitmiş biriyim. Olağanüstü şeyler yapma özlemi taşıyorum, cingöz, hin, amansız, sırlar konusunda usta, ayık, özenli, umursamaz, çenebaz, dini küçümseyen, kinci, haset, melankolik, kötücül, hain, büyücü, sihirbaz, mutsuz biriyim; aileme karşı nobranım, çileciyim, çekilmezim, haşinim, müneccimim, kıskancım, ağzı bozuğum, bir iftiracıyım, uysalım, hercaiyim; bende bu tür çelişkili doğalar ve davranışlar bulunmaktadır.”

Ama ne olursa olsun, Cardano, Hegel’in de belirttiği gibi matematikte çok önemli bir isimdir. Aynı zamanda o, zamanının tıbbi görüşlerini ve uygulamalarını şiddetle eleştirendir. Tıbbi teşhislerin otopsi yoluyla doğrulanması gerektiğini savunan ve böylece patolojik anatominin gelişimine çok önemli katkı sunanlardan biridir.

Esas ününü hekim oluşundan daha ziyade matematikle ilgili yaptığı çalışmalarından alır. 1539’da aritmetik konusunda konferanslarını topladığı iki kitap ve bunlardan daha da önemlisi Matematik Uygulaması ve Özel Ölçümler’i yayımlar. Arkasından da 1545’te XVI. yüzyılın belli başlı matematik eserlerinden biri olan Büyük Sanat veya Cebir Kuralları’nı yayımlar. Üçüncü dereceden denklemlerin çözümü için şu ana dek sahip olduğumuz tek kuralı hâlâ ona borçluyuz. Şans Oyunları veya Zar Oyununun Kitabı adlı eserinde ise Blaise Pascal ve Pierre de Fermat’dan yüzyıl önce, ilk sistematik olasılık hesaplarını ortaya koymuştur.

1570’de, İtalya’nın hoşgörüsüzleşen ortamında Cardano’nun felsefi ve astroloji hakkındaki düşünce ve uygulamaları kuşku uyandırması nedeniyle, sapkınlık ve eşcinsellikle, yerleşik dini kural ve uygulamalara karşı çıkmakla suçlanır. Tutuklanır. Kardinal Boromeo’nun aracılığı sayesinde kısa bir dönem hapis yattıktan sonra, görüşlerinden dönme koşuluyla bağışlanır. Ama üniversitedeki işini ve kitap yayımlama hakkını kaybeder. Ölmeden önce, 74 yaşındayken itiraflarını da içeren Yaşamım Üzerine otobiyografisini yazar.

Cardano rüyalarla da ilgilenmiştir. Antonio Clericuzio onu tanıtan yazısında bu konuda şunları yazar: “Cardano rüyanın nedenlerini (doğal olsun, doğaüstü olsun) ve yorumlarını incelemeye büyük önem verir. Ona göre rüya deneyimi sıradan deneyimlere eklenir ve doğal veya doğaüstü olguların engin çeşitliliğine dair bilgilerin geliştirilmesine izin verir.”

1550’de, ansiklopedik nitelikte doğa felsefesi hakkında İncelikler Üzerine kitabını yazar. Bu kitabında çok sayıda doğal olguyu inceler ve bunlara dair özgün yorumlar yapar.

Cardano, Aristotelesçi felsefeyi şiddetle eleştirir. Yönelttiği eleştirilerden biri, “bu kadar yüzyıl boyunca insanlığa herhangi bir faydasının dokunmamış olmasıdır.”

Cardano makinelerin işleyişini de incelemiştir: Devir halindeki iki aks arasında hareketi artırmaya izin veren oynak eklemin (Cardano eklemi), Cardano süspansiyonu’nun ve şifreli kilidin icadını da ona borçluyuz.

9. Giordano Bruno

Giordano Bruno, 1548-1600 yılları arasında yaşamış İtalyan bir matematikçi, astronom ve filozoftur.

Düşünce tarihinin önemli isimlerinden biridir.

Evrenin sonsuzluğunu ve birden çok “dünya”nın varlığını savunmuş ve bu kuramıyla çağdaş bilime öncülük etmiştir.

Bruno, Napoli Krallığında dünyaya gelir. 1565 yılında Dominikenlerin yanına yerleşir ve orada felsefe, teoloji eğitimi görür. 1572 yılında papaz olarak görevlendirilir. 1575 yılında teoloji doktoru unvanını alır. Sapkınlıkla suçlandıktan ve dinsizlik iddiasıyla yargılandıktan sonra görevini bırakarak İtalya’dan kaçar, Roma’dan Cenevre’ye geçer. Orada Kalvinistler tarafından tutuklanır ve bu nedenle Protestanlığa geçmek zorunda kalır. Daha sonra Toulouse’da, ardından Paris’te ve Londra’da bulunur.

Londra’da bulunduğu süre içerisinde, Evrenin ve Dünyaların Sonsuzluğu Üzerine eserini ve 1584 yılında Paris’te yayımlanan Nedenler, İlkeler ve Birlik Üzerine adlı eserini yazar.

Copernicus’un düşünsel mirasçısı olan bu keşiş filozof, yani Bruno, “1592 yılında bir İtalyan soylusunun davetini kabul eder; Venedik’e geri döndüğünde Engizisyona ihbar edilir ve oradan Roma’ya götürülür. O andan sonra, yedi yıl sürecek olan işkencelerle dolu bir yargılama süreci başlar. Galileo’dan bile daha cesur davranan Bruno düşüncelerinden vazgeçmeyi reddeder ve kozmolojik ve teolojik ‘hatalarında’ diretmeye devam eder. Bruno asla teslim olmaz ve yakılarak idam edilme cezasına çarpıtılır; kendisine uzatılan haçın üzerine tüküren Bruno, 17 Şubat 1600 günü yakılarak can verir.”

“Düşünen aklın kahramanı” Bruno, ölüm hükmünü beklerken son derece anlamlı olan şu sözleri sarf eder:

Kendi kararını veren sizler, yapılanların bilincinde olan benden daha çok korkuyorsunuz.”

Tabii bu arada dinsel bağnazlar sadece Bruno’nun bedenini kazığa bağlayıp yakmakla kalmayarak; eserleri, -hem Katolikler hem de Protestanlar arasında sapkın ve ateist sayılarak- ya yakılıp yok edildi ya da gizli tutuldular.

Bruno’nun yakılışından çok uzun yıllar sonra, ünlü Alman filozofu Arthur Schopenhaure (1788-1860), İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya kitabının ekinde yer alan “Kant Felsefesinin Eleştirisi” başlıklı yazısına ait bir dipnotta, özgür araştırmayı başlatması nedeniyle Bruno’ya hayranlığını dile getirir ve sonrasında bir çağrısını dillendirir:

“Bruno kitabı della causa principio ed uno [Neden, İlke ve Tek Üzerine] için odun yığınlarının üzerinde yakıldı. Bu kitabın açılış sözlerinde Bruno, kendini yaşadığı çağda ne kadar yalnız hissettiğini açık ve zarifçe ifade eder ve aynı zamanda, kaderi hakkında bir önsezi de gösterir ki bu, onu tanımlamalarında tereddüt etmesine yol açar. Ancak bu tereddüttün üstesinden asil ruh halleri ile gelir ve doğru bildiğini ifade etmeye karar verir:

Doğurmanı engelleyen nedir, benim acı çeken zihnim,
Sen de mi eserini bu değersiz çağa sunuyorsun?
Gölgeler, karalara yayıldığında, yukarı kaldır
Zirvelerini, benim Olympos’um, ta yukardaki göklere
.

Onun diğer İtalyanca yazılarının […] yanında onun ana eserini okuyanlar, tüm filozoflar arasında dramatik bir etki için kullandığı felsefi olanı şiirsel güç ve eğilimle birleştirme konusunda Platon’a tek yaklaşanın o olduğunu benim gibi keşfedeceklerdir. Yazıları vasıtasıyla tanışıklık kurduğumuz o narin, ruhani ve düşünceli varlığı, onun yargıcı ve cellatları olan bayağı ve öfkeli rahiplerin ellerinde sadece bir hayal edip zamanın kendisine daha aydınlık ve ılımlı bir yüzyılı getirdiği için minnet duyarız. Öyle ki daha sonra gelen dünyanın, bu şeytani fanatiklere olan laneti esasen bizim çağrımızdır.”

Bruno, teolojik şüphelerinin, sözgelimi Meryem’in bakireliğiyle ilgili şüphelerinin bedelini Engizisyon yargıçlarının önünde ödedi. Fakat onun en büyük suçu, Tanrının aşkınlığıyla ilgili sıfatlardan birini -sonsuzluk sıfatı- yeniden doğaya atfetmesi olmuştur. Keşiş filozof Bruno’yla birlikte, yalnızca Tanrıya özgü olmaktan çıkan sonsuzluk sıfatı evrenin bir niteliği haline gelir. Böylelikle, sonsuzluk düşüncesini içeren kozmoloji anlayışında önemli bir atılım gerçekleştirir.

Bruno’ya göre, gerçek ilahi güç Doğa’dır; Tanrı dünyaya aşkın bir Yargıç değil, Evrenle özdeştir.

Böylesi bir bakış, doğal olarak Ortaçağ kozmolojisini paramparça eder. Öyle ki, Güneş bile ayrıcalıklı yerini kaybeder ve yalnızca içinde yaşadığımız mekanizmanın merkezi olmakla sınırlı hale gelir. Sayısız dünyalar içeren, sürekli dönüşüm halinde olan sonsuz bir evren, ezeli ve ebedi bir madde ve onun hiç bitmeyen üretkenliği… Bunlar Giordano Bruno’nun getirdiği temel kazanımlardır.

Copernicus ve Giordano Bruno’yla birlikte zihinsel devrim tamamlanır: Aristoteles ve Batlamyus’un kozmos anlayışları yıkılır ve evrenin sonsuzluğu düşüncesi giderek kabul görmeye başlar.

10. Baruch Spinoza

Baruch Spinoza, 1632-1677 yılları arasında yaşamış Portekiz asıllı Hollandalı Yahudi bir filozoftur.

Aydınlanmanın erken dönem düşünürlerinden ve 17. yüzyıl felsefesinin en önde gelen rasyonalistlerinden biri olarak kabul edilir.

O, “Bir üçgen, eğer konuşabilseydi, Tanrı’nın tam olarak üçgen biçiminde olduğunu ve bir daire ise kutsal gücün tam bir daire biçiminde olduğunu söylerdi. Yani herkes kendi niteliklerini Tanrı’ya atfeder” ve, “Felsefenin doğruyu bulmaktan başka gayesi yoktur; inanç ise itaat ve dindarlık gerektirir” der.

Felsefe tarihinde Spinoza çok önemli bir isme sahip olmasına rağmen talihsiz (ama onurlu) bir yaşam sürmüştür.

Spinoza, 1632’de Hollanda’nın Amsterdam şehrinde doğar. Ailesi haham olarak yetişmesi ve bu yönde gelişmesi için her türlü eğitim olanağını sağlar. İlk eğitimini sinagogda alır, hahamların rehberliğinde Kitab-ı Mukaddes (Eski Ahit) ile Talmud’u (Kutsal Metinleri) inceler. Erken yaşta İbranice öğrenir; teoloji-din çalışmalarının yanı sıra Latince, matematik, fizik ve tıp eğitimi alır; Yahudi ve Arap teologların çalışmalarını ve Yahudi Yeni-Platonculuğun bazı metinlerini öğrenme olanağını bulur. Ancak kısa bir süre sonra sinagog hahamlarıyla arası açılır ve felsefi düşünceleri nedeniyle 1655’te Cemaat Mahkemesi tarafından materyalistlik ve Tevrat’ı küçümsemekle, yani din düşmanı olmakla suçlanır ve pişman olmaya zorlanır.

Sorgulamada uzamın Tanrı’nın bir sıfatı olduğunu savunur.

Ve, 1656’da yayımlanan bir aforoz ilanıyla Yahudi toplumundan dışlanır.

Hegel, Felsefe Tarihi’nde bu tarihi olayı şöyle anlatır: “Talmut’un fantastik öğretileri konusunda yaptığı eleştiriler onların gazabını üstüne çekti. Sinagogdan uzun süre uzak durmadı ve hahamlar kötü sonuçlar için örnek teşkil edebileceği korkusuyla ona, eğer bu yerden uzak duracak ve dilini tutacak olursa her yıl bin Hollanda guleni vermeyi teklif ettiler. O bu teklifi geri çevirdi, hahamlar da uygulayacakları zulüm konusunda, ondan suikastla kurtulmayı düşünecek kadar ileri gittiler. Hançerlenmekten kıl payı kurtulduktan sonra Spinoza, Yahudi cemaatinden resmen geri çekildi, ama Hıristiyan Kiliseye de geçmedi.”

Bu gelişmelerden sonra Spinoza Amsterdam’dan ayrılır. Bir köyde mercek kesiciliği işini yaparak “mütevazı bir yoksulluk içinde” yaşar.

1660’da kendisini felsefeye adayan hekimler, zanaatkârlar ve tüccarlardan oluşan bir arkadaş çevresi oluşturur. Latince diline iyice yoğunlaşır ve Kartezyen felsefeye dair özel bir çalışma yürütür; R. Bacon, T. Hobbes, R. Descartes, G. Galileo ve J. Kepler gibi filozof ve bilim insanlarının çalışmalarını inceler. Ve, “Aklını rehber alan insanlar, tüm insanlık için arzu etmediği hiçbir şeyi kendisi için de istemezler” kendi deyişini kendine rehber edinir. 1677’de 45 yaşında veremden ölür.

“Spinoza hırslı değildir: çileci olmasa da sade bir hayat sürer; zevki ve mutluluğu yüceltir ve ‘neşeli duygular’ın ‘hüzünlü duygular’dan üstün olduğunu savunur.”

Dini, felsefi ve siyasi tavrı yüzünden hem yaşarken hem de ölümünden sonra uzun zaman boyunca suçlamalara maruz kalır ve “en büyük din düşmanlarından biri” olarak sayılır.

Oysa o, eserlerinin temel kaynağının “Tanrı sevgisi” olduğu söyler.

Çok sonraları ancak gerçek değeri anlaşılır ve saygınlığı geri verilmeye başlanır.

Spinoza aforizmalarının birinde haklı olarak şöyle der:

“Asıl huzur kaçıranlar, özgür bir ülkede baskı altında tutulmasının olanaksız olduğu düşünce özgürlüğünü, kısıtlamaya çalışanlardır.”

Spinoza’nın felsefe sisteminin merkezinde “töz” kavramı bulunur ve ona göre tek töz, “Tanrı ya da doğadır.”

İtalyalı yazar Umberto Eco, “Baruch Spinoza” başlıklı yazısında konuyla alakalı olarak şunları yazar:

“Descartes’ın düşüncesine göre, var olmak için başka hiçbir gerçekliğe ihtiyacı olmayan ilahi düşünen töz ile beşeri düşünen töz birbirinden ayrıdır. Spinoza’nın özgünlüğü, “monizm” olarak nitelenmiş olan tözün tekliği felsefesini geliştirmiş olmasında yatar. Tek bir töz, tek bir gerçeklik vardır, sonsuz nitelikler yoluyla tezahür eder, biz bunlardan sadece düşünce ile uzamı kavrayabiliriz, onlar da sonsuz bir biçim çoğulluğunun kaynağıdırlar. Tanrı’dan doğal gerçekliklere kadar varoluşun tamamı aynı yasalara itaat eder ve zorunlulukların hâkimiyetindedir. Töz kavramı, Tanrı ile doğa kavramlarını bir arada barındırır.”

Ve Umberto Eco devamında ise, Spinoza’nın erek/gaye ilgili düşüncesini açıklar:

“Spinoza her türlü gayeciliği eleştirir: hiçbir şey bir gayeyle hareket etmez. Matematiksel bir sistemde teoremler, sonuçlar ve yardımcı teoremler nasıl birbirinden kaynaklanırsa, olan ve gerçekleşen her şey de geometrik bir zorunluluktan dolayı gelişir. Tanrı ile ona bağlı şeyler arasındaki ilişki, bir üçgen ile özellikleri arasındaki ilişkinin aynısıdır. Dönemin bilimsel düşüncesinin ve Galileo’nun Dünya’nın matematik karakterleriyle yazıldığına dair fikrinin etkisinde kalan Spinoza, tözün matematik benzeri yasalarla düzenlendiğine inanır. Ancak bu bilimsel etki, onun düşüncesinde metafiziksel bir biçim alır, dolaysıyla Spinoza’nın yönteminin ‘geometrikliği’ harfiyen böyle düşünülmemelidir, ama Spinoza onu böyle düşünür.”

Spinoza’nın kendi felsefesini oluştururken izlemiş olduğu yöntemi de Hegel açıklar:

“…bu yöntem, Euklides’in uygulamış olduğu, içinde tanımlar, açıklamalar, aksiyomlar ve teoremler bulduğumuz geometrinin tanıtlamalı yöntemidir. Descartes bile, felsefi önermelerin matematiksel olarak ele alınıp kanıtlanması, onların matematikle aynı apaçıklığa sahip olması gerektiği konusunu kendi başlangıç noktası haline getirmiştir. Matematiksel yöntem apaçık oluşundan ötürü tüm diğer yöntemler karşısında üstün görülür; ve yeniden uyanışı sırasında bağımsız bilginin ilkin çok parlak bir örneğini gördüğünü bu formla rastlaşması doğaldır. Bununla birlikte, matematiksel yöntem spekülatif içeriğe uygun değildir.”

Spinoza’nın yayımlanmış çok sayıda eseri bulunmaktadır. Bunlardan dört tanesini kısa tanıtımlarıyla şöyle sıralayabilirim:

1. René Descartes’ın Felsefi İlkeleri. Metafizik Üzerine Düşünceler (1663). Bu eserin ilk kısmı Descartes’in düşüncelerini konu alır, ikinci kısım ise yorum ve eleştirileri içerir. (Hegel’in Felsefe Tarihi’nin Türkçe 3.ciltinde Kartezyen Felsefenin İlkelerinin Geometrik Yönteme Göre Bir Açılımı olarak ismi geçen kitap kanımca bu olmalı.)

