Kamil Sümbül’e yazdığım bir yazı
Sevgili Dayımoğlu Kamil,
Yoğun işlerin arasında, bana uzun uzun mail’ler attığın ve sabırla yazılarımı okuduğun için en samimi duygularımla sana teşekkür ediyorum.
Yazılarınızdaki samimiyet, içerik ve farklı bir bakış açısıyla yazılmış olmaları benim açımdan önemli olmanın yanında, öğretici de olmaktadır. İnsanın yaşam biçimiyle söyledikleri eğer örtüşmüyorsa, söyledikleri çok düzgün şeyler olsa dahi at çöpe gitsin. İnsanların fikri ve zikri bir olmalı. Siz fikri ve zikri bir olan bir dostum, bir arkadaşım ve bir akrabam olduğunuz için, benim için çok değerlisiniz.
Yazı ve eleştirilerine (sözün gelişi…) gelince, nereden başlayacağımı bilemiyorum. Düşüncelerimi bir sistem dâhilinde değil de, aklıma estiği şekilde, doğaçlama yazdığım için hoş gör. Çok çok uzun bir zamandır bu konularda konuşma ve tartışma içinde olmadım, kitap ve yazılar da okumadım. Seninle bu konuları konuştuğum ve yazıştığım için kendimi şanslı sayıyorum. Çünkü biz körü körüne inananlardan hiç olmadık: Hep aklımızın ve yüreğimizin sesini dinledik. Ben, düşüncelerime ters gelse de, yeni şeyleri anlamaya çalıştım ve çalışıyorum. Sen ne düşünüyorsun bilemiyorum, sonuç istediğimiz gibi olmasa dahi bence biz doğru olanı yaptık: Haklının, ezilenin, güçsüzlerin yanında olduk, hak ve özgürlükler için mücadele ettik; haksızlığa, namussuzluğa, zalime, güçlülere karşı savaştık! Gücün ve paranın karşısında eğilmediğimiz gibi, gücün ve paranın egemenliğine baş kaldırdık.
Bugün yine aynı duyguları taşıyorum. O gün, o günkü bilgilerimle, komünizmin bütün haksızlıklara çare olacağı, TKP’nin de bizi o istediğimiz yere götüreceğine inanıyordum. Olmadı, yanıldık. Bizler, özünde insanların mutlu ve özgür olmasını amaçlamıştık, bugün de aynı duygu ve düşünceleri taşıyorum, yani amaçta bir değişiklik yok.
Aşağıda bir iki noktaya değinmek istiyorum. Burada yaptığım eleştiriler, doğrudan seninle veya benimle bir alakası yok, genelde sık sık yapılan hatalarımızla ilgili şeylerdir.
Petersburg izlenimlerim…
Petersburg izlenimlerimde olabildiğince tarafsız kalmaya çalıştım. İyimser veya ummak istediğim şekilde yazdığımı sanmıyorum. Kısaca gördüklerimi, duyduklarımı ve edindiğim bilgileri yazdım. Kıyaslamayı ancak Türkiye’deki kentler ve sosyal yaşamla yapabildim. Dediğin gibi eğer Batı Avrupa’yı görseydim daha sağlıklı kıyaslama ve değerlendirme yapma şansına sahip olurdum. Kısmet olursa o da olur.
Beyaz gecelere gelince…
Beyaz geceleri, yaşayamamam; Kuğu Gölü’nü, Rus halk danslarını, Yazlık Sarayı görmemem, dediğin gibi bir eksiklik. Kısmet olursa bu eksikliği bir başka zaman gideririz. Nasıl olsa Ozan artık oralı sayılır. Hem kim bilir, belki ikimiz birlikte Petersburg’u gezeriz. Ne güzel olur, değil mi? Olmaz deme! Benim okuduğum “Beyaz Geceler”, Dostoyevski’nin eseridir. Çevrisini Mehmet Özgül yapmış. Cumhuriyet Yayınlarınca “Dünya Klasikleri” listesinde yayınlanmış. Yazında Anton Çehov yazmış diye yazınca tereddütte düştüm, kitabı bulup sayende yeniden tekrar okudum. Okurken de altını çizdiğim bir bölümle karşılaştım.
