Üzerimde dedemin çok emeği vardır. Ankara’da okurken (1972-1976 yılları) yanında kaldım. Yanında kaldığım o günleri ve dedemi unutmadım ve unutamam. O yıllar, anılarımın silinmez sayfalarında kayıtlıdırlar. Zor yıllardı. Yoldaş Koçero kitabımda kısa da olsa bir kısmını yazdım:
“Kaldığımız ev çok ufaktı, dahası dedemin evi her gelen Çermiklinin uğrak yeriydi. Bu durum ders çalışmamı zorlaştırıyordu. Dahası nenem sürekli hastaydı. Ben ve dedem sürekli nenemle ilgilenmek zorunda kalıyorduk, ev işlerini birlikte yapıyorduk. Nenemin hastalığı nedeniyle evdeki tüm işleri dedem yapıyordu diyebilirim. Dedem, çalışma dinine inanan gerçek bir proleterdi. Bir kazan fabrikasında gece bekçiliği yapıyordu. Gece benim yattığım yatakta, gündüz o yatıyordu. Bana, zaman zaman ev işlerini kastederek: “Her şeyi öğren. İyi günde vardır, kötü günde. Yemek yapmasını, çamaşır yıkamasını, yama yapmasını, her şeyi öğren. Öğrenmenin hiç zararı olmaz, faydası olur. Bunları öğrendiğin zaman hiç kimseye minnet etmesin. Gerekirse karıya bile…” derdi hep. Dedemin bu öğüdünün faydasını çok gördüm, özellikle cezaevinde.
Bazı günler arkadaşlarımla buluşur onlarda kalırdım. Telefon olmadığı için dedeme ya da neneme haber vermezdim veya belki haber vermeyi düşünemiyordum. Eve döndüğümde Şevkiye nenem çok kızardı benim bu davranışıma. “Yine kayıp oldun. Nerelerdeydin? Başına bir iş gelse seni nerede, nasıl bulacağız? Seni yılan yemiş hekim bile bulamaz” deyip fırçasını atardı.
Çermik’i hep sevmişimdir. Bu çocukluğumla alakalı olmalı, çünkü çocukluğumda Çermik’e dedemin yanına çok giderdim. Her gittiğimde dedem çoğunlukla culfa tezgâhında bez dokurdu. Dedemi, dedemin dokuma tezgâhı başındaki oturuşunu, omzunda hep asılı duran mahrama denilen büyük mendiliyle terini silişini, Hekal Dağının önünde ip yumaklarını şirezlemesi ve çezme çözüşünü, Ömer dayımla ona yardım edişimizi unutmadım. Dedem iyi bir culfacıydı. Dokuduğu culfa bezlerini Ergani’ye eşekle getirip Meydan’da satardı. Aynı zamanda eşekle nakliyecilik yapardı. Sadece dokuma bezi değil, kışları koşullar uygun olduğunda pirinç, kuru fasulye, kuru üzüm; yazları ise biber, patlıcan, domates, yeşil fasulye getirip satardı. Dönüşte de sabun, şeker gibi temel ihtiyaç maddelerini götürürdü. Dedemle birlikte eşekle bende birkaç kez Ergani’den Çermik’e (35 km.’lik yolu) gidip gelmişliğim olmuştur.”
Fahri (Faho) dedemi, Şevkiye nenemi, Niyazı ve Veyis dayılarımı rahmet ve şükranla anıyorum.
Dedem Fahri Değirmenci-Annemin dayıları Cemal ve Muharrem Sümbül
***
Faho dedemle ilgili dayım Nurettin Değirmenci’den bir yazı rica ettim. Sağ olsun 24 Mart 2012 günü e-postayla gönderdi. Gönderdiği yazıyı aynen sunuyorum:
“BABAM FAHRİ DEĞİRMENCİ
“Karşılaşılan zorluklar ne kadar büyükse, bunların üstesinden gelmek de o kadar gurur vericidir.” (Epiktetos)
Babam altı yaşında öksüz kalır ve oldukça zor koşullarda yaşar. Yaşadığı dönemde okula gitmesi, okula gitmeyi hayal etmesi olanak dışıydı. Kendi değirmenlerinde artıkları toplayarak yaşamını sürdürür. Kendinden küçük kardeşi zorluklara katlanamaz ve ölür.