2. Teolojik-Politik İncelemeler (1670). Spinoza bu eserinde ise kutsal metinlerin herhangi bir hakikat değil, sadece Tanrı’ya itaat ilkesini ve başkalarını sevme öğretisini içerdiğini öne sürer. Bu kitap, sansür ve zulümden sakınmak için anonim olarak ve uydurma bir basım yeri ile yayımcı adı verilerek yayımlanmıştır ama hiç şansı yoktur: Yayımlanmasından sonra Hıristiyan teologlar kitaba şiddetle saldırır, Amsterdam Kilise Konseyi (Kalvinist) “Dininden dönen bir Yahudi ve Şeytan tarafından Cehennem’de uydurulmuş” olduğu belirtilerek eleştirilir. Ve kitap 1674’te yasaklanır.

3. Geometrik Yöntemlerle Kanıtlanmış ve Beş Bölüme Ayrılmış Ahlak. Spinoza bu eserini 1674’te tamamlar ve eserin el yazmaları hayranları arasında dolaşıma girer.

4. Ethica/Etik. Spinoza’nın en önemli eseri şüphesiz Ethica/Etik’tir. Eser baskılar nedeniyle ancak Spinoza’nın ölümünde sonra yayınlanabilmiştir. Kitap tanımlar, önermeler ve kanıtlamalar üzerine kuruludur. Spinoza bu eserinde, doğa ve tanrı ile ilgili düşüncelerini ortaya koyar ve Tanrı’nın doğa, doğanın da Tanrı olduğunu anlatır. Spinoza’ya göre gerçek, doğa ya da Tanrı olarak adlandıracağımız tek bir varlıktan oluşur. Yani Tanrı evreni yaratmamıştır, tanrı evrenle özdeş bir varlıktır.

Kısacası, Spinoza realisttir. Ona göre, “Eğer gerçekler, bir teoriyle çelişiyorsa, ya teori değiştirilmelidir, ya da gerçekler.”

11. Galileo Galilei

Galileo Galilei, 1564-1642 yılları arasında yaşamış İtalyan bir astronom, fizikçi, mühendis, filozof ve matematikçidir.

Deneysel yöntemin kurucusu olarak bilinir.

Galileo, kütleçekimi ve hareket konusundaki öncü çalışmaları ve deneyle matematiksel analizi birleştirmesi nedeniyle, aynı zamanda deneysel fiziğin ve modern mekaniğin de kurucusu olarak kabul edilir. Ayrıca nabızölçeri de ilk olarak o bulmuştur.

Kısacası, Galileo, dünyaya dair geleneksel anlayışı yıkan kişidir.

Rönesans’ın bilimsel devrimine büyük katkıda bulunan bu düşünüre “matematiksel fiziğin babası”, “gözlemsel astronominin babası”, “modern fiziğin babası” ve “bilimin babası” gibi isimler takılmıştır.

Galileo, önce Floransa-Pisa’da tıp öğrenimi görse de bu konu fazla ilgisini çekmez. Öğrenimini yarıda bırakarak matematiğe yönelir. Astronomi ve fiziğe geleneksel biçimde felsefe açısından yaklaşma yerine matematiksel bir yaklaşımı seçer. 20 yıl boyunca Pisa Üniversitesi’nde matematik ve askeri mühendislik konularında ders verir. Aristoteles felsefesini kabul etmemesi nedeniyle meslektaşları tarafından eleştirilince bu üniversiteden ayrılıp Padua Üniversitesi’ne geçer. Sonrasında Floransa dükünün hizmetinde mühendis unvanıyla çalışmaya başlar.

1610 yılında Jüpiter ve Satürn gezegenleri üzerine yaptığı gözlemlerini Yıldızlardan Gelen Haberci başlığıyla kitaplaştırır. Kitap astronomi çevrelerinde büyük bir coşku yaratır ve kısa zamanda en çok okunan bilimsel eser olur. 1632 yılında İki Dünya Sistemine İlişkin Diyalog yayımlanır. Ardından da, gözlem ve dinamik alanında yaptığı deneyler ve bunlardan çıkarttığı sonuçları 1638’de yayımlanan İki Yeni Bilimle İlgili Söyleşiler (Toricelli ile birlikte) ve Matematiksel Deneyler eserlerinde toplar.

Galileo, “mekanik yapılar” üzerinde düşünerek kendi doğa anlayışını inşa eder, matematiğin diliyle yazılmış bir doğa düşüncesini ortaya koyar. Bu düşüncesiyle, doğru bilinen anlayışı bozar.

Ve Kiliseyle başı derde girer.

O dönem bilim dilinin Latince olmasına karşın Galileo kurgu nitelikli İki Dünya Sistemine İlişkin Diyalog adlı eserini İtalyanca yazar. Eserde diyalog iki yerine üç kişi arasında geçer. Kurgu kahramanlarından Simplicio karakteri Aristoteles öğretisini savunur ve bu nedenle diğer ikisi tarafından sürekli alaya alınır. Sagredo karakteri Galileo kendisidir. Üçüncü karakterde Sagredo’nun söylediği her şeyi onaylayan bir dosttur. Bu üç kişi arasında geçen tartışmaları eski astronomi ve fizik kavramlarının yanısıra dönemin felsefesini de çürütmek amacıyla kullanan Galileo buna karşılık Copernicus sistemini savunur ve gözlemlerinin yanısıra matematiksel kanıtlara dayanan teorilerin üstünlüğünü ileri sürer.

Ama, “1615 yılında, yani Galileo’nun İki Dünya Sistemine İlişkin Diyalog kitabını yayımlamasından on yedi yıl önce, o dönemde Papa olan V. Paul dünyanın dönüşüne ilişkin Copernicus teorisinin incelenmesi için Katolik Kilisesi ileri gelenlerinden oluşan bir heyet atamış ve bu heyet bir yıl süren çalışmalarından sonra teorinin İncil’e aykırı olduğu ve dinsizliğe çağrı çıkardığı gerekçesiyle Copernicus’un eserlerini ‘düzeltilene dek’ yasaklamıştı. Copernicus yasalarının baş savunucusu olan Galileo’ya da bu öğretiye bağlı kalması ve sözlü ya da yazılı olarak savunmayı sürdürmesi durumunda engizisyon mahkemesine çıkarılacağı yolunda bir uyarı yapılmıştı.”

Galileo bu uyarıya kulak asmaz ve kavga başlar.

J. D. Bernal, Galileo’nun Kilise ile kavgasını şöyle anlatır:

“Galileo’nun Katolik Kilisesi içinde başta tanışıklıkları çok eskiye dayanan Papa Sekizinci Urban olmak üzere çok güçlü dostları vardı, ama bunu yanısıra Aristoteles öğretisine karşı çıkışları ve astronomi konusundaki devrimci görüşleri nedeniyle çok sayıda düşman da edinmişti. Bir söylentiye göre bunlardan biri Papa’nın kulağına kitapta modası geçmiş görüşlerinden dolayı alaya alınan yaşlı Simplicio’nun kendisini temsil ettiğini fısıldamış ve bu da Kilise açısından bardağı taşıran son damla olmuştu. En azından o zamana dek kendisini desteklemiş olan Papa’nın kitabın yayınlanmasını izleyen dönemde Galileo’ya düşman kesildiğini ve engizisyon mahkemesince yargılanması emrini verdiğini biliyoruz.”

“Yargıçlarla Galileo arasında mahkeme salonunda süren tartışmanın gerçek Dünya’nın Güneş’in çevresinde dönüp dönmediğinden çok bu görüşün benimsenmesinin Kilise açısından ortaya çıkaracağı sakıncalardı. Şöyle ki: Eğer yeni sistem geçerliyse, eski sisteme göre Tanrının ve onun seçilmiş kullarının bulunduğu gökyüzünün yedinci katmanı ne olacaktı? Yeni sistemde buna yer verilmiyor ve bu durum Kilise için önemli bir sorun yaratıyordu. Bunun yanısıra yeni sistem dünyamızdan başka dünyaların da varolduğunu ileri sürüyordu (Buralarda da insanlar yaşıyorsa o zaman ne olacaktı?). Bu insanlar Hıristiyan mıydı? Değillerse neden değillerdi? Varsayımsal dünyalarda yaşayan varsayımsal insanların dinlerinin bazı kişileri bu denli ilgilendirmiş olmasının nedenini bilmiyorum ama gerçekten de engizisyon mahkemesinin ileri sürdüğü sakıncalardan biri buydu.”

“Katolik Kilisesi Galileo’yu mahkum etmek ve eserlerinin basımını yasaklamak yoluyla Güneşmerkezli sistem konusunun bir daha açılmamak üzere kapanmasını sağlamayı umuyordu. Bu beklentinin tam tersine bunu izleyen dönem bu görüşün yaygınlaşmasının başlangıcını oluşturmuştur.”

Çağdaşımız İranlı düşünür Daryush Shayegan (1935-2018) da, Batı’nın “kapalı dünyasını sonsuz bir evrene dönüştür”en Galileo’nun çalışmalarını ve bu çalışmaların yansımasını isabetli bir bakışla özetler: “Doğanın Galileo tarafından matematikleştirilmesi, doğa bilimlerinin ortaya çıkışını, bunun sonucunda da savaş silahlarının yetkinleştirilmesini ve denizciliğin gelişmesini olanaklı kıldı. Bu sırada Reform, Ortaçağ toplumlarını Kilise’nin boyunduruğundan kurtardı ve merkezi iktidarın güçlenmesine, yeni mutlakıyetçiliğin kurulmasına neden oldu.”

Dünyaya ender gelen bilim insanlarından biri olan Galileo Galilei’nin çalışmalarını, buluşlarını, kilise kurumunca mahkûm edilişini ve kendisine reva görülen sıkıntıları Jacqueline Russ’un doyurucu, duygulu ve sert anlatımında bulmaktayız:

“1590-1591 yıllarından itibaren, Galileo, De Motu (Hareket Üzerine) adlı çalışmasında, ağırlık ve hafiflik olgularının göreli niteliğini ortaya koyar. 1604 yılında, tek yönlü olarak hızlanan doğrusal hareket olgusunu ve uzamlar yasasını keşfeder. Bir hareket sırasında kat edilen uzam, zamanın karesiyle orantılıdır.

Böylelikle, cisimlerin düşüşü ile ilgili yasa ortaya çıkar ve bu yasa, hareketi nesnenin bir niteliği olarak tanımlayan Aristoteles fiziğinin tartışılmasına yol açar. Galileo’nun bilimsel düşünceye kazandırdıkları nelerdir? Duyularla algılanabilen nitelikler Galileo’nun sunduğu kazanımlardan bazılarıdır. Burada Aristoteles dinamiğinde karşımıza çıkan insan-biçimciliği hatırlamak gerekir: Doğal olarak durağan olan cisim, ona etki uyguladığımız için hareket eder. Bu noktada Galileo, doğal olguları yöneten yasaları matematiksel olarak ifade ederek, niteliksel ve insan-biçimsel bakış açısını devre dışı bırakarak bu alanda bir devrim yaratır. Doğanın matematik diliyle yazıldığı düşüncesinden hareketle elde edilen bütün bu sonuçlar, 1638 yılında, İki Yeni Bilim Üzerine Söylev’de dile getirilecektir. Toricelli ile birlikte kaleme alınan bu eser, Galileo’nun mekanikle ilgili bütün araştırmalarının bir sentezini sunar.

Bu bağlamda Galileo, modern evren tasavvurunu inşa eden kişi olarak karşımıza çıkar. 1638 tarihli Söylev’den önce, Galileo 1623 yılında kaleme aldığı II Saggiatore’de (Ayarcı), doğanın matematik diliyle yazıldığı düşüncesini dile getirir:

“Felsefe gözümüzün önünde daima açık duran bu devasa kitapta, yani Evren’de yazılıdır; fakat bu kitabı anlayabilmemiz için, öncelikle kitabın dilini anlamaya ve kitabı yazmak için kullanılan harfleri tanımaya çalışmalıyız. Bu kitap matematik diliyle yazılmıştır ve içinde kullanılan karakterler üçgenlerden, dairelerden ve diğer geometrik şekillerden oluşmuştur; bu karakterlerin yardımı olmadan herhangi bir insanın bu kitabın tek bir kelimesini bile anlayabilmesi imkânsızdır. Bunlar olmadan, karanlık bir labirentin içinde boşu boşuna dolaşıp dururuz.” (Ch. Chauviré, L’Essayeur de Galilée, …)

Burada bilimsel düşünce alanında yaşanan bir kopuşla karşı karşıyayız. Aristoteles’in gözünde, duyularla algılanabilen bir dünyanın bilim anlayışı (sublunaire, yani ay ve dünyayla sınırlı) salt betimseldir; oysa Galileo’nun gözünde bilim araştırmacı ve açıklayıcıdır: Matematiksel dil öncelikli hale gelirken, nitelikler ve nitel betimlemeler ortadan kalkar. Neyi göstermiştir bize Galileo? Gerçek fiziğin a Priori olduğunu göstermiştir:

“Teori olgudan önce gelir […] temel hareket yasaları (ve devinimsizlik), maddi cisimlerin zaman ve mekân içerisindeki davranışını belirleyen yasalar matematiksel bir yapıda olan yasalardır; şekillerin ve sayıların barındırdığı ilişkileri ve kuralları belirleyen yasalarla aynı yapıdadırlar. Bizler bu yasaları doğada değil, kendi içimizde, zihnimizde ve hafızamızda bulur ve keşfederiz, tıpkı eskiden Platon’un bizlere öğrettiği gibi.” (A. Koyre, …)

Bu düşünsel evrimi başlatan kişi olan Galileo -Copernicus’un takipçisi olarak- kozmolojik ve astronomik devrimde rol oynar. Dünyanın güneşin etrafından döndüğünü savunan Copernicus’un güneş-merkezli tezlerini savunur. Bruno gibi, Galileo de, kilise kurumunun Güneş dünyanın merkezidir düşüncesinin sapkınlık olduğunu ilân ettiğinde, kendisini savunmak zorunda kalacaktır.

1632 yılında, Floransalı bilgin bir Aristocu ile iki Kopernikçi arasında geçen İki Büyük Dünya Sistemi Üzerine Diyalog adlı eserini yayımlar; bu diyalogda, Aristotelesçi düşünceler Copernicus savunucularının sunduğu argümanlarla boşa çıkarılır. Bu durumda işler kötüye gitmeye başlar: Papa VIII. Urbain, Galileo’yu güneş-merkezli tezlerin öğretilmesini yasaklayan Kilise’nin uyarılarını (1616 tarihli ferman) dikkate almamakla suçlayan Engizisyon’un baskılarına boyun eğer. Galileo mahkûm edilir: Kutsal metinlere karşı olan “Güneş dünyanın merkezidir” öğretisini savunduğu için sapkınlıkla suçlandığını görür. Bruno kadar cesaretli olamayan, yakılarak idam edilmeyi kabul eden Bruno kadar kahraman olamayan Galileo tövbe kurumuna başvurmaya karar verir: Galileo söylediklerini geri alır, tövbe eder ve geri kalan ömrünü gözetim altında geçirir; bununla birlikte, bu konuyla ilgili çalışmalarına devam eder.”

1642’ye kadar Galileo Galilei, ziyaretçilerini kabul eder. 77 yaşındayken, ateş ve kalp çarpıntısı sebebiyle ölür. Toscana Grandükası II. Ferdinando onu Santa Croce Bazilikası’na gömerek anısına mermerden bir mozole yapmak ister. Bu planlar Papa VIII. Urban’ın ve yeğeni Kardinal Francesco Barberini’nin karşı çıkması sonucu iptal edilir ve Galileo’nun kâfirliği neden olarak öne sürülür. Böylece Bazilika’nın koridorlarından birinde küçük bir odaya gömülür.

1737 yılına gelindiğinde anısına bir anıt dikilir ve Bazilika’nın ana bölgesine taşınarak burada yeniden gömülür. Bu süreçte üç parmağı ve bir dişi alınır. Üç parmağından biri şu an Floransa Bilim Tarihi Müzesi’nde sergilenmektedir.

12. Thomas Hobbes

Thomas Hobbes, 1588-1679 yılları arasında yaşamış Britanyalı bir düşünür ve filozoftur.

Felsefede materyalizmi, etikte haz ahlakını, siyasette monarşiyi benimsemiştir; siyaset felsefesi, tarih, geometri, etik ve genel felsefe gibi pek çok alanla ilgilenmiştir.

Hobbes, 1588’de yerel bir mahalle papazıyla karısının oğlu olarak dünyaya gelir. 15 yaşındayken Oxford’a gider ve orada skolastik mantık ve Aristoteles felsefesini öğrenir. Oxford’tan sonra, Kont William Cavendish’in oğluna özel öğretmenlik yapar. Yaşamı boyunca bu ailenin yanında ve hamiliği altında çalışır. Kıta Avrupası’nda Pierre Gassendi ve René Descartes gibi entelektüellerle tanışır.

Hobbes, Descartes’ın İlk Felsefe Üzerine Meditasyonlar çalışmasına karşı İtirazlar’ını yayınlamış ve önde gelen matematikçilerle tartışmalara girmiştir. Karmaşık dönemde (iç savaş) siyasal ve dini görüşleri ya da bunlar aracılığıyla bazı imalarda bulunması gerekçe gösterilerek sık sık yerilmiştir. 91 yaşında ölmüştür.

Hobbes, matematiksel yöntemin hayranıdır. R. S. Woolhouse şunları yazar:

“Skolastik düşüncenin tüm yavanlıklarına rağmen, Hobbes, yüzyıllar boyunca doğal aklın tohumlarının yine de kimi meyveler vermiş olduğunu düşünür. Bunlardan dikkate değer üç tanesi, Öklid’in geometrisi, Galileo tarafından serbest düşen cisimlerin hareketine ilişkin yapılan çalışma ve William Harvey’in kan dolaşımını keşfidir. Hobbes’un geometriyi keşfi ve dünyayı anlamada hareketin öneminin bilincine varması, onun entelektüel gelişiminin de dönüm noktasıdır. Bunlar olmasaydı, o bugün kendisinin hatırlanmasını sağlayan felsefe eserlerinden hiçbirini üretemezdi. Geometri ve hareket hem ayrı ayrı hem de birlikte, onun Elements of Philosophy (Felsefenin Öğeleri) eserinin bütününe sinmiş haldedir.”