Beğeneceğinden emin olduğum için, altını çizdiğim bölümü sana da yazıyorum:
[Arada bir kendime “Hayallerin nerede?” diye sorarım. Ama başımı sallayıp, “Yıllar ne çabuk geçiyor!” demekten başka çarem olmaz. Bu kez başka sorular gelir aklıma: “Peki, yıllarını ne yaptın? Hayatının en iyi yıllarını nereye gömdün?” İçimden bir ses yükseliyor: “Bak çevrende her şey nasıl gittikçe soğuyor? Birkaç yıl daha geçsin, koyu bir yalnızlıkla birlikte bastonuna dayanmış, titreyen bir yaşlılıkla karşı karşıya geleceksin. Ondan sonra da umutsuzluk, keder, bezginlik… Bir gün gelip hayal dünyam yerle bir olacak, hayallerim sarı yapraklar gibi bir bir dökülecek…” Ah, Nastenka! O zaman hem yalnız, yapayalnız kaldığım, hem de acınacak bir şeyim olmadığı için dövüneceğim. Çünkü yitirdiklerimin hepsi kocaman bir sıfır değerindeki hayallerden başkası olmayacak!]
Nazım ve Maksim Gorki konusuna gelince…
Nazım ve Gorki ile ilgili Avrupa’daki izlenimlerini anlatırken; “Demek istediğim Batı Dünyası’nda ideolojik içerikli kitaplar tutulmuyor ve de ilgi görmüyor” diye yazmışsın. Bir defa Batı ile biz her bakımdan çok farklıyız. Batı’nın değerleri ile bizim değerlerimiz de farklıdır. Sen de çok iyi bilirsin ki, her düşüncenin, her eylemin arka planında bir ideoloji vardır. İdeolojisiz bir düşünce mümkün mü? Nasıl ki dinsizlikte bir dinse, ideolojisizlikte bir ideolojidir. Her sanat eserinin mutlaka söylemek istediği bir şey var; işte o şey ideolojiden bağımsız değildir. Burada sizin ve benim onaylamadığımız; roman, şiir, hikâye… daha doğrusu tüm sanat yapıtlarında politikanın kaba işlenişi, propaganda sırıtan yanıdır. Elbette bir sanat yapıtı parti propaganda bildirisi veya bülteni şeklinde olmamalı. Tabi, bunu becermek her yiğidin kârı değil, klasik sanatçıların çoğunun birer dâhi oluşu bu nedenledir.
Nazım bence iyi bir şair ve inanmış iyi bir dava adamı. Sosyalizm şimdi yükselen değer olmadığı için, sosyalizme dair olan şeyler de maalesef pek rağbet görmüyor. Nazım’da bundan payına düşeni almış olabilir. Veya dediğin gibi belli ülkelerde dar bir çevrece tanınmış olabilir, bilemiyorum. Ama bizde Nazım yükselen bir değer halen. Alpaslan Türkeş ölmeden önce, bir parti toplantısında kalkıp; “Dörtnala gelip Uzak Asya’dan/ Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan/ bu memleket bizim” şiirini okuyabiliyor. Medya imparatorluğunun değişik kalemşörleri Nazım’ın ölüm ve doğum yıldönümlerinde O’nu anar oldular. Bu yapılanların çoğunun iyi niyetle yapılan şeyler olduğu şüphe götürür. Onların birçoğu bence, Nazım’ı devrimci kimliğinden, devrimci özünden koparmak istiyor. Kimisi milliyetçiliğini, memleket sevgisini, kimisi aşklarını, kimisi sevgililerini, kimisi sevdiği kadınları ve kimisi de Türkçeyi çok iyi kullanan şair yönünü ön plana çıkartıyor. Komünist olduğu, TKP üyesi olduğu ise görmemezlikten geliniyor. Ben, Nazım’ın şiirlerini halen severek ve zevkle okuyorum. Nazım, Türkiye’nin yetiştirdiği dâhilerden biridir bence. Aynı şekilde Gorki de, benim en çok sevdiğim yazarlardan biriydi. Okuduğum eserleri içinde en çok sevdiğim, “Benim Üniversitelerim” olmuştu. Bu eserini ANA’dan çok sevmiştim.