Ve yine R. S. Woolhouse’nin belirttiğine göre, Hobbes, 1629’da Sör Gervase Clinton’un oğlunun özel öğretmeni olarak Avrupa’ya ikinci kez ziyarete çıktığında, Cenevre’de bir centilmenin kütüphanesinde, Geometrinin Öğeleri’nin bir kopyasına rastlar; “Bu kitapta Öklid büyük miktarda geometri bilgisini metodik bir şekilde düzenleyip sistematik bir şekilde açıklamaktadır. Kitap, Pisagor’un dik açılı üçgenin kenarlarının göreli uzunluğunu keşfiyle başlar ve Hobbes, Öklid’in bu karmaşık fikri kanıtlamasına hayran kalır. Öklid’in, bu ilginç teoremi, başlangıçtaki az sayıda apaçık aksiyomlardan, temel koyutlardan (koyut: kanıtsız olarak doğruluğu varsayılan önerme-M.Ü.) ve belirli tanımlardan yola çıkarak, akıl yürütmenin kesin, berrak ve ikna edici bir şekliyle ortaya koymasıyla şaşkına döner. O andan itibaren Hobbes, Aubrey’in bize söylediğine göre, geometriye aşık olmuştur.”

Hobbes’un iki takıntısı olan geometri ve hareket, ilk kez 1630’ların başında kaleme aldığı İlk İlkeler Üzerine Kısa Risale’de bir araya gelmiştir.

Hobbes’e göre, dünya mekanik hareket yasaları tarafından yönetilen cisimlerin bütünüdür. İnsan ve hayvan bu bütünün bir parçasıdır. Onların fiziksel ve ruhsal yaşamları da tümüyle mekanik hareket yasalarına bağlıdır. Bu bakımdan tanrı, melek, ruh diye bir şey yoktur. Bunlar imgelemin ürünüdür.

İnsan insanın kurdudur” sözü de ona aittir.

Thomas Hobbes’in en ünlü eseri 1651 yılında yayımlanan Leviathan veya Bir Din ve Dünya Devletinin İçeriği, Biçimi ve Kudreti’dir.

Leviathan, Eski Ahit/Eyüp kitabında geçen bir canavarın adıdır ve Hobbes’ta ise her şeye egemen olan devletin simgesidir.

Hobbes, devleti Leviathan’a benzetir ve “Yeryüzünde onun benzeri yoktur. Korkmayacak şekilde yaratılmıştır. Altındaki her şeyi görür; ve bütün gurur oğullarının kralıdır.” Ama, ölümlüdür.

Bu eserini yazarken Hobbes, sanki biraz umutsuzdur. Platon’un Devlet adlı eserinde yazıldığı şekilde nasıl bir filozoflar devleti kurulmadıysa, kendisinin de düşlediği devletin olmayacağını düşünür ve bunu da şu sözleriyle ifade eder: “Benim bu çalışmamın, Platon’un devleti kadar faydasız olduğuna inanmak noktasındayım. Çünkü o da, egemenler filozof oluncaya kadar, devletin hastalıklarının ve iç savaşla yönetimlerin değişmesinin yok edilemeyeceği görüşünde idi.”

Thomas Hobbes Leviathan adlı eserinde, kısaca, egemene itaat edilmesi gerekliliğini anlatır. Ona göre, ailede babaya, kabilede şefe, orduda komutana, inanç sahipleri de dini önderlere itaat etmelidir. Bunların tümü de en üst kudret sahibi egemene, yani ejderha diye nitelendirdiği devlete itaat etmelerinin doğa yasası gereği olduğunu, egemene itaatin de bir toplumsal sözleşme olarak kabul edilmesi gerektiğini söyler. “Kılıcın zoru olmadıkça ahitler sözden ibarettir” der. İnsan doğası gereği, insan insanın kurdudur ve herkes herkesle savaş halindedir. Toplumsal barışın sağlanması, düzen ve güvenlik ancak devlete itaat etmekle olur: Devlet, hayvanı insana dönüştürür.

Benim Leviathan’da önemli bulduğum şeylerden biri de; feodal beylerin ve Katolik kilise liderlerinin tek otoriteye itaat etmelerini istenmesiyle artık feodalitenin tasfiye ediliş sürecine girdiğini ve Roma kilisesine değil, ruhani liderlerin uyrukları oldukları devletlerin egemenine (krala, halk meclisine…) itaatle de ulus-devleti öngörmesi ve siyaseti tanrı katından insan katına indirmesidir.

Thomas Hobbes, bir sonraki bölümde anlatacağım Pierre Gassendi’den her zaman “büyük bir hürmet ve saygıyla bahsetmiştir.”

13. Pierre Gassendi

Pierre Gassendi, 1592-1655 yılları arasında yaşamış Fransız bir düşünür, matematikçi ve Katolik rahiptir.

Fransa’nın güneyinde doğmuştur. Tam bir kilise adamıdır. Katolik bir rahip ve Digne Papazı olduğu gibi, aynı zamanda felsefe ve matematik profesörüdür.

Kepler, Galileo, Hobbes ve Descartes gibi pek çok akademisyen ve filozofla yakın ilişki içinde olmuştur.

Yazdıkları ve bilimin doğasına ilişkin yaptığı tartışmaları çoğunlukla teorik deneyciliğe ilişkindir. Ayrıca o aynı zamanda, astronomi, anatomi, optik ve hareket fiziğinin olgusal ayrıntılarına da ilgi göstermiştir. Doğa felsefesi ve matematik felsefesi alanında özgün düşünceler geliştirmiş; gözleme, deneye ve hesaplamaya dayanan modern bilimin gelişimine katkı sunmuştur.

Vejetaryen, içki içmez biridir. Thomas Hobbes’e göre, “Dünyadaki en yumuşak başlı doğaya sahip adamdı.”

Britanyalı filozof Roger Stuart Woolhouse (1940-2011) da, “Onun bu yumuşak başlılığı sadece Descartes’le girdiği karşıtlıkta bozulmuştur” der.

Gassendi, önce Descartesçı doğuştan düşünceler anlayışına karşı çıkmış ve bilginin esas kaynağının duyular ve tümevarım olduğunu öne sürerek, deneyci bir bakış açısı benimsemiş ve Antik Yunan atomculuğun kendi döneminde yeniden canlanmasında önemli rol oynamıştır.

Antik Yunan filozofu Epiküros’un düşüncelerini benimsedikten sonra, onu yeniden yorumlayarak Hıristiyanlık inancıyla mekanikçi bir atomculuğu birleştirir ve bu konuda, ölümünden sonra yayımlanacak olan Felsefi İnceleme kitabını yazar.

Aristoteles’in öğretilerinden hiç hazzetmez, Aristotelesçilere karşı Paradokslar Biçiminde İncelemeler başlıklı bir kitap yazar. Gassendi’ye göre, Aristotelesçiler, felsefe ve bilginin ilerlemesi konusunda tutucu ve engelleyicidirler. O, bilginin deneyim ve dünyanın dikkatli bir gözlemiyle elde edileceğini söyler.

Gassendi, matematikçi oluşunun da etkisiyle, tümdengelimden hiç vazgeçmez; felsefi atomculuğu geleneksel maddi yorumundan sıyırır ve onu, matematikle mekaniğin kendisine uygulanabileceği bir şekle büründürür.

R. S. Woolhouse’ye göre, Gassendi’nin fikirlerin edinilmesi ve biçimlenmesi hakkında söylediklerinin birçoğu sonraki düşünürler arasında beylik hale gelmiş ve John Locke (1632-1704) tarafından da daha ayrıntılı ve daha uzun uzadıya ele alınıp geliştirilmiştir.

14. René Descartes

René Descartes, 1596-1650 yılları arasında yaşamış Fransız bir matematikçi, bilim insanı ve filozoftur.

Modern felsefenin kurucusu olduğu kabul edilir.

Nietzsche, Descartes’ın “rasyonalizmin babası”, “Devrim’in dedesi” olduğunu, bazı yorumcular daha da ileri giderek, “Descartes’i sadece Batı felsefesinin değil, aynı zamanda ‘Batılı devrimci insanın da babası” olduğunu söyler. Burada söz konusu edilen devrim 1789 Fransız Devrimi’dir.

Descartes, 1596’da La Haye’de doğar. 11 yaşında Cizvit okuluna yazılır, daha sonra Poitiers Üniversitesi’nde hukuk okur. Ardından orduya katılır. Bu serüven sırasında Hollandalı bilim insanı Isaac Beekkman ile tanışır. Her ikisi de matematik ve fiziği tamamen birbirine bağlayan bir yöntem yaratmanın gerekli olduğuna inanmaktadır. Bu arkadaşlık Descartes’ın bilime merak sarmasına neden olur ve sonunda da onu, “felsefenin babası” olmasını sağlayacak bir yola sokar. Yaşamının çoğunu Hollanda’da geçirir ve tüm önemli yapıtlarını burada yazar. 1737’de yayımlanan geometri, optik, meteoroloji üzerine öncül çalışmalarının bulunduğu Metot/Yöntem Üzerine Konuşma kitabı ile epistemoloji ve metafiziğin temellerini atar. 1641’de İlk Felsefe Üzerine Meditasyonlar yayımlanır. Bu kitabı ile Descartes, “kuşku duyulmaz bilginin” temellerini atmış olur. Ve ayrıca, değişik tarihlerde yayınlanan Felsefenin İlkeleri ve Ruhun Tutkuları gibi çok sayıda kitap ve yazıyla düşüncesini tamamlamaya çalışmıştır.

Descartes sadece felsefeye değil, matematiğe de yeni bir ivme kazandırmıştır. Daha önce birbirinden ayrı olan ve sonsuz küçük hesap ve analizin keşfinde kullanılan geometri ve cebir alanlarını birleştirerek analitik geometrinin temelini atmıştır.

Hegel onun hakkında şunları yazar: “Doyumsuz bir hevesle her alana uzanmış, tüm sistemleri ve formları araştırmıştır; çalışmaları antik edebiyatın yanı sıra felsefe, matematik, kimya, fizik ve astronomi gibi konuları da içermektedir.”

Descartes tam bir sağlamcıdır. Kendi güvenliğini hep gözetmesi gibi, kendisinden önce oluşturulan düşünce sistemlerinin sağlam bir temele oturtulmadığını, bu nedenle kendi düşünce sistemini sağlam bir temele oturtmayı hedefler. Bunun için de önce toprağı, kumu, kili kazıyıp bir tarafa atar, ta ki temel atacağı sağlam zemini buluncaya kadar. Yani yanlış bilgileri bir kenara bırakır, matematiği uygulamaya koyar, ve şöyle der:

“Her şeyden öte, akıl yürütmelerindeki kesinlik ve apaçıklıktan ötürü matematikten keyif alıyordum. Ne var ki, matematiğin gerçek kullanımının henüz farkına varamamıştım ve sadece mekanik sanatlarda işe yaradığını düşündüğümden, böyle sağlam sarsılmaz temeller üzerine daha yüksek bir yapı kurulmamış olmasına şaşırıyordum.”

Kısacası, felsefesini oluştururken, yetkin bilgi modeli olarak gördüğü matematiği örnek almış ve amacı için mutlak olarak kesin olup, kendisinden hiçbir şekilde kuşku duyulmayan bir başlangıç noktası bulmaya çalışmıştır. Felsefede, matematikteki gibi, sağlam bir yönteme ve sağlam temellere sahip olabilirsek, felsefenin kapsamı içine giren konularda da kesin bilgilere sahip olacağımızı savunmuştur.

Descartes’ın en kalıcı miraslarından biri de, geometriyi tanımlamak için cebiri kullanarak Kartezyen veya analitik geometriyi geliştirmesidir. Descartes, denklemlerde bilinmeyenleri x, y ve z ile ve bilinenleri a, b ve c ile temsil etme geleneğini icat etmiştir. Ayrıca, kuvvetleri veya üsleri göstermek için üst simge kullanan “standart gösterime öncülük” etmiştir; örneğin, x kareyi belirtmek için 2’yi x2 şeklinde kullanmıştır. Cebir için bilgi sisteminde, özellikle soyut, bilinmeyen nicelikler hakkında akıl yürütmeyi otomatikleştirmek veya mekanikleştirmek için bir yöntem olarak kullanarak cebire temel bir rol biçen ilk kişidir.

Paolo Conte, “Analitik Geometri ve Descartes’ın Düzlemleri” başlıklı yazısında, analitik geometrinin Fransa’da aynı dönemde, birbirinden bağımsız olarak René Descartes ile Pierre Fermat’ın (1601-1665) araştırmaları sonucu olarak ortaya çıktığını; matematiğin bu dalının temel metni, Descartes’ın Yöntem Üzerine Konuşma’nın ekinde yer alan Géométri (Geometri) adlı eseri olduğunu belirtir.

Descartes, “Düşünüyorum, o halde varım” der; ve böylece düşünen varlık “aklı” fiziksel bedenden başka bir yere koyar.

17. yüzyılın sonlarına gelindiğinde artık düşünce dünyasının “kralıdır” o.

Rent Descartes sayesinde akıl, metot, düzen, cogito kavramları ve bunların yanında “bilimin teminatı olan ve düşüncenin zirvesini oluşturan Tanrı kavramı üzerinden yeni dünya tasavvuru” yapılandırıp şekillendirilir.

Ve kendisinden sonra gelecek olan Newton ve Leibniz’e güçlü bir dayanak noktası oluşturur.

15. Blaise Pascal

Blaise Pascal, 1623-1662 yılları arasında yaşamış Fransız bir matematikçi, fizikçi, mucit, yazar ve Katolik ilahiyatçıdır.

16 yaşındayken konikler üzerine bir inceleme yazar. 19 yaşında ise dişliler ve tekerleklerden oluşan mekanik bir toplama çıkarma yapan hesap makinesini tasarlar. Paris Mersenne Akademisi’ne kabul edildiğinde, ilk çalışmalarını doğa bilimleri ve uygulamalı bilimler alanında yapar. Torricelli’nin çalışmalarını genelleştirerek basınç ve vakum kavramlarını açıklığa kavuşturur. 1653 yılında hazırladığı ve Pascal üçgeni olarak bilinen aritmetik üçgen üzerine incelemesini, binom çarpanlarını uygun bir tablo halinde tanıtır. 1646 yılında kardeşiyle birlikte Katolik hareketlenmeler içerisinde aktif olarak yer alır, 1654’ün sonlarında da dini tecrübelerini kullanarak felsefe ve teoloji alanında etkili çalışmalar üretir. 1658’de “Geometri Üzerine Genel Düşünceler Geometrik Ruha ve İkna Etme Sanatına Dair” başlıklı yazısını yazar. Pascal’ın sağlığı 18 yaşından sonra bozulur ve 39. doğum gününden 2 ay sonra da ölür. En bilinen temel eseri Düşünceler’dir.

Pascal ile sohbet etme şansını bulanlardan biri olan M. de Sacye onunla ilgili şunları yazar:

“Matematik alanında ona boyun eğmeyecek ehil insan yoktur. O sıra tüm alimlerin ağzında olan meşhur rulet buna tanıktır. Adeta bakırı canlandırıp, tunca düşüncenin gücünü verebildiği herkesin malûmu. Her birinin üzerinde ilk on rakam bulunan düşünmeyen küçük çarkları öyle bir düzenlemiş, sanki dilsiz makineleri öyle konuşturmuş ki bunlar, en alim olanların dahi kafasını kurcalayan sayılarla ilgili güçlükleri oynayarak çözmeleri için en aklıbaşında insanlara açıklamalar sağlamıştır: Bu makineyi herkesin ona hayran olacağı -kendi gözlerimle gördüm- seviyeye çıkarmak ona öyle bir adanma, özen ve zihin gayretine mal olmuştur ki üç yıl boyunca bu hep kafasını meşgul etmiştir.”

Zaten Blaise Pascal’ın dindar bir Hıristiyan olmadan önce bir kumarbaz olduğu, olasılık teorisini ve kumarın parasal değerini olasılık hesabı kullanarak bulacak bir yöntem geliştirdiği bazı kaynaklarda belirtilmektedir. Yine bazı kaynaklarda dindar olduktan sonra Tanrının varlığını dahi olasılıkla, bahis/kumar diliyle ifade ederek “fayda düşüncesi” üzerinden imanı temellendirmeye çalıştığı belirtilmektedir.

Pascal, “Descartes’ı hem kabul eden ve hem de eleştiren, Descartes’ın matematiksel yöntemin kullanım alanını genişletmek istediği yerde, matematiksel yöntemin başka alanlara uygulanabilirliği ve yararı konusunda kuşkucu bir tavır” takınır.

Ve biraz da sanki Descartes’ten hazzetmez gibidir: “Feraset sahibi insanlara sormak isterim, acaba şu iki ilke Descartes ile aynı şeyi dokuz asır önce söylemiş Aziz Augustinus’un zihinlerinde aynı mıdır? ‘Madde doğal olarak düşünceye tümden yeteneksizdir.’ ve ‘Düşünüyorum, o halde varım.’” diye not düşer.

Yani örtük bir şekilde Descartes’ın hem kopya çektiğini ve hem de farklı düşündüklerini söyler.

M. de Sacye bunun ipuçlarını biraz verir; Pascal’ın Hıristiyan filozof ve tanrıbilimci Aziz Augustinus’la “her konuda hemfikir” olduğunu belirtir.

Blaise Pascal sadece dini konular, felsefe ve matematik hakkında değil, tarihi olaylar hakkında da kendine özgü saptamalarda bulunur. Örneğin, MÖ 2 Eylül 31 günü Octavianus’un komutasındaki Roma güçleriyle Marcus Antonius ve Kleopatra’nın kontrolündeki güçler arasında Yunanistan’ın batı kıyılarındaki Aktium önlerinde yapılan deniz savaşında Marcus Antonius ve Kleopatra’ya bağlı güçler (yani Mısırlılar) yenilince; Blaise Pascal, Roma ve Mısır arasında yapılan bu savaşla ilgili tarihe şu notu düşer:

Kleopatra’nın burnu biraz daha küçük olsaydı, bütün dünya tarihi daha farklı olabilirdi.”

Olasılıklar teorisinin temelini atan ve ilk hesap makinesini icat eden kişi olan Pascal, doğa boşluğu sevmez şeklindeki önyargıya son vermiştir. Açıkça Galileo’nun mahkûmiyetine karşı çıkmış, Copernicus’un kozmoloji alanında yaptığı devrimi benimsemiş ve sonsuz şeylerin varlığını kabul etmiştir; sonsuzluk kavramını kendi matematiksel araştırmalarında kullanmıştır.

G. W. Leibniz daha sonra Pascal’ın hesap makinesini geliştirip çarpma ve bölme de yapar duruma getirmiştir.

16. Isaac Newton

Isaac Newton, 1643-1727 yılları arasında yaşamış Britanyalı bir fizikçi, matematikçi, astronom, mucit, simyacı, teolog ve filozoftur.