ANA olsun, Dimitri Dimov’un “TÜTÜN”ü romanı olsun (Senin gibi bende Tütün’ü okuduğumda çok sevmiştim.) belki devrimci mücadelenin sıcak atmosferi içinde bulunduğumuz ana denk geldikleri için çok hoşumuza gitmişti. Bu iki yapıt okuduğum zamanda bana bir romandan çok, birer “Militana Notlar” gibi gelmişti. Bu kitapları okuduğumda, hatırladığım kadarıyla, o zamanlar sanat yönünden çok, kitaplardaki devrimci duruşun nasıl olması gerektiği mesajı ilgimi çekmişti.
İsa’nın fotoğrafı…
İsa’nın tablosu önünde fotoğraf çektirmem anlaşılan size çok ilginç gelmiş. Ben de o fotoğrafı çektirirken gülmüştüm (Fotoğrafa yeniden bakarsan görürsün). Nedeni, doğrusu 40 yıl düşünseydim İsa’nın tablosunun önünde resim çektireceğim aklıma gelmezdi. O fotoğraf bir başka açıdan da bence ilginçtir: Bir komünist bir peygamberin, tanrının oğlunun tablosu önünde resim çektiriyor, olacak şey mi?
Dayımoğlu, ufak bir hatırlatma yapayım: Sen, fotoğrafları karıştırmışsın, elimle işaret ettiğim İsa değil, Dostoyevski’dir. Böyle olsa da, ben ve İsa ile ilgili yazdıkların hoşuma gitti.
“Ezber bozma”ya gelince…
Ben, kendi adıma her şeyi yeniden ve yeniden sorgulamaya başladım: Hem bireysel, hem sosyal ve hem de siyasi yaşamımı. Böyle yapınca da, ister istemez “ezber” bozuluyor. İkincisi, bu sorgulamanın yanında yoğun şekilde okumaya, yazmaya başladım. Sonra okuduklarım, yazdıklarım, sohbetlerim üzerine düşünmeyi prensip edindim. Başka şansımız da yok; çünkü her şey düşünmeyle oluyor. Düşünmeden neyi, nasıl yapacağız? Gelenek, görenek, eski alışkanlıklarımızla mı hareket edeceğiz, yoksa bilgiyle donanımlı, yöntemli mi hareket edeceğiz? Bilgiyle donandığımız, yöntemli hareket ettiğimiz zaman, “ezber bozma” kendiliğinden başlar.
Bende “ezber” bozulmaya başlayınca, hem kişisel davranışlarımda ve hem de düşüncelerimde olumlu anlamda (Göreceli olduğunu hatırlatırım…) değişmeler olduğunu söyleyebilirim.
Sovyetler, Lenin, Ekim Devrimi ve Darbe olayına gelince…
Bizde sık tekrarlanan bir yanlışlık var: Dünyaya, olaylara, olgulara başkalarının gözüyle bakıyoruz, ya Doğu’nun ya da Batı’nın penceresinden, bir türlü kendimiz olamıyoruz, bireyselleşemiyoruz. Olayları ve olguları kendi akıl süzgecimizden geçirip analiz edemiyoruz. Böyle olunca da bir uçtan diğer başka bir uca savruluyoruz: Bir Batılı, bir Doğulu oluyoruz. Oysa diyalektik düşünmesi gerekenler en çok bizler olmalıyız.
Lenin, Trocky, Stalin, Buharin… bunlar iyi birer örgütçü, entelektüel ve önder. Bunlar sevapları ve günahlarıyla sosyalist düşünceye katkıda bulunmuşlardır. Batı Avrupalılar şöyle demiş böyle demiş, bence o kadar önemli değil; bizler çok acı bedellerle ödedik, neyin ne olduğunu, neyin nasıl olması gerektiğini herkesten daha iyi bilecek durumdayız. Tabi ki bu emek ister, sabır ister, özveri ister ve her şeyden önce de bilgi ister.
İkincisi, her şey kendi zaman dilimi içerisinde değerlendirilmelidir. Bugün geriye dönüp baktığımda, deneyim ve öğrendiklerimden şunu çıkarıyorum: Sosyalizm kendi içinde çoğulculuğu, çok sesliliği, demokrasiyi yeşertebilseydi, bu duruma düşülmezdi. Dahası, bir düşünce kendisini koruma derdine düştüğü an, kendini korumaya başladığı an tutuculaşır, muhafazakârlaşır. Muhafazakârlaşan, tutucu bir düşünce önce kendini tüketmeye, yemeye başlar, sonra da devrimci özünden kopar, ilericiliğini yitirir.
Diğer bir sorun da kanımca, Kautsky-Lenin tartışmalarının özünü yeterince kavrayamamış olmamızdır. Kautsky-Lenin arasındaki kavganın veya daha üsluplu bir deyimle ideolojik mücadelenin özünde “Proletarya Diktatörlüğü” ile “Proletarya Enternasyonalizmi” sorunu yatmaktadır. Proletarya Enternasyonalizmini şimdilik bir tarafa bırakalım, hiç diktatörlüğün olduğu yerde düşünce olur mu, devrimci düşünceler üretilebilir mi? Üretilen yeni düşüncelere diktatörlük izin verir mi? Biz, kanımca bunu anlayamadık. “Dönek” Kautsky deyip, işin içinden çıktık; Kautsky’nin devrimci-demokrat düşüncelerinden yararlanmasını bilemedik. Lenin “dönek” demiş ya, hangi yiğit o dönem kalkıp; “Sosyalizmin özünde demokrasi vardır, bu Kautsky iyi şeyler de söylüyor” deme cesaretini gösterebilirdi? Bizler o dönem taşradan geldiğimiz için, yeterli bilgiyle donanmadığımız için, entelektüel seviyemiz düşük olduğu için bazı şeyleri göremedik, tamam. Peki, bu işin içinde olan aydınlar neden bunu göremedi? Ödediğimiz bedellerin, çekilen acıları bir kısmının nedeni, bağımsız düşünebilen gerçek aydınlardan yoksun oluşumuzdur. Bu sorunu, bugün bile yaşıyoruz.
Kautsky-Lenin tartışmasına tekrar dönersek, Bolşeviklerle Menşeviklerin temel ayrılığı –aklımda kaldığı kadar-dediğim gibi proletarya diktatörlüğü ile proletarya enternasyonalizmi idi. Şimdi eskisi gibi kimse kalkıp proletarya diktatörlüğü ile proletarya enternasyonalizmini savunmadığına göre, Sosyal-demokratlar ile komünistler aynı çatı altında bulunamazlar mı, diye yüksek sesle düşünüyorum. Biliyorsun, eskiden -Lenin öncesi- işçi sınıfı, Marksist hareket “Sosyal-Demokrat” olarak adlandırılıyordu. Lenin’den sonra Sosyal-Demokrat Hareket, Menşevikler (sosyal-demokratlar, sosyalistler) ve Bolşevikler (komünistler) şeklinde ikiye bölündü. Şimdi koşullar değiştiğine ve nesnel durum oluşturduğuna göre aynı nehrin değişik iki kolu, tekrar bir nehir yatağında birleşemezler mi? Kürtler için de, bu dediklerim geçerlidir.