Newton, İngiltere’nin Grantham şehrinin yakınlarındaki Woolsthorpe’da bir erken doğum sonucu dünyaya gelir. Dünyaya geldiğinde oldukça zayıf bir çocuktur ve hatta ilk günlerinde hayatta kalacağı dahi şüphelidir. Ama hayatta kalmayı becerir ve 1661 yılında Cambridge’de Trinity College’a girer. Burada üç yıl boyunca cebir, geometri ve trigonometri dersleri alır, Latince ve Antik Yunancayı öğrenir. Özel bir matematik incelemesi yapar. Ayrıca bu dönemde Galileo ve Kepler’in eserleriyle de tanışır ve oldukça etkilenir. Ve burada Descartes gibi ünlü felsefecilerin çalışmalarını da okur.

Newton dünyaya yaklaşık olarak iki ya da üç yüzyılda bir geldiğini söyleyebileceğimiz ender görülen türde bir bilim insanıdır. Bu nedenle olmalı ki, şair Alexander Pope’un, “Newton’ın mezar taşı olarak yontulan mısraları, o büyük adamın doğuşunu ikinci bir Yaratılış’a” benzetir:

Doğa ve Doğanın yasaları Gecede gizliydi
Tanrı dedi ki: Newton olsun! Ve hep Işıktı.

Newton, 1687 yılında yayımladığı Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri kitabıyla klasik fizik mekaniğinin temelini oluşturur. Bu eser, evreni yöneten ilkeleri açıkladığı için dünya tarihinin en önemli bilimsel kitaplarından biri olmuştur. Bu eserle birlikte kendi adıyla anılan evrensel kütleçekim yasası ve üç hareket yasasını ortaya koymuş ve yaratmış olduğu bu etki, bilim tarihindeki kilometre taşlarından biri olmuştur. Newton’ın evrensel kütleçekimi ve hareketin üç kanunu, sonraki üç yüzyıl boyunca bilim dünyasına egemen olmuştur.

Felsefeyle oldukça ilgilenen Newton, Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri kitabının önsözünde düşünce ve çalışma anlayışını şu sözleriyle açıklar:

“Antik Çağ düşünürlerinin mekanik bilimini doğal olguların araştırılmasında en önemli araç olarak görmüş olmaları, doğadışı tanımlamaları yadsıyan çağdaş bilim adamlarının da bu olguları matematik yasaları ile açıklamaya çalışmaları nedeniyle bu kitapta matematiği felsefe ile bağlantılı olarak ele almayı uygun buldum.

Eskiler mekanik bilimini biri teoriye diğeri uygulamaya dayanan iki ayrı biçimde incelemişlerdir. İnsanların elleriyle oluşturdukları her şey uygulamalı mekanik alanına girer. Diğer yandan bu yoldan ortaya çıkarılanlar kusursuz bir doğruluk düzeyinde olmadığı için mekanik ile geometri arasında mekaniğin aleyhine bir farklılık belirmekte ve kusursuz olanın geometrik olarak tanımlanmasına karşılık bu düzeye erişemeyenler mekanik alanında yer almaktadır. Buna karşılık kusur sanatın kendisinde değil, sanatçıda aranmalıdır. Mekanik ustası yeterli titizliği gösterirse mekanik bilimi de geometrinin kusursuzluğuna sahip olacaktır, zira geometrinin temelini oluşturan doğruların ve dairelerin kusursuzluğunu tanımlayan bilim mekaniktir.

Diğer yandan ben sanatla değil felsefeyle ilgileniyorum ve insan eliyle yapılanlardan çok doğanın eserlerini anlatmak amacını taşıyorum. Yerçekimi, gravitasyon, esneklik, sıvıların direnci ve benzeri diğer kuvvetlerle ilgili konulara yöneldiğim için de bu kitabı felsefenin matematiksel ilkeleri olarak sunuyorum, zira kanımca felsefenin tümü (ki bunun yaldızlı harflerle yazılması gerekir) doğadaki kuvvetlerin araştırılmasından ve bu kuvvetlerden yola çıkarak diğer olguların anlaşılmasından oluşmaktadır.”

Kısacası Newton, gökyüzünün sırlarını çözümleyerek dünyadaki nesnelerin hareketleri ile gökyüzündeki nesnelerin hareketlerinin aynı doğal yasalar ile yönetildiklerini kendi kütleçekim kanunu ve Alman gökbilimci Johannes Kepler’in gezegen hareketleri kanunu arasındaki tutarlılıklar ile göstermiştir. Modern fiziğin kurucularından olmuştur. Newton aynı zamanda ilk yansıtmalı teleskobu geliştirmiş, beyaz ışığın bir prizmaya tutulduğunda farklı renklerden bir tayf yapması gözlemi sonucu –sonradan yanlışlığı ispatlansa da- bir renk kuramı da oluşturmuştur.

Antonio Clericuzio, “Isaac Newton” başlıklı yazısında, Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri (1687) kitabı üzerine şunları yazar:

“Newton’un en ünlü eseri olan Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri, üç kısım veya kitaptan oluşur. İlkinde hareket halindeki cisimlerin dinamiğinin genel ilkeleri ele alınır; ikincisinde sıvıların mekaniği ve dalga teorisi işlenir; üçüncüsünde mekanik ilkeleri evrenin tamamına uygulanır. Newton İlkeler‘le yeryüzü fiziği ile gökyüzü fiziğini birleştirme sürecini tamamlar. Doğa olgularının matematiksel yasalara indirgenebileceği fikrinden hareketle, Newton tek bir yasanın, yani yerçekimin hem Dünya’da cisimlerin düşüşünü hem de gökcisimlerinin hareketini açıkladığını savunur.”

Ama Descartes bu düşünceye katılmaz. Matematiksel fizikçi David Ruelle, Raslantı ve Kaos kitabında bu konuda şunları yazar:

“Newton’un görüşleri zamanında birçok bilimadamı için şaşırtıcı olmuştur. Özellikle René Descartes gökcisimleri konusunda Newton tarafından ileri sürülen ‘birbirine uzak kuvvetler’ kavramını kabul etmeyerek bu görüşü anlamsız ve mantık dışı olarak nitelemişti. Newton’a göre fizik bir gerçek parçasını ele alıp buna bir matematik teorisi katmak ve bilinen gerçekleri bu yoldan kanıtlamaktı. Böyle bir yaklaşımı fazla basit bulan Descartes ise birbirine uzak kuvvetlerden çok, üstüste binmiş iki dişli gibi yakın temas durumunda olan kuvvetleri ele alan mekaniksel bir açıklamayı yeğlemekteydi. O zamandan bu yana fiziğin geçirmiş olduğu evrim Newton’un halkı olduğunu göstermiştir. Descartes bir parçacığın konumu ve hızının aynı anda kesinlikle saptanamadığı kuantum mekaniğini tanımış olsaydı acaba ne düşünürdü?”

Hegel de, Newton’un felsefesini felsefi açıdan biraz önemsemez gibi bir tavır takınır:

“Newton’un Felsefesi Doğa Biliminden, yani Doğanın yasalarına, kuvvetlerine ve genel yapısına dair gözlem ve deneyimden türetilen bilgilerden başka bir şey içermez” der; ama aynı zamanda John Locke’un (1632-1704) felsefesinin popüler olmasına ve İngiliz felsefe irdeleme yönteminin benimsenmesine çok önemli katkılar sunduğunu da belirttir.

Ama dönemin bazı düşünürleri, Newton’un doğa bilimlerinde gösterdiği müthiş başarıdan ve her şeyi sağlam dayanaklar üzerinden hesap ve ölçüye dayandırmasından dolayı, hayranlıkla, “ahlâk bilimlerinin Newton’ı” olma özlemlerini dille getirirler.

Bu bağlamda Kant da, “Zihnin Newton’ı” olarak Jean-Jacques Rousseau’yu işaret eder ve onu “ikinci bir Newton” olarak tanımlar.

Çağdaşımız İranlı düşünür D. Shayegan ise, Yaralı Bilinç adlı eserinde, “Dekartçı rüyaya vücut veren Newton’dur” der ve ekler:

“Kopernik, Kepler, Galileo ve Descartes gibi öncellerinin çalışmalarını güçlü bir sentezde toplayıp, yeni paradigmanın bilimsel doruğu haline gelmiştir. Ondan sonra her şey, 19. yüzyıl sonuna kadar düzene girmiştir. Dünya, değişmez yasalar tarafından çalıştırılan bir makine gibi işlemiştir. Ve bu model o kadar güçlü, o kadar ikna edici bir hale gelmiştir ki yalnızca saf bilimleri değil, insan bilimlerini de etkilemiştir.”

Newton, matematiksel keşifleri ve fizik çalışmaları sebebiyle çok tanınan ve günümüz bilim insanları tarafından bilim tarihinin en etkili insanlarından biri olarak kabul edilmektedir. 1999 yılının sonlarında, 100 ileri gelen fizikçiyle gerçekleştirilen milenyum oylamasında Isaac Newton, tüm zamanların en iyi fizikçileri arasında Albert Einstein’dan sonra 2. sırayı almıştır. Ünlü bilimkurgu yazarı Isaac Asimov da, Newton’dan “tarihin en büyük bilim insanı” olarak bahseder.

Fizik, kendini Metafizikten koru” onun şiarıydı; ki bu, Bilim kendini düşünceden koru demektir.

Yasa, öngörü, varsayım, kontrol, program… Bu kavramlar Newtoncu fiziğin ve “mekanik kültürün” sözlüğünü oluşturan kavramlardır. Ve yine bu kavramlar aynı zamanda Newtoncu yönetim düşüncesinin kilit sözcükleridir. Esaslarını bu kavramların oluşturduğu düşünce ve yönetim anlayışı çok farklı bir şekilde her şeyi yeniden şekillendirip hızlandırmış ve bunun bir sonucu olarak modern gelişme alabildiğine çok hızlı bir gelişme göstermiştir.

Ama bu böyle sürmez, her şeyin bir sonu vardır; gün gelir Kuantum teorisi Newtoncu yönetim anlayışını tahtından indirir. Bu durumu, Britanyalı düşünür John Desmond Bernal yüzyıllarca sonra Tarihte Bilim kitabında şu sözlerle ifade eder:

“Kuantum teorisi gerek eski biçimiyle fakat daha çok da yeni biçimiyle Newton fiziğinin temellerini daha da sarstı. Bu devrim, Rönesans’ta Aristo’nun tahtan indirilmesi kadar önemli ve yeni gelişmelere gebe bir devrimdi.”

17. Gottfried Wilhelm Leibniz

Gottfried Wilhelm Leibniz, 1646-1716 yılları arasında yaşamış matematikçi, filozof, hukukçu ve dönemin idarecilerine danışmanlık yapmış bir Alman entelektüeldir.

Matematik ve felsefe tarihinde önemli bir yeri vardır.

Leibniz olay ve olgulara bütünsel bakan biridir. Ona göre, “Evrende her şey sıkı sıkıya birbirine bağlanmıştır, tıpkı bir okyanus gibi tek parça halindedir: En ufak hareket bile etkisini her tarafa yayar.”

Almanya’ya yerleşmiş Slav kökenli Lutherci bir aileden gelir Leibniz. Babası üniversite hocasıydı, ahlak dersleri veriyordu. Annesi ise bir hukuk profesörünün kızıydı. Yaşamının büyük bir bölümünü babasından kalan kitaplıkta geçirir ve kendi kendine Yunanca ve Latince öğrenir. Platon ve Aristoteles’i, daha geniş çerçevede Eskiçağ’ın tüm filozoflarını inceler. On beş yaşından sonra Galileo Galilei ve Descartes’e yönelir ve on beş yaşında Leipzig Üniversitesi’ne girdiğinde kendi felsefesinin temellerini atar. Leibniz bu genç yıllarında daha çok Descartes mekaniğine ilgi duyar ve bu da onu matematiğe yöneltir.

Hegel, “Onun öğrenim etkinliği tarihsel, diplomatik, matematiksel ve felsefi konulara da uzanıyordu” der.

Devamında ise, “Leibniz sadece Felsefede değil, aynı zamanda son derece değişik bilim alanlarında yoğun bir emek ve enerji harcamıştır; özellikle ilgi gösterdiği alan ise matematikti, integral ve diferansiyel hesaplama yöntemlerini” onun icat etmiş olduğunu söyler.

Leibniz, 1676’da Pascal’ın yapmış olduğu hesap makinesini geliştirir, sadece toplama çıkarma yapan makine bundan böyle çarpma ve bölme de yapar duruma getirilir, hatta kök alma işlemlerinde de kullanılabilecek şekilde. Aynı yıl Britanyalı ünlü fizikçi, matematikçi, gökbilimci Newton’la görüşür ve bu görüşmeden sonra Newton’la araları açılır.

Aralarının açılmasının nedeni, Leibniz’in diferansiyel hesabını bulup insanlık tarihinde en önemli buluşlardan birine imza atmış olmasıdır.

Sonrasında diferansiyel hesabını Newton mu buldu, Leibniz mi tartışması başlar. İngilizler ve Almanlar arasında sahiplenme konusunda bir çekişme yaşanır. Ama çoğu bilim insanı diferansiyel hesabını Leibniz’in bulduğunu söyler ve de onaylar.

İngiliz bilim felsefecisi Adrian Berry, Bilimin Arka Yüzü adlı kitabında yer alan “Isaac Newton’un Kötülükleri” başlıklı yazısında, bir insan bilim insanı olsa bile, hırs ve üstün gelme duygusunun insanın nasıl gözünü kararttığı ve ona nasıl yakışmaz şeyler yaptırdığını ünlü İngiliz fizikçi, astronom, teorisyen ve yazar Stephen Hawking’den aktardığı bir alıntıda görmekteyiz:

“Çok daha ciddi bir kavga da Alman filozof Gottfried Leibniz ile oldu. Leibniz ile Newton birbirlerinden habersiz olarak matematiğin sonsuz küçükler hesabı (diferansiyel hesabı) denilen ve modern fiziğin büyük ölçüde temelini oluşturan bir alanını geliştirmişlerdi. Artık bu hesabı Newton’un Leibniz’den yıllar önce bulduğunu biliyoruz, ama o çalışmasını daha sonra yayımlamıştı. İlk kimin bulduğu konusunda, iki tarafı gayretle savunan bilim adamlarının da yer aldığı büyük bir tartışma oldu. Ancak Newton’u savunan yazıların çoğunun Newton’un kendi elinden çıkmış –ama arkadaşlarının imzasıyla yayımlanmış- olması (!) kayda değer. Leibniz, kavga büyüyünce, tartışmayı bir sonuca bağlaması için Kraliyet Derneğine başvurmak gibi bir hataya düştü. Newton, başkan olarak, soruşturmayı yapması için ‘tarafsız’ bir komite kurdu, ama rastlantıya bakın ki komite tamamen Newton’un arkadaşlarından oluşmuştu! Fakat hepsi bu değildi: Komitenin yayımladığı ve Leibniz’i resmen fikir hırsızlığıyla suçladığı raporu da Newton’un kendisi kaleme aldı. Bununla da yetinmeyip ardından Kraliyet Derneğinin kendi dergisinde rapor üzerine imzasız bir yazı yazdı. Leibniz’in ölümünün ardından Newton’un ‘Leibniz’in kalbini kırmaktan’ büyük zevk aldığını söylediği belirtilir.”

Sinan Sertöz: Eskiden çakıl taşları kullanılarak hesap yapılırdı, “Newton ve Leibniz’in geliştirdiği hesap tekniğine Latince ‘çakıl taşı’ anlamında ‘calculus’ dendi. Türkçe’de de biz bu hesap tekniğine ‘yüksek matematik’ ya da ‘analiz’ diyoruz” açıklamasını yapmaktadır.

Leibniz’in önemli çalışmalarından biri de, felsefe dilini basitleştirmek ve felsefi araştırmayı matematiksel araştırmaya benzer kılmak düşüncesi ile Genel İşaretler Dili tasarlamasıdır. Descartes’ın her şeyi kapsamaya çalışan evrenselci bakış açısına uygun bir biçimde, matematiği andıran ama matematikle doğrudan yakınlığı olmayan, ancak tüm temel sorunları matematikte olduğu gibi apaçık bir biçimde çözmemize olanak veren evrensel bir bilim kurabilmek için uzun yıllar çaba gösterdi; düşüncenin alfabesini ve yazısını bulmaya girişti. Afşar Timuçin, şayet “Leibniz bu evrensel dil düzenini gerçekleştirebilmiş olsaydı bilimsel buluşlar raslantıya kalmaktan kurtulacaktı, hatta belki de bilimsel çaba özel olarak öngörüyü gerektirmeyecekti: raslantısalın yerini tümüyle ussal dayanakları olan bir teknik uygulama almış olacaktı. Her ne olursa olsun, Leibniz’in bu tasarısı bir dilek olmadan öteye geçmedi” diye belirtir.

Leibniz 1679 yılında bu tasarısıyla ilgili Hannover Dükü’ne yazdığı bir mektupta şunları yazar:

“Eğer Tanrı Siz Yüce Efendimize bana tahsis etme lütfunu gösterdiğiniz 1200 gümüş sikkeyi sürekli bir gelire dönüştürme düşüncesini esinlerse, Ramon Llull(6) gibi mutlu olacağım, belki de bunun karşılığında daha büyük bir hizmet sunarak… Çünkü ayrılıklarında bir yargıç, bir kavram yorumcusu, bir olasılıklar cetveli, deneyimler okyanusunda bize yol gösterecek bir pusula, bir nesneler envanteri, bir düşünceler çizelgesi, var olan şeyleri irdelemek için bir mikroskop, uzak olanları kestirmek için bir teleskop, genel bir Hesap, masum bir büyü, hayal ürünü olmayan bir Kabala(7), herkesin kendi dilinde okuyacağı bir yazı, hatta birkaç haftada öğrenilebilecek ve tüm dünyada yaygınlık kazanacak bir dildir. Ve bu dil, gittiği her yere gerçek dilini götürecektir.”(8)

Almanların “ilk” büyük filozofu olan Leibniz’in felsefesi başta da belirttiğim gibi bütünsel bir felsefedir. “Kadim felsefe” ifadesi de Leibniz tarafından kullanıma sokulmuştur.

Susan Neiman, Alternatif Bir Felsefe Tarihi olarak sunduğu Modern Düşüncede Kötülük kitabında, doğal ve ahlaki kötülükleri önlemediği ya da bunlara izin verdiği için suçlanan Tanrıyı temize çıkarmaya çalışmasından dolayı Leibniz’in “Tanrının Avukatı” olarak nitelendirildiğini yazar. Ve:

“Leibniz, Tanrıyı savunma sürecinde O’nu gücünden etti. Tam anlamıyla söylersek, Leibniz, Yaradan’ı bizim anlamlı bulacağımız terimlerle anlama ihtiyacımızı karşılamada öyle ileri gitti ki, bize, kendi suretimizde yaratılmış bir Tanrı verdi. Hegel onu, açık bir pazardaki satıcıya benzetti: Leibniz’in Tanrısı, yalnızca elindekini verebiliyordu. Ürün mükemmel değilse söylenmemeliyiz, aksine, alabileceğimizin en iyisi olduğunu öğrenip şükretmeliyiz.”

Afşar Timuçin de Leibniz’in felsefesine dair şunları yazar:

“Leibniz belli konulara ağırlık vermek yerine bütünü kapsayan bir açıklama getirmeye çalışır. […] Ona göre en olumsuz görünen düşüncede bile yararlı bir yan bulabiliriz. […] O, felsefesini temellendirirken, aynı zamanda din ve ahlak birliğini sağlamak, dini ve ahlakı usun aydınlatıcı gücüyle temellendirmek istemiştir. Burada onun salt dinci ya da usçu bir tutum içinde olduğunu düşünmek yanlışa düşmek olur.”

“Leibniz matematiği sağlam bir dayanak olarak görür. Ancak o her şeyden önce bir metafizikçidir, bu yüzden öncelikle nedenler araştırmasına yönelir.”

Leibniz birçok konuda çok sayıda eser kaleme almıştır. 1686’da felsefesinin bütününü özetlediği, ince/küçük olmasına karşın temel kitaplarından biri sayılan Metafizik Üzerine Konuşma’yı yazar. Bu eserinde Tanrı’yı geniş çerçeveli bir biçimde tanıtmaya girişir ve ileride “monad” diye belirleyeceği “bireysel töz”ü açıklar. Bu eser Leibniz’i kavramakta çok önemli bir kaynaktır. Aynı yıl yine Descartes’ın “önemli bir yanılgısıyla ilgili” kısa bir belirleme eserini yazar. Bu kitabında Descartes’ın cisimlerin çarpışmasıyla ilgili kuramını eleştirir.

Ve yine Afşar Timuçin’e göre, Leibniz ömrü boyunca Almanya İmparatorluğu sınırları içinde kalan kiliseleri birleştirmeye çalışmıştır. Ama birleştiremez. “Üstelik bu son derece inançlı filozof yaşamının sonlarında inançsızlıkla suçlandı ve kendi kabuğuna çekildi. Yaşamın çirkinlikleri, dünyaya sonuna kadar açık bir düşünürden bir yalnız adam yaratmayı başarabildi.”

Ancak o, bir filozof olarak, bir bilim insanı olarak önemini hiç yitirmedi; çünkü ilerleme ya da gelişim fikrini ilkin onda buluruz.

Leibniz’in dille ilgili de önemli bir belirlemesi var: “Dil, zihnin aynasıdır” der. Bence dil, “zihnin aynası”ndan çok daha fazlasıdır, bir ulusun varoluşunun bizatihi kendisidir. Bir ulusu ulus yapan etmenlerin en başında gelir. Dil, kültürlerin yapıtaşıdır. Doğrudan bireyin kimliğiyle alakalıdır. Her ulus kendi diliyle birlikte gelişip ilerler…

Ki, Hegel de bu konuda hem önemli bir uyarıda bulunur ve hem de Leibniz’i eleştirir:

“Leibniz çoğunlukla Latince veya Fransızca yazmıştı. Bu önemli bir meseledir, çünkü daha önce belirttiğimiz(9) gibi, bir bilimin bir ulusa ait olduğunu söylemek ancak ulus ona kendi dilinde sahipse mümkündür ve bu özelliklede Felsefede şarttır. Zira düşünce tam da bu özbilince ait olma ya da mutlak bir şekilde kendi kendine ait olma uğrağını kendisinde taşır.”

Ana dilde Kürtçe eğitimin yasaklandığı bir yerde Kürtçe konuşanların Türkçe yazmaları konusu bu bağlamda yeniden sorgulanmalı bence, gelecekte yazılanların kimlerin hanesine yazılacağı iyice düşünülmelidir.

Kısacası, Leibniz diyalektik düşünen biridir. “Şimdiki zaman gelecek olana gebedir” der.

Ve kendisinden sonra gelecek olan Kant’ın felsefesine sağlam bir zemin hazırlar.

18. Immanuel Kant

Immanuel Kant, 1724-1804 yılları arasında yaşamış Prusya kökenli Alman bir filozoftur.

Alman felsefesinin kurucularındandır.

Deneyci ve akılcı geleneği uzlaştırmaya çalışmıştır.

Aydınlanma Çağı ve felsefe tarihinin kendisinden sonraki dönemini belirgin olarak etkilemiştir.

Akıl ile doğa arasında boşluk veya mesafe bırakması, yani dünyayı akıl ve doğa diye bölmesinden dolayı, kimi düşünürler onu “Bölünmüş Bilgelik” olarak tanımlamıştır.

Kendi aklını kullanacak cesarete sahip ol!” sözü de ona aittir.

Ve bu deyiş, bence, aklın kamusal ve eleştirel kullanımına yapılan bir davettir.

Kant, 1724 yılında Königsberg’de dünyaya gelir. Yaşadığı sürece bir kez bile Königsberg’in dışına çıkmaz. Dindar ve otoriter bir aile ortamında yetişir. Annesi ve babası saraçtır. Ailenin dokuz çocuğunun dördüncüsüdür. Kolej eğitiminde Latince, filoloji, matematik, mantık ve teoloji eğitimi alır. Sonrasında Königsberg Üniversitesi’ne kaydını yaptırır. Eğitimi sırasında Leibniz ve Wolff’un düşüncelerinden etkilenir ama sonrasında Britanya’daki felsefi ve bilimsel gelişmeleri yakından izleyerek idealizmden vazgeçer. 1770’te, 45 yaşında profesör olur. Königsberg’de mantık ve metafizik kürsüsüne atanır. 1770’ten sonra D. Hume (1711-1776) ve J. J. Rousseau (1712-1778) etkisiyle eleştirel felsefesini geliştirir. Kant, 1803 yılında babasıyla aynı kaderi paylaşarak felç geçirir ve 1804 tarihinde ölür.

Kant başlangıçta fizik ve astronomi alanında yazılar yazar. 1755 yılında yazdığı Evrensel Doğal Tarih ve Cennetlerin Teorisi adlı eserinde, güneş sisteminin büyük bir gaz bulutu olan nebuladan oluştuğunu belirterek Nebular hipotezi’ni ortaya atar. Güzel ve Yüce Duygusu Üzerine Gözlemler adlı eseriyle de popüler bir yazar olur. 1794 yılında Saf Aklın Sınırları İçinde Din adlı kitabının yayımlanması yasaklanınca, 1795’te yayımlanan Ebedi Barış Üzerine Felsefi bir Deneme adlı eserini kaleme alarak yöneticilerle hesaplaşır. Daha birçok eseri de var…

Saf Aklın Eleştirisi/Arı Usun Eleştirisi adlı eserinde, somut biçimde var olan “numen dünyayla” duygularla algılanan “fenomen dünya” arasındaki ayrımı açıklar.

Ve şöyle yazar:

“Yüzyılımız her şeyden önce eleştiri yüzyılıdır ve her şeyi eleştiriye tabi kılmak gerekir. Genellikle din kutsallığı’nı, yasamaysa haşmeti’ni dayanak göstererek eleştirinin elinden kurtulmak isterler; ama o zaman da haklı kuşkular uyandırırlar ve aklın sadece kendi özgür ve herkese açık sınavından geçenlere tanıdığı o samimi itibarı elde edemezler.”

Kant, “İçerikten yoksun düşünceler hükümsüz ve boş, Kavramlardan yoksun duyusal algılar kördür” der.

Hegel’e göre, Kant “Bilginin, bilimsel hareketin evrensel bir şemasını ortaya koymuş ve tezi, antitezi ve sentezi, zihni zihin yapan kiplerini, bilinçli bir şekilde kendini ayırt ediyor olarak tüm yanlarıyla sergilemiştir.”

Arthur Schopenhauer ise eleştirilerinin yanı sıra Kant’tan övgüyle söz eder, ve: “Büyük Kant’tan zaman, mekân ve nedenselliğin bilincimizde, bütün kurallıkları ve kalıplarının bütün imkânlarına göre ve bunlarda zuhur edip bunların içeriğini oluşturan nesnelerden tamamen bağımsız olarak mevcut olduklarını öğrendik” der. Ve başka bir yerde de ise, “Kant, sezgisel idraki sadece matematikte değerlendirdikten sonra dünyayı gözümüzün önüne seren geri kalan bütün algısal idraki tamamen göz ardı etmekte ve sadece soyut düşünceye odaklanmaktadır” diye yazar.

Kant, aklın ahlakın kaynağı olduğuna ve estetiğin tarafsız bir yargılama yetisinden doğduğuna inanıyordu. Devletler arasında ebedi bir barışın evrensel demokrasi ve uluslararası işbirliği yoluyla sağlanabileceğini umuyordu.

Kant, düşünce alanında Copernicusçu bir devrim gerçekleştirmiştir diyebiliriz. Umberto Eco da, “Kant’ın Düşüncesi” başlıklı yazısında buna değinir:

“Kant, kendi deyimiyle, düşünce alanında Copernicusçu bir devrim önermiştir: Copernicus nasıl gezegen sisteminin hareketsiz merkezine, daha önceleri diğer gezegenlerle birlikte yerküre etrafında dönen bir yıldız olduğu düşünülen güneşi konumlandırdıysa, Kant da bilginin temelini bilinen nesne değil de bilen özne olarak tespit etmeyi önermiştir.”

Kant’la ilgili burada daha çok şey anlatabilirim, ama konumuz matematik olduğundan dolayı sadece önemli bulduğum uzam ve geometri hakkındaki düşüncelerini çok kısa aktarmakla yetineceğim.

Kant’ın dünya görüşü, yaşadığı dönemi dikkate aldığımızda, ilerici Alman burjuvazisini en iyi yansıtan felsefe dizgesi olarak görülür. Fransız devrimi karşısında heyecan ve coşku duymuş, bütün şiddetine karşın devrimi, ilerlemenin ve despotizm karşısında insanın özgürleşmesinin göstergesi olarak yorumlamıştır. Onu eleştirili felsefeyi kurmaya götüren süreç, doğal felsefede bir araya gelen iki ayrı bilgi biçimi arasındaki “metafizik”le “geometri” arasındaki ayrımdan kaynaklanır.

Kant, sorunu şöyle ortaya koyar:

“Bu etkinlik içinde metafizik geometriyle nasıl bağdaşacak?

Öyle ya, aşkın felsefeyle geometriyi birleştirmek, köpekle atı aynı arabaya koşmaktan daha zordur. Çünkü aşkın felsefe uzamın sonsuz bölünürlüğünü inatla reddeder, oysa geometri uzamın sonsuz bölünürlüğünü öbür teoremleriyle aynı kesinlikte kabul eder… Bu çelişkilerin uzlaştırılması kolay bir çaba gibi görünmese de, ben bu uzlaştırmayı gerçekleştirmek için belli bir güç harcamaya girişmiş bulunuyorum” der.

Marksist kuramcılardan Lucien Goldmann’a göre, sorunun bu konuma gelmesinin nedeni, “Leibniz kuramlarının yandaşlarıyla Newton kuramlarının yandaşları arasında uzam konusunda yapılan tartışmalar”dır. “Tek gerçek gerçeklik olarak bireylerden, monadlardan yola çıkan Leibniz için uzam göreliydi, monadlar arasındaki ilişkiydi. Fizikçi Newton, mutlak bir uzamın varlığını kabul ediyordu, bu uzam olmadan cisimler olamazdı, cisimler arasında ilişki hiç olmazdı.”

Kant bu konuda aracı bir tutum alarak uzlaştırmayı denemiştir.

1804’te öldüğünde, ortaya sürdüğü “Deneysel dünyayı zihin oluşturmuştur” argümanı, felsefe dünyasının Copernicus reformu olarak algılanmaya başlamıştı bile…

Cenazesi müzik eşliğinde toprağa verilir ve mezar taşına da Pratik Aklın Eleştirisi eserinin sonunda yer verdiği şu sözleri yazılır:

İki şey, üzerlerine sık sık eğilip ısrarla düşünülürse, insanın ruhsal yapısını hep yeni, hep artan bir hayranlık ve korkunç saygıyla dolduruyor: Üzerimdeki yıldızlı gök ve içimdeki ahlak yasası.”

19. Carl Friedrich Gauss

Carl Friedrich Gauss, 1777-1855 yılları arasında yaşamış matematikçi, astronom, istatistikçi Alman bir düşünürüdür.

Genç yaşındayken matematikte önemli teoremler kanıtlamıştır. Matematiğe yaptığı katkılardan dolayı “Matematikçilerin Prensi” ve “antik çağlardan beri yaşamış en büyük matematikçi” olarak anılır.

1795 yılında modern matematiksel modellemenin ve “Minimal kareler metodunu” bularak matematiksel istatistiğin temellerini atmıştır; 1801 yılında da Ceres Cücegezegeni’nin tekrar keşfedilmesini sağlamıştır. Eukleides dışı geometri’yi, çok sayıda matematiksel fonksiyonu, türev ve integralle ilgili temel teoremleri, normal dağılımı, eliptik integrallerin ilk çözümlerini ve yüzeylerde Gauss eğimini keşfetmiş, kanıtlamış veya tanımlamıştır. 1807 yılında Göttingen Üniversitesi’nde profesör ve başastronom olmuştur.

1856 yılında Hannover Kralı verdiği madalyonun üzerine Gauss’un portresini bastırmış ve üzerine Mathematicorum Principi (Matematikçilerin Prensi) yazdırmıştır.

Matematik bilimlerin kraliçesidir” sözü Gauss’a aittir.

Sinan Sertöz’in ifadesiyle, “O diğer insanların rağbet ettikleri küçük rahatlıklara değil, sayılar ve matematik dünyasının içindeki sırların verdiği rahatlıklara, huzurlara doğru koştu.”

Bugün birçok matematiksel ve fiziksel fenomen ve çözüm, rasathane ve ölçüm merkezleri, okullar ve bazı ödüller ismini Gauss’tan almaktadır.

20. Bernard Bolzano

Bernard Bolzano, 1781-1848 yılları arasında yaşamış İtalyan kökenli bir Çek filozof, matematikçi ve Katolik rahiptir.

Bernard Bolzano, Prag Üniversitesi’nde, felsefe, fizik, matematik ve ilahiyat dersleri alır. 1807 yılında Prag’da aynı üniversiteye din ve felsefe profesörü olarak atanır ve dersler verir. 1816 yılında, Hıristiyan kilisesince inanç, duygu ve düşünceye ters düştüğü gerekçesiyle, inançlarından dolayı suçlanır. 1820 yılında Avusturya hükümeti Bolzano’nun yıkıcı ve kendileri için kırıcı olan konuşmalarından dolayı onu ülkeden uzaklaştırır. 1819 ile 1825 yılları arasında Prag Üniversitesi’nce, 7 yıl ders vermeme ve yayın yapmamak üzere cezalandırılır, profesörlüğü elinden alınır.

Ama tüm bu baskılara karşı o durmadan çalışır: Analiz, geometri, mantık, felsefe ve din üzerine çok sayıda eser kaleme alır.

Bolzano, Kant sonrası idealizmi eleştiren bir düşünürdür.

Kümeler teorisinin öncüsü olduğu kadar, sonsuz konusunda salt matematiksel bir düşünce yaratmaya çalışan ilk isimlerden biridir.

Matematik ile felsefeyi birleştirerek sonsuzluk kavramını -Tanrıyı bir kenara bırakarak- hesaplanabilirlik alanında ele almaya çalışmıştır.

Kant, sonsuzu bulabilmek için teorik aklın alanını terk edip pratik aklın alanına geçmek gerektiğini söyler. Hegel de, kavramların -şeylerin- giderek daha geniş bütünlükler içerisinde yer alması şeklinde sonsuzluk düşüncesini geliştirip açıklar. Matematikçi Bolzano ise, ölümünden iki yıl sonra, 1850 yılında basılan ve neredeyse tüm Avrupa dillerine çevrilen Sonsuzun Paradoksları adlı eserinde matematiksel sonsuzluk düşüncesini “fiziksel ve metafiziksel sonsuzluk düşüncelerinin temeli” olarak gördüğünü açıklar.

Bolzano’ya göre, “Tanrının sonsuz olmasının nedeni, bizim Tanrıyı her biri sonsuz büyüklükte olan yetkinliklerle donatılmış olarak tasavvur etmemizdir.”

Yaşadığı sürece baskılara maruz kalan bu matematikçi deha 1848 yılında Prag’da ölür.

Hayalindeki matematiksel sonsuzluk düşüncesi gibi adını tarihin sonsuzluğuna sonsuzca var olacak bir şekilde altın harflerle yazdırır.

21. Bertrand Russell

Bertrand Russell, 1872-1970 yılları arasında yaşamış Britanyalı filozof, matematikçi, tarihçi ve toplum eleştirmenidir.

Çağdaş matematiğin temellerini atanlardan ve analitik felsefenin kurucularından biri olarak kabul edilir.

Russell baktığı her yerde matematiğin güzelliğini görenlerdendir. Ona göre; “Doğru pencereden bakıldığında matematik yalnızca hakikati değil, ulvî güzelliği de ihtiva eder. Soğuk, haşin fakat bir o kadar da saf güzelliği.”

Matematiksel mantık alanında yaptığı çalışmaları ve toplumsal, siyasal kampanyalara öncülüğüyle tanınır. Yirminci yüzyılın önde gelen barış ve nükleer silahsızlanmayı savunan filozof ve bilim insanlarından biridir.

Russell, İngiltere’nin önde gelen aristokrat ailelerindendir. 1890 yılında Cambridge’deki Trinity College’a girer. 1893’te en iyi dereceyle matematik diplomasını aldıktan sonra felsefeye yönelir. 1895’te “Geometrinin Temelleri Üzerine Bir Deneme” teziyle öğretim üyeliğini kazanır. 1898’den sonra idealizme karşı çıkarak genel çizgileriyle deneyciliği ve olguculuğu benimser. 1903 yılında ilk önemli matematik kitabı olan az sayıda ilkelerden yola çıkılarak matematiğin anlaşılabileceğini gösteren Matematiğin İlkeleri kitabını yayımlar. 1919’da Britanya hükûmetinin resmi görevlendirmesiyle Sovyetler Birliği’ni ziyaret eder; Vladimir Lenin ile tanışır ve kendisiyle bir saat süren bir sohbet yapar. Otobiyografisinde, Lenin’in kendisini hayal kırıklığına uğrattığını ve kendisini acımasızlıktan çocukça zevk alan bir insan olarak gördüğünü belirtir. Ve aynı yıl Sovyet rejiminin baskıcı yanını öne çıkardığı Bolşevizmin Pratiği ve Teorisi adlı eserini yayımlar.