Sovyetlerin yıkılması sadece yanlış uygulanan politikalardan değil; bence biraz da sosyalist kuramın kendisinden kaynaklanıyor. Yanlış politikalar ve uygulamalar ancak bu işin tuzu biberi olur. Sovyetlerin, Arnavutluk ve Çin’in uygulamaları farklı olmasına karşın, tümü de yetersiz kaldı; kapitalizmin karşısında ilk başlarda gösterdikleri başarıyı devam ettiremediler, yenildiler. Kısaca, sosyalist düşünce, uygulandığı ülkelerde muhafazakârlaşması, tutuculaşması, devrimci ve sosyalist çoğulculuktan uzak olması başarısızlığın bir nedeniyse, ikinci neden, işçi sınıfının yapısındaki niteliksel değişimdir. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra işçi sınıfının, proletaryanın yapısında niteliksel değişimi sezinleyemedik. Savunmuş olduğumuz ideoloji gereği yeni durumları diyalektik düşünme yöntemiyle analiz edeceğimize, çözümleyeceğimize; ustaları, bilinenlerin tekrarıyla yetindik: Tarikat müridi olduk. Bizler, birer dâhi olan Marx ve Engels’in kapitalizmin gelişme evresi dönemine ilişkin geliştirdiği düşüncelere sıkı sıkı sarıldık. Marx, “Proletaryanın zincirlerinden başka kayıp edecek bir şeyi yoktur” diyordu. Ne zaman: Vahşi kapitalizm döneminde! Biz, 20. yüzyılda modern kapitalizm döneminde aynı teraneyi tekrarlayıp durduk. Bu yaşamla örtüşmedi. İşçilerin arabaları, evleri, buzdolabı, çamaşır makinesi, televizyonu… en önemlisi eşi, çocukları, bir ailesi var. Yani işçilerin kayıp edecekleri çok şeyleri var artık. Bugünkü proletarya ile Marx’ın tanımladığı proletarya çok farklı. Sen, uzun süredir refah düzeyinin çok yüksek olduğu bir ülkede, İsveç’te yaşadığınız için ne demek istediğimi daha iyi anlayacak durumdasınız (Emeğin niteliksel değişimi çok çok önemli bence. Yazımı fazla uzatmak ve konuyu dağıtmamak için, bu konuda 29 Temmuz ve 5 Ağustos 2005 tarihlerinde iki posta halinde Ergani Haber gazetesinde yayınlanan “Emeğin Dönüşümü” başlıklı yazımı okumanı öneririm.)
Ekim Devrimi devrim mi, darbe mi?..
Yazınızın bir iki yerinde bana “belki kızacaksın” diyorsun. Ben ise daha farklı düşünüyorum; ben neysem, sen de osun. Rızgari’nin devrimci mücadelesini yeterli görmeyip başkaldıran, devrimci proleterler olarak Alarızgari’yi oluşturanlar kimlerdi? Bu arkadaşlarımız, Marksizm-Leninizm’i savunan sosyalistler değil midi? Bizler, “bir fidanın güller açan” dalıydık. Ha, benim içinde yer aldığım grubun sorumluluğu daha fazlaydı, bu nedenle günahın büyüğü de sizindir diyorsan, bak bu doğru.