Russell daha sonraları sevgilisi Dora’nın eşliğinde Pekin’de bir yıl felsefe dersleri verir. Çin’deyken birçok akademisyenin yanında Nobel ödülü sahibi Hintli şair Rabindranath Tagore da oradadır.

En önemli eylemlerinden biri de 1962 yılında Küba Füze Krizi sırasında toplumsal bir rol üstlenmesidir. Sovyetler Birliği lideri Nikita Kruşçev’e yazdığı mektubun karşılığında Sovyet hükümetinin duruma kayıtsız kalmayacağına dair bir cevap alırken, Kennedy ise mektubu açılmamış bir halde geri gönderir. Sonrasında Albert Einstein ile birlikte nükleer silahlara karşı bir manifesto yayımlar. Son eylemlerinden bir de İsrail’in Ortadoğu’daki ülkelere karşı izlediği tutumu eleştiren bir bildiri yayımlamasıdır.

Bir düşünür olarak birçok esere imza atmıştır: Batı Felsefesi Tarihi, Bilimsel Bakış, Neden Hıristiyan Değilim, Özgürlük Yolu, Bilimin Toplum Üzerindeki Etkileri, Evlilik ve Ahlak, Aylaklığa Övgü, Eğitim Üzerine, İnsanlığın Yarını, Din ile Bilim, Sorgulayan Denemeler gibi…

Çalışmaları mantık, matematik, dilbilim, bilgisayar teknolojisi ve felsefeyi; özellikle de dil felsefesi bilgi felsefesini (epistemoloji) ve metafiziği önemli ölçüde etkilemiştir.

1950 yılında, insan hakları ve düşünce özgürlüğünü savunan yazılarından dolayı Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüştür.

Türkiye’de, 68 Kuşağı ve daha sonraki devrimci kuşak Bertrand Russell’i daha çok ABD’yi Vietnam Savaşı sırasında işlediği suçlardan dolayı, Stockholm’de, 1967 yılında Russell Mahkemesi olarak anılan Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’nde yargılanmasında oynadığı rol nedeniyle tanır. Mahkemenin başkanlığını Fransız düşünür Jean Paul Sartre yapmıştı. Çok iyi bir hukukçu olan ve o dönem Türkiye İşçi Partisi lideri olan Mehmet Ali Aybar’da bu davada üye olarak yer almıştı.

&

B. Russell, Sorgulayan Denemeler kitabında yer alan “Yirminci Yüzyılda Felsefe” başlıklı yazısında yeni felsefeye dair bazı tespitler var; aktarıyorum:

“Matematik ilkelerinin, her zaman felsefe ile önemli bir bağlantısı olmuştur. Matematik büyük ölçüde kesinliği olan önsel bilgiler içerir; filozofların çoğu da önsel bilgiye çok heveslidirler. Elealı Zenon (İ.Ö. beşinci yüzyıl)’dan bu yana idealist eğilimli filozoflar matematikçilerin gerçek matematiksel doğruya ulaşamadıklarını; filozofların daha iyisini yapabileceklerini göstermek için çelişkiler üreterek matematikçileri gözden düşürmeye uğraşmışlardır.

Kant felsefesi bu türden birçok şey içerir; Hegel felsefesi ise daha fazlasını. Ondokuzuncu yüzyılda matematikçiler Kant felsefesinin bu yönünü çürüttüler. Kant’ın deneyaşırı (transcendental) duyular öğretisi hakkındaki matematiksel savları Lobatchevski (1793-1856)’nin Eukleidesçi olmayan geometriyi icadetmesiyle temelinden sarsıldı; Weierstrass (1815-1897) sürekliliğin sonsuz-küçükleri içermediğini kanıtladı; George Cantor (1845-1918) bir süreklilik, bir de sonsuzluk teorisi geliştirerek filozofların pek de işlerine gelen bütün eski paradoksları ortadan kaldırdı. Frege aritmetiğin mantığın bir sonucu olduğunu gösterdi; Kant ise bunu reddetmişti. Bütün bu sonuçlar normal matematiksel yöntemlerle elde edildiler ve bir çarpım tablosu kadar da kesindirler. Filozoflar bu duruma, söz konusu yazarların yapıtlarını okumayarak karşılık verdiler. Sadece yeni felsefe bu yeni sonuçları özümsedi; böylece de sürmekte olan bilgisizliğin yandaşlarına karşı kolay bir tartışma zaferi kazandı.

Yeni felsefe sadece eleştirel değil, yapıcıdır; ama bilimin yapıcı olduğu anlamda, yani adım adım ve deneyerek. Özel bir yapılanma yöntemi vardır; o da, matematiğin yeni bir kolu olan ve felsefeye diğer bütün geleneksel kollardan daha yakın olan, matematiksel mantıktır. Matematiksel mantık, belli bilimsel savların felsefe yönünden hangi sonuçlara yol açtığını, nelerin varsayılması gerektiğini ve aralarında ne gibi bağlantılar olduğunu bulmaya, daha önce hiçbir zaman olmadığı ölçüde olanak sağlar. Bu yöntem sayesinde matematik ve fizik felsefesi çok büyük ilerlemeler kaydetmiştir. Fizikteki sonuçların bir kısmı Dr. Whitehead (1861-1947)’in son üç çalışmasında ortaya konulmuştur.

Yöntemin diğer alanlarda da aynı ölçüde verimli olacağını ummak için yeterli neden vardır; ancak bu, burada ele alınamayacak kadar teknik bir konudur.”

22. John Desmond Bernal

John Desmond Bernal, 1901-1971 yılları arasında yaşamış Britanyalı bir fizikçi, bilim tarihçisi, düşünür ve aktif bir eylem adamıdır.

Özellikle katı bileşiklerin atom yapısı üzerine yaptığı çalışmalarla bilinir.

Uzayda bir topluluk için yaşam alanı oluşturmaya yönelik “Bernal Küresi” fikrini ilk o ortaya atmıştır (1929).

Bernal, bugün kullandığımız matematik ve yazının tapınak hesaplarının tutulması ve kaydedilmesi ihtiyacından doğup kesintisiz bir gelenek halinde günümüze geldiğini; başka bir yerde ise, “matematik biliminin tümü insanların takvimi şaşmaz biçimde düzenlemek, bir ayı oluşturan günlerin ya da bir yılı oluşturan ayların sayısını tam olarak saptamak gibi aslında olanaksız bir şeyi gerçekleştirmeye yönelik çabalardan” doğduğunu söyler.

Bernal, 1901’de İrlanda’da doğdu. Sefarad Yahudisi Katolik bir baba ve Amerikan Katolik dönmesi bir annenin çocuğu olarak lise eğitimini Bardford Koleji’nde tamamladı. Cambridge Üniversitesi’nde matematik ve fizik eğitimi aldı ve ardından bir yıl fazladan doğa bilimleri okudu. Üniversiteden sonra Londra Kraliyet Araştırma Enstitüsü’nde görevde bulundu. 1927-1937 yıllarında Cambridge Üniversitesi’nde öğretim üyesi oldu ve burada Kristalografi Araştırmaları Bölümünün Başkan Yardımcılığını yaptı. 1937’de Royal Society (Kraliyet Bilim Topluluğu) üyeliğine seçildi. 1938-1963 yılları arasında Londra Üniversitesi’nde fizik, 1963-68 arasında da kristalografi profesörlüğü yaptı. İkinci Dünya Savaş sırasında Harekât Dairesi Başkanı’nın danışmanı oldu ve “Normandiya Çıkarması”na katıldı. 1945’te Çalışma Bakanlığı’na bağlı Bilimsel Danışma Komitesi’nin Başkanlığına atandı ve daha sonra İmar Konseyi’nde görev aldı. Sovyetler Birliği, Macaristan, Polonya, Romanya, Bulgaristan, Çekoslovakya, Almanya, Norveç bilim akademilerinin onursal üyesi oldu ve birçok yabancı üniversite tarafından ödüllendirildi.

Bilimsel çalışmalarında, başta enstrümantasyon (fiziksel büyüklükleri belirtme, ölçmek ve kaydetmede kullanılan ölçü aletleri), simetri gruplar ve maddelerin yapıları olmak üzere kristalografinin (minerallerin şekil ve içyapıları) bütün yönlerini kapsayan araştırmalar yaptı. Yaptığı çalışmalar ve bilime katkıları nedeniyle kristalografi ve moleküler biyolojinin kurucuları arasında sayıldı ve X-Işınları kristalografisi alanlarında yaptığı buluşlar nedeniyle de “X-Işınları kristalbilimcisi” unvanını aldı.

Bernal, iyi bir araştırmacı, bilim insanı, eğitimci, felsefeci ve bilim tarihçisi olmanın aynında, aynı zamanda düşünce üreten aktif bir komünisttir. Batı’daki ilk Marksist bilim tarihçilerinden biridir; incelemelerini, bilimin tarihsel sürecinin toplumla kurduğu ilişki üzerinden yapmıştır.

Bernal, bilime susamış çalışkan bir genç olarak 1923 yılında Britanya Komünist Partisi’ne üye oldu. 1930’da partiden ayrıldı -ama biyografisini yazan Maurice Goldsmith aslında partiden ayrılmadığını, sadece kaybettiği üyelik kartını yenilemediğini yazar-. 1930’lu yıllarda Britanya Bilim Emekçileri Birliği’nin kurulması ve ülke çapında üniversitelerde yaygınlaşmasında etkin rol oynadı. Dünya Barış Konseyi’nin 1958-63 yılları arasında başkanlığını yaptı. 1945’te İngiltere Bilimler Akademisi’nin en büyük ödülü “Kraliyet Madalyası”nı, 1947’de ABD’den “Özgürlük Madalyası”nı ve 1953’te Sovyetler Birliği’nde “Lenin Barış Ödülü”nü aldı. Kendisinin yönlendirdiği araştırma projelerini sürdüren öğrenci, asistan ve yardımcıları çeşitli yıllarda Nobel Ödülü kazanırken, Bernal politik görüşleri nedeniyle bunun dışında tutuldu.

1954 yılında DNA’nın ikili sarmal yapısını Francis Crick ile bularak Nobel ödülünü alan James D. Watson, İkili Sarmal kitabında “DNA yapı çözümünün öyküsü”nü anlatırken kısa da olsa J. D. Bernal’a da RNA (Ribonükleik asit) çalışmalarını anlatırken biraz değinir. Ve şunları yazar:

“J. D. Bernal ve I. Frankuchen daha önce TMV’ye (Tütün Mozaik Virüsü –M.Ü.) x-ışınlarıyla bakmıştı. Bu kadarı bile korkutucuydu. Bernal’ın beyin gücü efsaneleşmişti. Ondaki kristalografik teori anlayışına sahip olmayı hiçbir zaman bekleyemezdim. Savaşın başlangıcından hemen sonra Journal Of General Physiology’de basılan klasik makalelerin bile çoğu bölümünü anlayamamıştım. Bu dergi, bu makalenin yayımlanması için garip bir yerdi. Ancak o sıralar Bernal savaşa dalmıştı. […] Frankuchen, savaştan sonra, virüslere olan ilgisini kaybetti. Bernal da, protein kristalgrafisi ile ilgilenmeye devam etmekle birlikte, Komünist ülkelerle iyi ilişkiler geliştirmekle daha çok ilgileniyordu.”

Bernal, moleküler biyoloji, yaşamın başlangıcı ve yerkabuğunun yapısı üzerine araştırmalar yapmanın ve eylem adamı olmanın yanında, bazıları Türkçeye de çevrilen çok sayıda eser ve makaleye imza atmış biridir. Türkçeye çevrilmiş eserleri -bildiğim kadarıyla- şunlardır: Bilimin Toplumsal İşlevi, Marx ve Bilim, Materyalist Bilimler Tarihi, Tarihte Bilim (2 cilt), Modern Çağ Öncesi Fizik, Bilimlerin Geçmişinden Tarih Üretmek

Bu eserlerden sadece üç tanesini okuyabildim: Marx ve Bilim, Tarihte Bilim ve Modern Çağ Öncesi Fizik.

Marx ve Bilim’i Bernal 1952 yılında yazmış. Kitapta, insan toplumunun gelişme yasalarını ortaya koyan Marx’ın, bilim insanı oluş süreci ve “Marx’ın kendi zamanında bilim için ne yaptığı ve vardığı sonucun ileride bilim için neler yapacağı” anlatılmaktadır.

Kitabın Giriş’inde, Marx’ın, bilimin temel toplumsal karakterini ve sonuç olarak bilimin toplum için gerekliliğini ilk olarak ortaya koyan olduğu belirtilir ve sonra, “Bunu yapabilmiş olmak, derin bir tarih ve felsefe bilgisi kadar, bütün bilimleri de kavramış olmak demektir” der.

Çalışmam felsefe ve matematiği esas aldığı için, bununla sınırlı kalacağım ve sadece konumuzla alakalısı bakımından Marx ve Bilim kitabından “Filozoflar Dünyayı Değiştirmeli” başlıklı yazıdan bir alıntı sunmakla yetineceğim:

“Marx’ın en büyük katkısı, düşünce ile eylemi birbirine bağlamasıydı. Felsefede bu yeni boyut ona, maddi temeline oturtulmuş hegelci diyalektikten ve doğrudan politik savaşın deneyiminden geldi. Marx, hegelci biçemi çok rahat bir şekilde ve büyük bir ustalıkla kullandı. Gerçekten Hegel’in düşünce ve anlatım yönteminde öyle daldırıp gitmişti ki, ilk yapıtlarından çoğu şimdi bize zamanında olduğundan çok daha kapalı gelmektedir.

Bununla birlikte, Marx yeniden ve yeniden okunurken görülür ki, yapıtının bazen tamamıyla kapalı olduğu söylenen parçaları çoğunlukla en önemli olanlardır. Onun felsefi anlatımları, kendi özel bilimsel alanları dışında oldukça ilkel bir düşünce düzeyinde olan doğa bilimcilerine yabancı olduğundan, birçoğu Marx’tan bir satır bile okumamış bilim adamları için onu reddetmek yalnızca zihinsel tembelliktir. Bu kitapta yapılmış olan alıntıların çoğu, Marx’ın, hegelci biçemi kullanarak vardığı anlatım berraklığının iyi örnekleridir. Bununla birlikte, Komünist Manifesto ve Kapital gibi büyük yapıtlarında diyalektiği kullanarak sonuca vardığı yerlerde bile kanıtını herhangi bir hegelci biçeme başvurmadan ortaya koymaya daima dikkat etmiştir.

Diyalektik, esas olarak, bir değişme ve eylem felsefesidir. Marx onu, gerçek ve maddi dünyadaki özel ve hızlı değişmelerin gerçekte nasıl ortaya çıktıklarını göstermek için kullandı. Onun görüşüne göre, bu gibi değişmeler rastgele ya da gizemli dış güçlerin karışmasıyla olmaz. Bunlar, kesinlikle kendilerinden önceki değişmelerin ürünü olan öğeler arasındaki çelişmelerin ve savaşımların sonucu olarak ortaya çıkarlar.

Marx tüm yaşamı boyunca değişmenin niteliği ile ilgilendi. Bu, bir fonksiyonun bir değerden ötekine nasıl değiştiğini ve değişme noktasındaki karakterinin ne olduğunu inceleyen, diferensiyal hesaplarını derin bir şekilde anlamaya çalıştığı matematik üzerine çalışmalarında da açıkça görülür.”(10)

Bernal söz konusu yazısının sonlarında ise, Marx’tan şu ünlü alıntıyı yapar:

Filozoflar dünyayı yalnızca farklı yorumladılar, amaç, onu değiştirmektir.”

Tarihte Bilim’i ise, 1954’te yazmış. Bernal bu kitabında ilk insan topluluklarından 20. yüzyılın ortalarına kadar bilim-teknik alanındaki gelişmelerle toplumsal yaşam arasındaki ilişkiyi tarihsel olarak inceler. Kitabın amacını da şöyle açıklar: “Bu kitap, bilimin gelişimi ile insanlık tarihinin diğer cephelerinde görülen gelişmeler arasındaki ilişkileri tanımlama ve yorumlama çabasıdır. Başlıca amacı, bilimin toplum üzerindeki etkisinden kaynaklanan bazı temel sorunların kavranmasına yardımcı olmaktır.”

Kitapta yer alan, bilişim teknolojisini ve yapay zekâyı çağrıştıran önemli bir belirlemesini anmadan geçmek istemiyorum:

“Yeni makineler matematiksel düşüncenin yerine geçmekten çok, onu kamçılayarak yeni çabalar içine girmesini sağlayacaktır.”

Tarihte Bilim kitabı iki cilt ve oldukça hacimli. Bilim ve bilim tarihine ilişkin çok şey anlatılıyor. Bunlara değinmek isterdim ama daha önce de ifade ettiğim gibi konumuz felsefe ve matematik olduğu için, sadece kitabın (2.cilt) 14. Bölüm’de “Bilim ve Tarih” başlığı altında ele alınan “İlerleme için gerekli içsel koşullar: Dil ve matematik”in alıntısıyla kendimi sınırlayacağım. Okuyalım:

İlerleme için gerekli içsel koşullar: Dil ve matematik

Bilimin dışsal gereksinimlerinin karşılanması, aynı zamanda, bilim insanlarının onun kolayca ve hızla gelişmesi için gereken iç koşulları oluşturmalarını da mümkün kılacaktır. Sorun, bilim işçisinin bilime en iyi şekilde hizmet etmesini sağlayacak koşullara, olanaklara ve güdülere sahip olmasının gözetilmesidir. Bilim faaliyeti toplumsaldır; her araştırma alanında amaç birliği olmasını gerektirir. Ayrıca, iyi bir iletişim sistemi oluşturulup dar uzmanlaşmalardan kaçınılarak farklı alanların karşılıklı olarak birbirini kamçılamasına da ihtiyaç duyar. Bu gereksinimlerin teknik boyutunu karşılamak en kolay olanıdır; çünkü dışsal ekonomik ve politik etkenler tarafından en az güçleştirilen yan budur. Genel dili olan matematik de içinde olmak üzere bilimin kendine özgü bir dizi dil oluşturulması gerekir. Yani şeyleri kavramanın yeni yollarını formüle etmek için mantığa gereksinim duyar; ayrıca bunu yapacak güç ve yeteneğe de ihtiyacı vardır. Bilimsel görüşler, kökenleri ne olursa olsun, kendilerine uygun bir dil oluşturmadıkça yaygınlaşmaz, yerleşik bir hale gelemezler. Bu dil geometrik ya da matematiksel, yani simgesel de olabilir; olağan dilin özel bir kullanımı, yeni bir organ da olabilir. Her iki durumda da dilin amacı tüm ehil kişilerce aynı şekilde anlaşılacak bir dizi bağlantı oluşturmaktadır.

Güçlülük, bilimin ilerlemesinin ve uzmanlaşmasının bu özel bilimsel simgeleri veya jargonu anlayacak ehil insanların nispi sayısını giderek azaltmasından ileri gelmektedir. Bilimsel jargon; özellikle erbabınca çok şey biliyormuş havası yaratmak amacıyla kullanıldığında, bilimsel ilerlemeye yardımcı olacak yerde onu geciktirme gibi bir tehlikeyi de içinde barındırmaktadır. Aslında bilimin ilerlemesi, büyük ölçüde; bu tür özel dillerin sadeleştirilerek yerlerine ortak bir dil konulmasıyla gerçekleşmiştir.

Bilimde en evrensel dil matematiktir. Hemen her türlü bağlantı matematiksel terimlerle ifade edilebilir ve ardından, bu terimler matematiksel usullere göre yerli yerine oturtularak yeni ve bazen hiç beklenmedik ilişkiler açığa çıkarılabilir. Bu durum tez canlı ve gizemci teorik bilimcileri, bilimin neredeyse tamamen matematik olduğunu düşünmeye götürdü. Oysa aslında, matematik bilimin bir aracı ve stenosudur ve bilgi üretmek için değil bilgiyi yorumlamak için kullanılmalıdır. Deneyim bölümleri arasındaki ilişkiler matematiksel terimlerle ifade edilebildiğinde bu şekilde ele alınırlar; ama bu yapılmadığında, olgulara uyması için değiştirilen matematiktir, tersi değil. Nitekim (a x b)’nin (b x a)’ya eşit olmadığı komutatif olmayan cebir, ilk olarak, kuantum teorisini açıklamanın güçlükleriyle baş edebilmek için fizikte kullanıldı. Söz konusu durumda düzenek matematikçiler tarafından geliştirildi; ama diğer durumlarda, gelişen bilimin ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde düzenlenen, matematiğin kendisidir.

Matematiğin tarihi, çeşitli doğa gözlemleri silsilelerinin açıklanması ihtiyacının matematik üzerindeki etkilerinin kaydedilmesinden ibarettir. Diferansiyel teorisi, bir bütün olarak, mermilerin düşüşünü ve gezegenlerin gökyüzündeki hareketlerini açıklama ihtiyacının ürünüdür. İstatistiksel matematik önce termo-dinamiğin, sonra da genetik biliminin ihtiyaçlarından doğup gelişmiştir. Kuşkusuz matematik başlangıçtaki kökenlerinden ayrı ve tamamen bağımsız olarak gelişmeye devam edebilir; ancak, olası gelişim alanı öylesine geniştir ki, yersiz ayrıntılar içinde kolayca kaybolabilir. Matematiğin ilerlemesi defalarca göstermiştir ki, matematikçiler yeni deneysel olguları açıklamaya giriştiklerinde, sonuç bir başka faaliyet patlamasını ateşlemek olmuştur. Matematiğin bu pratik bakış açısı pek çok matematikçi ve filozof açısından kabul edilmezdi. Matematiği bilimlerin zirvesi ve efendisi olarak göklere çıkaran bir okul daima olageldi ve bugün de varlığını sürdürmektedir. Bu, Pisagor’un ve Platon’un bakış açısıydı; idealizme ve mistik dine doğru belirgin bir eğilim ile pratik insan başarılarına karşı büyük bir antipati bu eğilime eşlik etti.”

Modern Çağ Öncesi Fizik kitabına gelince, kitabın İngiltere’de ne zaman yayımlandığı Türkçe çevrisinde yazılmıyor, kanımca 1972’de yayımlanmış. Türkçe baskısı TÜBİTAK tarafından 1995 yılında “Popüler Bilim Kitapları” serisinde yapılmıştır.

Bernal bu kitabını “temelde deneysel fiziğin ne olduğunu ve nasıl ortaya çıktığını anlatmak amacıyla” bir üniversitede 1962 yılında düzenlenmiş olan kısa süreli bir “fiziğe giriş” semineri çerçevesinde vermiş olduğu derslere dayanarak kaleme almış ve bizlere taş devrinden başlayıp yirminci yüzyılın başına dek süren uzun bir öykü anlatmıştır. Amacını da şu sözlerle açıklamıştır:

“[B]ugün insanların fizik konusunda sahip oldukları ve aslında fiziğin tarih içindeki gelişiminde sadece geçici bir aşama oluşturan büyük bilgi birikimini ve bunun yanısıra bu birikimin ortaya çıkması için gerekli ortamı hazırlayan geçmişteki çalışmalar ve çağdaş fiziğin bu geçmişle bağlantıları gibi konularda öğrencilerimi ve okurlarımı aydınlatabilmektir.

Fiziğin dili fiziğin tarihi ile birlikte gelişmiştir. Bu gelişme bir yandan uygulama alanında kullanılan araçların, diğer yandan da insan beyninin düşünme yetisinin gelişmesine paralel biçimde gerçekleşmiştir. Genelde bilimi bilgi kırıntılarından oluşan bir bütün olarak düşünürüz. Bizim için bilim, bildiğimiz, uygulama alanında yararlandığımız ve yeni bilgiler edinme amacıyla kullandığımız herşeyin toplamıdır. Günümüzde bilimin tanımı böyledir ve sanırım gelecekte de giderek ağırlık kazanan bir biçimde böyle olmayı sürdürecektir. […] Bilimi çok büyük bir hızla akan bir ırmak olarak düşünelim. Bu durumda bizler bugün için olsa olsa ırmağın bizim görüş alanımız içindeki akış yönünü bilebilir ve ilerde ne yönde akacağı konusunda bazı tahminler yürütebiliriz. Gelecekte ne olacağını bilmiyoruz ama tüm olasılıklara karşı hazırlık olmamız gerektiğinin bilincindeyiz. Bu nedenle de başta fizik olmak üzere tüm bilim alanlarında verilen eğitimde bilimin geçmişinin gözardı edilmemesinin yararlı olacağı kanısındayım.”

Kısacası, Bernal kitabında “çağlar boyunca başta fizik olmak üzere bilimlerin gelişimini ele almakta ve bu olgu ile tarihsel olaylar arasında bağlantılar kurmaktadır.”

Kitabı okurken ilk kez duyduğum ve bana çok ilginç gelen bir şey de okul mezuniyet günü giyilen cüppenin menşei hakkında yazılanlar oldu:

“Günümüzdeki yüksek öğrenim kurumlarında geçerli olan bazı yöntem ve geleneklerin İslam medreselerinden kalma olduğunu biliyoruz. Örneğin bugün tüm üniversitelerde mezuniyet günü giyilen cüppenin benzerleri öğrenimini başarıyla tamamlayan medrese öğrencilerine de verilmekte ve o zamanlar buna onur cüppesi denmekteydi. İslam ülkelerinde medreselerin yanısıra bilimsel kuruluşlar da bulunuyordu.”

Kitabın Giriş’inde “Fizik Nedir?” anlatılırken, “Klasik Bilimlerin Kökenleri” başlığı altında tarihi bir yolculuğa çıkılarak “Matematik” farklı bir bakışla anlatılmaktadır. Doğrudan çalışmamla alakası olması nedeniyle bu anlatımı noktasına, virgülüne dokunmadan aktarıyorum:

“Son yıllarda kil tabletlerdeki yazıları çözen Neugebauer’in bu çalışmasının da ortaya koyduğu gibi Babillilerin o çağda bilinen sayısal yöntemlerle yapmış oldukları tüm hesaplar çok yüksek bir doğruluk derecesine sahipti. Yine söz konusu tabletlerden anlaşıldığı üzere bu sadece ondalık sistem yerine altmışlı sistemin kullanılması ve ayın, gezegenlerin ve diğer bazı gökcisimlerinin görülme sıklıklarının titizlikle sayılıp kaydedilmesi ile sağlanmıştı. Altmışlı sistem günümüzde de dakik ve saniyeler için kullanılmaktadır.

Babil matematiği Mısırlıların kalkülüs ve geometri çalışmaları için de sağlam bir temel oluşturmuştu. Yunanların durumu ise pek iç açıcı değildi. En azından doğru dürüst bir sayısal sisteme sahip değillerdi; sayılar yerine harfler kullanıyorlardı ve bunlarla bugün bir ilkokul öğrencisinin bile kolaylıkla yapabildiği basit bir çarpma ya da bölme işlemini yapmaları olanaksızdı. Ünlü Archimedes bile büyük sayıların nasıl yazılabileceğini bulduğu zaman o denli sevinmişti ki oturup bu konuda bir kitap yazmıştı. Buna karşılık Archimedes’den en az 200 yıl önce Babilliler büyük sayıları yazabiliyor ve bunlarla hesap yapabiliyorlardı. Yunanistan’da geometri de Mısırlıların bu alanda eriştikleri düzeyin çok altındaydı. Bu duruma yol açan etkenlerin biri de denizcilikte çok ilerleyen ve yaptıkları gemilerle sürekli biçimde denizleri dolaşan Yunanların ne yerleşik gelenekleri, ne de diğer ulusların tanrılarına saygıları olmasıydı. Güneş kenti Helipolis’de yaşıyorsanız güneş tanrısı Ra’ya saygı duyarsınız ama oraya ancak arada bir uğrayıp fazla kalmadan yolunuza devam ettiyseniz sizin evreninizde ne Ra’ya ne de Mısır tanrılarına yer olmayacaktır. Yüzlerce yıl öncesinden gelen gelenekleriniz ve tanrılarınız olmadığı zaman da ancak kendi başınıza düşünerek bir takım sonuçlar çıkarabilirsiniz. İşte ilk Yunanların yaptığı da buydu.

Eski Yunanistan’da fiziğin gelişimini izlersek Yunanların zaman içinde geleneksel inanışlarından uzaklaşma ve bunların yerine yenilerini bulma çabası içine girdiklerini görebiliriz. Bu görüş özellikle geçmişte Küçük Asya adıyla bilinen Anadolu yarımadasının batı kıyılarındaki Efes ve Milet gibi önemli yerleşim merkezlerinin bulunduğu İyonya bölgesi için geçerlidir. Nitekim ilk Yunanlı bilim adamı olan Thales de Miletliydi. Eski çağlarda bu bölgede egemen olan kültürün Yunan kültürü ile doğudan gelen Babil ve Hitit kültürlerinin karışımından oluştuğunu biliyoruz. İsa’dan önceki beşinci yüzyılda Perslerin bugünkü Yunanistan’ın yer aldığı bölgeyi ele geçirmeleri üzerine daha önce burada yerleşmiş bulunan çeşitli halklara mensup insanlar bölgeyi terkederek Güney İtalya ve Sicilya başta olmak üzere başka yerlere göç etmişlerdi. Böylece Yunan kültürü ilk ortaya çıktığı yer olan İyonya’dan sonra Napoli ve Sicilya Kırallığı adı verilen ikinci bir yerleşim merkezinde de gelişmeye başlamıştır. Roma İmparatorluğu’nun kuruluşuna dek bu bölgede varlığını sürdürmüş olan Yunan kültürünün izlerini günümüz İtalyası’nda da görebilirsiniz.”

***

Antik Yunan sonrası anlatılacak o kadar çok filozof ve düşünür var ki, ama uzatmaya gerek yok. Matematikle düşünce/felsefe arasındaki etkileşimi ve yoldaşlığı anlattığım filozofların şahsında gördük, kanımca meramım anlaşılmıştır. Bu bölümü de burada noktalıyorum.

Sonuç: Bilimin Mührü Kimdeyse Kral Odur

“nedir sonsuzdan bir önceki sayının adı
diyelim sonsuz eksi bir
sonsuz eksi bir
hayatın adıdır bu” -Turgut Uyar

Canlılar dünyasında sadece insan kavramlara sahiptir.

Ve insanlar sahip oldukları kavramların nicelik ve niteliğine göre görür, düşünür ve hareket eder. Matematikçi deyimle, eylemlerimiz edindiğimiz bilgilerin bir fonksiyonudur.

Düşünmek kavramlarla tanımaktır, kavram olmadan bir şey olmaz. Düşünce akımlarının, bilim ve teknolojinin, sanat ve kültürün gelişmesi ancak ve ancak kavramlar sayesinde olur. Kavramların oluşturulmasında ise en büyük katkıyı laf ebesi -pozitif anlamda- felsefeci ve düşünürler yapar.

Düşünce ve yasaların oluşumu filozoflarla yaşıttır: Sadece sıradan insanlar insanın insanla, insanın toplumla, insanın doğayla ilişkilerini anlamaya çalışanların ve bu konularda düşünce üretenlerin, doğa yasalarını çözmeye çalışan ve toplum yasalarını oluşturanların filozoflarca ilk kez başlatıldığını bilmez.

Bir de tanrıbilimci Aziz Augustinus (MS 354-430) gibiler bunu bilmezlikten gelir. Onlar, “Matematikçilerin ruhu karartmak, insanı Cehennemin demir parmaklıkları arkasına kapatmak için Şeytanla bir anlaşma yapmaları tehlikesi hep vardır” derler.

Ama kim ne derse desin, filozof ve düşünürler düşünce dünyasının kaptanıdır; düşüncelerin rota ve hızını onlar belirler. Bu nedenle, “fazladan bir akla sahip olan” filozof ve düşünürlerin yaşamı nasıl gördükleri, nasıl anladıkları, nasıl hareket ettikleri çok önemlidir. Çünkü bunlar dünyaya yön veren, Avrupa’yı Avrupa (Batı) yapan insanlardır. Modern bilimin gelişmesi, teknolojini sürekli atılım içinde olması, sanayinin sürekli ilerlemesi, sermayenin yoğunlaşması, yaşamın kolaylaşması, koruyucu hekimliğin gelişmesi ve bazı hastalıkların önlenmesi, hak ve adalet arayışı, kadınların toplumsal yaşama katılışı, vicdan ve merhamet duygularının gelişmesi, ahlaki değerlerin oluşması, barış ve silahsızlanmanın savunulması, özgürlük ve hümanist değerlerin kökleşip yerleşmesi bunların sayesinde oluştu ve bugünlere geldi.

Tabii bu kolayca olmadı; binbir zahmet, emek, sabır ve mücadele sayesinde oldu. Erdem ve asaletin örneği Sokrates ve Bruno örneğinde olduğu gibi birçok düşünür inanılmaz baskılarla maruz kaldı; Sokrates düşüncesi uğruna zehir dolu kupayı kendi elleriyle içti, Bruno da yanan kor halindeki odun yığınlarını korkusuzca kucakladı.

Ama tarihsel ilerleme durmadı/durdurulamadı; güneş balçıkla sıvanmayacağından tarihin çarkı hep ileriye döndü/dönüyor.

Tarihin dönen çarkına ivme kazandıranlar da çoğunlukla filozoflar, düşünürler, yazarlar, mucitler ve bilim insanları olmuştur.

Anlatımımızda da bunların pek çoğunun matematikçi olduğunu gördük.

Demek ki, felsefe düşüncelerin kralı, “matematik bilimlerin kraliçesidir”.

Doğa hep kendini saklar, ama bizler kavram, sayı ve geometrik şekillerin ruhuna ne kadar vakıf olursak doğa ve evrenin sırlarına da o kadar vakıf oluruz: Matematik doğanın dilidir.

Kavram, sayı ve şekillerin ruhu ya da gizemi çözülmeye başlanırsa tüm bilimler hızlı bir şekilde gelişmeye; doğa, insan ve toplum yaşamında etkili olmaya başlar. Düşünsel kapasitemiz artar ve matematiksel mantık gelişir. Evrene, doğaya hükmeden yasalar bir bir anlaşılmaya başlar.

Bilime açılan kapıyı açan anahtar matematiktir, anahtarı hareket ettiren ise düşüncedir, yani felsefedir.

Felsefe ve matematik olmadan bilimsel gelişme olmaz, olsa olsa körün köre yol göstermesi olur.

Tarihi gerçek kanıtlamıştır: Bilimin mührü kimdeyse kral odur ve yarışı da hep o önde götürür.

Bilimsel araştırmada ABD’nin önde olduğunu kabul etmek gerekir. 1984’de bir yorumcunun yaptığı hesaplara göre: “Batı dünyasının araştırma ve geliştirme çalışmalarının yarısı… bilime Japonya ve Avrupa’nın sanayileşmiş ülkelerinin toplamından daha fazla para yatıran ABD’de yürütülüyor.”

Bunun neticesinde ABD, bilim ve teknolojide üstünlüğü sağladığı için, 1901-1991 yılları arasında fizik, kimya ve tıp alanlarında 158 Nobel ödülü almıştır, dünyanın geri kalanı ise 241 ödül alabilmiştir.

Tabii olay sadece Nobel ödülüyle sınırlı değil; elektronik, telekomünikasyon, bilgisayar, mobil cihazlar, iletişimin küreselleşmesi, silah teknolojisinin gelişmesi, uzay araştırmaları, nükleer çalışmalar, DNA’nın keşfi ve kopyalanması, yapay zekâ, insan bedenine kablosuz çiplerin yerleştirilmesi… kısacası bilim ve teknoloji her şeyi hızlı bir şekilde değiştirdi/değiştiriyor.

Dünyamız çok hızlı ve çok kapsayıcı tarihi bir dönüşüm yaşıyor.

Bu dönüşüme paralel olarak düşünce dünyası da bu nedenle her şeyi sorguluyor ve yeniden tanımlamaya çalışıyor.

Bu hızlı ilerleyiş ve çalışmaların karşısında bizim yerimiz neresidir?

Tarihin dışında mı kalacağız, yoksa tarihsel akışın/dönüşümün içerisinde mi olacağız?