Şimdi ben sana, “belki kızacaksın” diyorum. Her devrimin bir yasası vardır: Karşısına çıkan veya çıkacak olanları ortadan kaldırmak, etkisiz duruma getirmek. İsveç solcuları Ekim Devrimi’ni devrim olarak değil de, DARBE olarak görüyorlarmış. Onlar görebilir, ama şaşı görüyorlar. İsveçliler hayatında hiç darbe gördü mü, darbelerin çizmesi altında hiç yaşadı mı, sormak lazım. Oysa bizler her on yılda bir darbe gördük ve bu darbeler bizlerden çok şeyleri alıp götürdü. Kim ne derse desin, hatası sevabıyla, örgütlenişiyle, liderleriyle, Rusya’da ve Dünya’da yarattığı etkiyle büyük bir devrimdir Ekim Devrimi. Şimdi devrimci dalga durulduğu için, gözden düşebilir, gözden düşürülmek istene bilinir. Dünyayı ayağa kaldıran, Hitler faşizminin önünde barikat olan; ezilenlerin, sömürülenlerin, işçilerin, köylülerin, ulusal kurtuluş hareketlerinin umudu olan ve onlara ivme kazandıran Ekim Devrimi değil miydi? Çar ailesi ve Romanoflar öldürülmüş, bu çok mu önemli? Romanof kimdir: Asalak bir asil, zalim bir Çar. Dünyada her gün binlerce insan işkencede, savaşlarda, faili cinayetlerde ölüyor. Dünyada tarih boyunca öldürülen devrimcilerin, aydınların, yazarların kim sayısını söyleye bilir? Ben söyleyeyim: Kızılderililerin deyişiyle, “gökteki yıldız ve ormandaki yapraklar kadar”. Hem artık tek tekte öldürülmüyor: Haritadan köyler, kentler siliniyor. Bu nedenle, Romanofların ölümü/ öldürülmesi o kadar önemli değil. Sakın ölümleri savunduğumu sanma! Ben burada devrimin mantığından, yasasından söz ediyorum. Unutma: İster devrim denilsin, ister darbe denilsin, hareket Kışlık Saray’dan başlıyor. Çar Romanof, Saraydan farz edelim ki sağ çıksaydı neler olurdu, düşünebiliyor musun? Dediğim gibi, her şey kendi mantığı içinde değerlendirilmelidir. Lenin ve arkadaşları bir devrim yapıyor: Devrimin önünde ki engelleri veya engel olabilecekleri yok ediyor veya etkisiz hale getiriyor. Devrimin sıcak günleri veya saatleri içinde bu tür vakalar olabilir ve oluyor. Yıllardır bu olay devrimcilerin, komünistlerin “vahşiliği”ni kanıtlamak için ısıtılıp, ısıtılıp piyasaya sürülmektedir: Yani yeni bir şey değil!
Bırakalım Lenin ve Romanof’u… Nerede görülmüş burjuvazinin devrimci, sosyalist ve komünist mücadeleye hoşgörüyle baktığı? Burjuvazi iktidarı halk güçlerine, devrimciler nerede ve ne zaman barışçıl şekilde vermiştir. Seçimle iktidara gelen Allende’nin, Şili’de başına neler geldiğine hep birlikte tanık olmadık mı? 8 saatlik çalışma süresi, grev ve sendika hakkı, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü altın tepside mi sunuldu? O İsveçlilere bir sormak lazım bunları.
Devrimciler hep barışçıl ve demokratik yollardan mücadele etmeyi arzu etmişlerdir. Şiddeti devrimciler değil, karşımızdakiler uyguluyorlardı ve hala da uyguluyorlar. Bu nedenle, Romanofların katili Lenin değil, Burjuvazidir demek lazım. Ha, başta Sovyetler Birliği olmak üzere tüm sosyalist oluşumlar daha hümanist bir yaklaşım, daha demokratik bir yapılanma içinde olsalardı daha iyi olurdu deniliyorsa, bu düşünceye katılırım.
Neyse, sonuç itibariyle, bence, Sovyetler Birliği kendisi yok olsa da, tarihin önemli sayfalarından biri olarak hep var olacaktır!
Şimdi sevincime gelelim…
Yazında beni en çok sevindiren, senin ev alman ve ev sorunu hal etmiş olman oldu. Bahçeli güzel bir ev almana ve 15 Ağustos’ta taşınacak olmana çok sevindim. Ailece can sağlığıyla oturun. Tüm dileklerinizin gerçekleşmesi dileğimdir. Benim de İsveç’te artık bir evim var diyebilirim. Nazik davetin için de ayriyeten çok teşekkür ederim. Söz, geleceğim, ama bu sene olmaz, iznim yok. Belki önümüzdeki yıl olabilir…
***
Yazım biraz uzun oldu, biliyorum. Kusuruma bakma. İyi de oldu, senin sayende bazı şeyleri yeniden düşünme şansını yakaladım. Sağ ol!
Benim kadir kıymet bilen can dostum, yol arkadaşım gözlerinden öpüyorum.
Selamlar…
19 Mayıs 2006
Bibinoğlu/ Müslüm Üzülmez