Şayet yapılan çalışmaların bir yerlerinde olmak istiyorsak, geriden nal toplamak istemiyorsak ve gönlümüzden geçen aydınlık güzel günlere kavuşmayı arzuluyorsak mutlaka yüzümüzü felsefe ve matematiğe çevirmeli, bu büyük yolculuk sürecinde aklın yaratıcı gücünü savunan saflarda yerimizi almalıyız.

Bu büyük yolculuğumuzda felsefe ve matematiğin yoldaşlığı yolumuzu aydınlatacaktır; bilime ve kendimize güvenelim.

Saygılarımla…

Eylül 2023-Nisan 2024
Ayvalık/Balıkesir-Bağcılar/İstanbul

Teşekkür
Bu çalışmamı baştan sona okuyarak yazım hatalarını düzelten sevgili dostlarım Ahmet Muhtar Sökücü ve Prof. Dr. Orhan Taner Can’a, ayrıca bazı hususların yazılmasını hatırlatan kardeşim Ali Haydar Üzülmez’e içten teşekkürlerimi sunuyorum.

Dipnotlar:
(1) Hüseyin Evcil, Diyarbakır-Dicle/Piranlıydı. Hatırladığım kadarıyla, kendisi 1961 Talat Aydemir olayı nedeniyle Harbiye’den atılmış, ama sonra kendilerine tanınan bir hak sayesinde üniversiteyi bitirmişti. Hocama buradan saygılarımı gönderiyorum.
(2) Avrupa’da, evrensel “hakikatin pek çok kahramanı din adamlarının ellerinden ölümü odun yığınları üzerinde karşıla”sa da, hakikatin gün yüzüne çıkması için çalışan çok sayıda kahraman da yine din adamları arasından çıkmıştır.
(3) Platon benim gençlik yıllarımda, yani 1960 ve 70’li yıllarda Eflatun olarak bilinirdi, ders kitaplarımızda da Eflatun diye anlatılırdı. Kanımca, Araplar onu Eflatun diye telaffuz ettikleri için, Osmanlılar da Eflatun demiş ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında da bu telaffuz kabul görmüş. Daha sonraları Eflatun ismi yavaş yavaş terk edilerek orijinal ismi olan Platon benimsenmeye başlandı.
(4) Sezai Karakoç “Gordiom’da bir İskender” başlıklı yazısında Büyük İskender’le Aristoteles’in birlikteliğine vurgu yapar. Özetle: İslam ülkelerinin problemleri bir birine dolanmış, tam bir kördüğüm haline getirilmiş. Kördüğüm sadece dıştan örülmemiş, içten de örülmüş. Şimdi bu kördüğümü çözecek bir “yiğit”, bir İskender aranmaktadır. Bu kördüğüm nasıl çözülecek? Hep, bir İskender gelsin, bir kılıç vursun ve bu düzelsin denilirse, bu zihniyet değişmezse hiçbir zaman İskender gelmeyecektir. Gelse de kimse kabul etmeyecektir. Düzmece İskenderler asıl İskender’i gölgeleyecektir. İskender’in kafası Aristo, Aristo’nun kolu İskender olduğu için kördüğüme çözüm bulunabilmişti. Uygulayıcısız düşünürler ve düşünürsüz aksiyon/eylem adamları geldikçe kördüğüm olduğu gibi kalacaktır. Gordiom’da bir İskender gördüğünüzde iyi biliniz ki atının terkisinde bir düşünürün kitabı vardır.
(5) 1842 yılında Lobachevsky Eukleidesçi olmayan geometriyi yarattığı için, Carl Friedrich Gauss’un önerisi ve övgüsü üzerine Göttingen Krallık Kurumu, kendisini yabancı üye seçmiştir.

(6) Ramon Llull: 1232-1316 yılları arasında Mayorka Krallığı’ndan yaşamış Hıristiyanlığa bağlı Fransisken tarikatına mensup bir filozoftur. Farklı ırk ve dinlerden insanlar arasında evrensel kusursuz bir felsefi dil için çalışmalar yapmıştır. M. Üzülmez
(7) Kabala, Yahudi mistisizminde bir düşünce okulu veya kurallar bütünüdür. Genelde büyücülük, sihir, gizli ilimler anlamında kullanılır. M. Üzülmez
(8) Kusursuz “evrensel felsefe dili”nin günümüzdeki mirasçıları dijital teknoloji üzerine çalışan araştırmacılar olabilir mi? Bilmiyorum. Doğal bir dilin sözcüklerinin bütün anlamlarını tanıyabilecek ve insan ile makine arasında her türlü anlamlı konuşma ve yazışmayı gerçekleştirecek bu muazzam düşü Yapay Zekâ sanki yapacak gibime geliyor. M. Üzülmez

(9) Hegel, “daha önce belirttiğimiz” dediği yerlerde ise şunları yazar: “Alman Hıristiyanlar için imanlarının dayandığı kitabın kendi anadillerine çevrilmiş olması, ortaya çıkabilecek en büyük devrimlerden biridir.” “Büyük ilke budur-tüm dışsallık Tanrı’yla mutlak ilişki noktasında ortadan kaybolur; bu dışsallıkla birlikte bu kendine yabancılaşma, tüm kölelik de ortadan kaybolmuştur. Yabancı dillerde dua etmeye ya da bilimleri yabancı dillerde incelemeye katlanmaya son vermemiz de bununla ilgilidir.”

(10) Bernal, bu paragrafa düştüğü dipnot’ta, “Marx’ın 900 sayfalık matematik elyazmaları şimdiye kadar yalnızca rusça olarak yayınlanmıştır” şeklinde bir açıklamada bulunur. Kitapta yapılan bir alıntıda da, Friedrich Engels, Marx’ın “matematik alanında bile, özgün buluşlar” yaptığını belirtir.

Kaynakça

  • Diogenes Laertios, Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri, Çev. Candan Şentuna, YKY, Onuncu Baskı, 2021, İstanbul.
  • Jacqueline Russ, Avrupa Düşüncesinin Serüveni, Çev. Özcan Doğan, Doğubatı Yayınları, 5. Basım, 2021, İstanbul.
  • Fragmanlar, Thales Anaksimandros Anaksimenes, Çev. Güvenç Şar-Y. Gurur Sev, Pinhan Yayıncılık, 2019, İstanbul.
  • Platon, Devlet, Çevirenler: S. Eyüboğlu – M. Ali Cimgöz, TİB Yayınları, 2021, İstanbul.
  • Platon, Timaios, Çev. Erol Güney & Lütfi Ay, Sosyal Yayınları, 2021, İstanbul.
  • Aristoteles, Metafizik, Çev. L. Levin Basut&Saffet Babür, BilgeSu Yayıncılık, 2023, Ankara.
  • G. W. F. Hegel, Felsefe Tarihi/Thales’ten Platon’a Grek Felsefesi, 1. Cilt, Çev. Doğan Barış Kılınç, NotaBene Yayınları, 2018, İstanbul.
  • G. W. F. Hegel, Felsefe Tarihi/Platon’dan Ortaçağ Felsefesine, 2. Cilt, Çev. Doğan Barış Kılınç, NotaBene Yayınları, 2019, İstanbul.
  • G. W. F. Hegel, Felsefe Tarihi/Ortaçağ Felsefesi ve Modern Felsefe, 3.Cilt, Çev. Doğan Barış Kılınç, NotaBene Yayınları, 2021, İstanbul.
  • Sezai Karakoç, Günlük Yazılar IV Gün Saati, II. Baskı, Diriliş Yayınları, 1999, İstanbul.
  • Friedrich Nietzsche, Platon Öncesi Filozoflar, Çev. Nur Nirvan, Pinhan Yayıncılık, 2018, İstanbul.
  • Ksenophon, Avcılık Sanatı, Çev. Okan Demir, Pinhan Yayıncılık, 2021, İstanbul.
  • R.G. Collingwood, Doğa Tasarımı, Kurtuluş Dincer, Ayrıntı Yayınları, 2020, İstanbul.
  • Ahmet Cevizci, İlkçağ Felsefesi Tarihi, Asa Kitabevi, 2001, Bursa.
  • F. M. Cornford, Sokrates Öncesi ve Sonrası, Çev. A. M. Celâl Şengör ve Senem Onan, TİB Kültür Yayınları, 2022, İstanbul.
  • Annemarie Schimmel, Sayıların Gizemi, Çev. Mustafa Köpüşoğlu, Kabalacı Yayınevi, 2000, İstanbul.
  • Marcus Tullius Cicero, Tanrıların Doğası, Çev. F. Gül Özaktürk&Ü. Fafo Telatar, Doğu Batı Yayınları, 2021, Ankara.
  • Jeremy Stangroom, 50 Filozofla Felsefenin Kısa Tarihi, Çev. S. Emre Bekman, Orenda Kitap, 2021, İstanbul.
  • Roger Stuart Woolhouse, Ampirist Filozoflar, Çev. Gökhan Murteza, Pinhan Yayıncılık, 2019, İstanbul.
  • Spinoza, Yaşamak Dediğimiz Şey/aforizmalar, Çev. Zerrin Duman, Zeplin Kitap, 2019, İstanbul.
  • AnaBritannica Genel Kültür Ansiklopedisi, Cilt 1, Ana Yayıncılık A.Ş., s. 328, 1990, İstanbul.
  • AnaBritannica Genel Kültür Ansiklopedisi, Cilt 4, Ana Yayıncılık A.Ş., s. 34-35, 1990, İstanbul.
  • AnaBritannica Genel Kültür Ansiklopedisi, Cilt 5, Ana Yayıncılık A.Ş., s. 333, 1990, İstanbul.
  • AnaBritannica Genel Kültür Ansiklopedisi, Cilt 22, Ana Yayıncılık A.Ş., s. 13-14, 1990, İstanbul.
  • Thomas Hobbes, Leviathan, Çev. Semih Lim, YKY, 2016, İstanbul.
  • Blaise Pascal, Risaleler, Çev. Murat Erşen, Pinhan Yayıncılık, 2017, İstanbul.
  • Sinan Sertöz, Matematiğin Aydınlık Dünyası, TÜBİTAK Yayınları, 1997, Ankara.
  • C. P. Snow, İki Kültür, Çev. Tuncay Birkan, TÜBİTAK Yayınları, 2001, Ankara.
  • David Ruelle, Raslantı ve Kaos, Çev. Deniz Yurtören, TÜBİTAK Yayınları, 1996, Ankara.
  • James D. Watson, İkili Sarmal, Çev. Alev Serin, TÜBİTAK Yayınları, 1995, Ankara.
  • L. Vlasov & D. Trifonov, 107 Kimya Öyküsü, Çev. Nihal Sarıer, TÜBİTAK, 1999, Ankara.
  • Utku Özmakas, Kartezyen Prens/Descartes ve Siyaset, zoomkitap, 2022, İstanbul.
  • Afşar Timuçin, “Gottfried Wilhelm Leibniz” tanıtım yazısı. (Leibniz, Metafizik Üzerine Konuşma, Çev. Afşar Timuçin, Cumhuriyet Dünya Klasikleri: 41, 1999.)
  • Leibniz, Metafizik Üzerine Konuşma, Çev. Afşar Timuçin, Cumhuriyet Dünya Klasikleri: 41, 1999.
  • Lucien Goldmann, Kant Felsefesine Giriş, Çev. Afşar Timuçin, Metis Yayınları, 1983, İstanbul.
  • Arthur Schopenhauer, İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya, Çev. A. Onur Aktaş, Doğu Batı Yayınları, 2023, İstanbul.
  • Umberto Eco, Avrupa Kültürü, Çev. Kemal Atakay, Yeni Binyıl, 1995, İstanbul.
  • Umberto Eco&Riccardo Fedriga, Felsefe Tarihi/Antik Yunan, Cilt 1, Çev. Leyla Tonguç Basmacı, Alfa Yayınları, 2020, İstanbul.
  • Umberto Eco&Riccardo Fedriga, Felsefe Tarihi/Hellenizmden Augustinus’a, Cilt 2, Çev. Leyla Tonguç Basmacı, Alfa Yayınları, 2020, İstanbul.
  • Umberto Eco&Riccardo Fedriga, Felsefe Tarihi/Aostalı Anselmus’tan Pomponazzi’ye, Cilt 3, Çev. Leyla Tonguç Basmacı, Alfa Yayınları, 2021, İstanbul.
  • Umberto Eco&Riccardo Fedriga, Felsefe Tarihi/Machiavelli’den Encyclopedie’ye, Cilt 4, Çev. Leyla Tonguç Basmacı, Alfa Yayınları, 2022, İstanbul.
  • Umberto Eco&Riccardo Fedriga, Felsefe Tarihi/Aydınlanmadan Kant ve Hegel’e, Cilt 5, Çev. Leyla Tonguç Basmacı, Alfa Yayınları, 2022, İstanbul.
  • Daryush Shayegan, Yaralı Bilinç, Çev. Haldun Bayrı, Metis Yayınları, 2020, İstanbul.
  • Bertrand Russell, Sorgulayan Denemeler, Çev. Nermin Arık, TÜBİTAK Yayınları, 1988, Ankara.
  • Bertrand Russell, Sorgulayan Denemeler, Çev. Nermin Arık, Say Yayınları, 2021, İstanbul.
  • John Desmond Bernal, Marx ve Bilim, Çev. Osman Arman, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 1997, Ankara.
  • John Desmond Bernal, Tarihte Bilim (2 Cilte), Çev. Tonguç Ok, Evrensel Basım Yayın, 2008, İstanbul.
  • John Desmond Bernal, Modern Çağ Öncesi Fizik, Çev. Deniz Yurtören, TÜBİTAK Yayınları, 1996, Ankara.
  • Adrian Berry, Bilimin Arka Yüzü, Çev. R. Levent Aysever, TÜBİTAK Yayınları, 1998, Ankara.
  • Susan Neiman, Modern Düşüncede Kötülük, Çev. Ayhan Sargüney, Ayrıntı Yayınları, 2021, İstanbul.
  • Turgut Uyar, Göğe Bakma Durağı, YKY, 2011, İstanbul.
  • Ve, https://tr.wikipedia.org/

20 Mart 2024 günü:
https://www.erganihaber.net/haber/10372/felsefe-ve-matematigin-yoldasligi.html
https://www.gaphaberleri.com/haber/164424/muslum-uzulmez-yazdi-felsefe-ve-matematigin-yoldasligi.html
https://ruhanews.com/haber/161010/muslum-uzulmez-yazdi-felsefe-ve-matematigin-yoldasligi.html
https://www.vatandasgazetesi.com.tr/felsefe-ve-matematigin-yoldasligi-makale,4274.html
https://kovarabir.com/11187/muslum-uzulmez-felsefe-ve-matematigin-yoldasligi/
yayımlandı.

6 Comments

  1. Çok gelişmiş bir çalışma. Ama felsefenin hikáyesini neden Hegel ‘de bıraktığınızı Marx ve Marksizme geçmediğinizi anlamadım.
    Bir temel önemde kavram sorunu: Matematiğin düşün alanındaki mütekabili felsefe değil mantık olmalıydı. Mantık da matematik gibi yarsınamaz sonuçlara varır. Felsefe ise çok daha açık uçludur, zamanın koşullarına göre ağırlık verdiği konular değişebilir.

  2. Merhaba. Umarım iyisindir. Eskiden haberlesirdik ama elde olmayan bazı zorunlu ayrılıklar bunu surdurmeye izin vermedi. Yazı çok uzun fakat surukleyici. İlk dönem felsefeciler sadece matematikle değil insanlığı ve kafaları meşgul eden herşeyle ilgilenirler ve cizum bulmaya çalışırlardı. Temel motuve edici soru: ” Nereden geldik, nereye gidiyoruz?” idi. Keşke Bilim Tarihi üzerine yazilmis eserleri de inceleyip daha bütünleyici bir makale yazabilseydin daha iyi olurdu. Bilim Tarihi konusunda eser üretenler bu konuları ayrıntılı şekilde incelemislerdir. Belki matematiksel fizik yada fiziksel matematik daha kapsamlı bir kullanım olurdu diye düşünüyorum.
    Emeğine sağlık. Kolaylıklar diliyorum.

  3. Müslüm her zamanki güzel üslubuyla çok geniş ve defalarca okunabilecek bir konuya açıklık getirmiş. Biraz daha genişletilerek rahatça bir kitap olarak yayınlanabilir. Tebrikler ve nicelerine katkı koyman umut ve dileğiyle sevgili arkadaşım

  4. Baktım da, tam 65 yıl geçmiş aradan. Lise 1’de bir matematik öğretmeni geldi sınıfımıza. Kısa boylu, bızdık biri. Liseyi bitirene dek bize matematik, cebir, geometri ve o zamanki adıyla uzay geometri öğretti. Bir yandan anlatır, bir yandan da yan yana asılı, o zaman için pek modern, yeşile boyalı karatahtaları rakamlarla, harflerle, işaretlerle doldurur giderdi. Sınavlarında kitaba bakmak serbestti. O zamanlar bilgisayar falan yoktu, ama dahice düşünülmüş bir hesap cetveli vardı. Onunla sadece dört işlemi değil, kare ve küp kök, sin/kos ve tanjant hesaplarının tümünü yapabilirdin. O cetvelleri kullanmak da serbestti. Sınav sorularını verir, bize bakmak şöyle dursun, yerine oturup, kafasını kaldırmadan kitabını okurdu.

    Bir gün tesadüfen aynı zamanda felsefe mezunu olduğunu öğrendik. “Hocam, ne alaka?” diye sorduk. “Birini bilmeyen diğerini anlamaz” dedi, “Diğerini bilmek de berikini anlamaktan geçer.”

    Zaman içinde o bızdık öğretmen büyüdü, sınıfımıza sığmayan bir dev oldu. Sonradan öğrendik ki, ODTÜ’de matematik öğretmeni olmuş.

    Ortalıkta okur-yazar, gazeteci, “akil insan” falan diye dolaşırken, “Ben matematikten anlamam” diyerek satır arasında onsuz da pek bilge olunabileceğini ihsas eden yarı cahiller utansın!

    Zahmet edip yazdıkların birkaç gençte merak uyandırabilirse ne mutlu sana.

    • Sevgili Yoldaşım Cemil Fuat Hendek,
      İlginize ve yorumunuza çok teşekkür ederim.
      Dilediğiniz dilekler dileğimdir.
      Ne güzel söylemiş matematik öğretmeniz:
      “Birini bilmeyen diğerini anlamaz” ve “Diğerini bilmek de berikini anlamaktan geçer.”
      Her şey gönlünüzce olsun.
      Selam ve sevgiler…

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.