Esasında, babam, o yılların yoksul Türkiye’sinde sürekli yokluklar içinde yaşar. 1910’lu, 1920’li, 1930’lu, 1940’lı yıllarda çalışıp didinerek kendi ve ailesinin varlığını sürdürür. Kendisine binlerce teşekkür ederiz.
Babam, yokluk yıllarında verdiği yaşam mücadelesini bizlere anlatır ve ara sıra o yıllara geri dönerdi.
1950’lili yıllarda bile Türkiye’nin genel durumu kötüydü. Kelkit’ten bir grup yurttaşın, cumhurbaşkanı, başbakan ve Gümüşhane milletvekillerine çektiği bir telgraf bu durumu çok net sergiler:
“Vilayet, Gümüşhane; kazası, Kelkit; durumumuz:
Kaymakam, yok; Doktor: yok; askerlik şubesi başkanı: yok; yargıç: yok; mal müdürü: yok; özel idare müdürü: yok; tapu sicil müdürü: yok; ortaokul müdürü: yok; PTT müdürü: yok. İşte biz böyle bir kazada Devleti Ali’nin yurttaşları olarak huzur ve güven içinde yaşıyoruz!” (31-1-1952)
1960’lı yıllarda, Avrupa’nın değişik katkıları ile Türkiye’de bilgi, beceri, araç-gereç birikimi artar, üretim çoğalır, yoksulluklar azalır. Üretim artışı ile orantılı demokrasi genişler. Babam, 1960’lı yıllarda ticaret ile varlığını sürdürüyordu. 1970’li yıllarda Ankara’ya yerleşti.
Babam, evime geldiğinde doğruca kütüphane odasına geçer, oraya yerleşir ve hayranlıkla kitaplara bakardı. Ender olarak salonda otururdu. Kitapları izlemekten büyük mutluluk duyardı. Ben bilgisayarın başına geçtiğimde, “Oğlum bu kitapların bazıları başka dillerde yazılıdır; değil mi?” diye, sorar ve ona gerekli cevapları verirdim. Sonra, “Okuma-yazma bilmeyen insanlar kör sayılır. Ben okuyamadım. Üstüne üstlük başkasının baskısı ile büyük çocuklarımı da okula göndermedim. Ne kadar cahil davranmışım!” diyerek, hayıflanırdı.
Babama döner, “Baba o koşullarda öyle yapman gerekmiş. Sizin yaşıtlarınızın hepsi okuma-yazma bilmiyordu. Artık geçmiş yıllara üzülmek değil, onlardan ders çıkarmak gerekir. Geçmiş yılları değiştiremeyiz…” derdim. Bunun üzerine, “Doğru!” der ve yüksek tahsilli, öğretmen, okuyan torunlarını ve torunlarının çocuklarını saymaya başlardı. Saydıkça yüzündeki mutluluklar artardı. Bu arada kendisine su ya da başka içecek sunardım.
Sibirya’dan dönen bir Rus yazara, “Sibirya’da en çok kimleri ya da neleri özlediniz?” diye sorarlar. Yazar, “Ah! O kitaplarımın kokusu var ya; hiç burnumdan gitmedi. O kokuları tekrar içime çekeceğim günleri bekliyorum,” der.
Babam, kitap okuyamadı, mektup yazamadı ama kitaplara olan saygısı ve sevgisi yaşı ilerledikçe arttı. “Oğlum, bu kitaplarda değişik konular yazılıdır; değil mi?” diye, tekrar sorar ve ona gülerek cevap verirdim.
Evimde yaklaşık 5000 kitap vardır. Babam, bir gün olsun kitaplara ödediğim paraları sormadı. Sadece, “Bu kitapları biriktirmek kolay olmamıştır” derdi.
“Yabancı dillerde yazılan kitaplarda başka bilgiler mi var?” diye, sorgulama yapardı. Ya da, “Dünya’da ne kadar değişik kitaplar vardır; Allah bilir!” diyerek, hayal kurardı.
Bir gün kendisi ile sohbet ederken, “Baba, ilerdeki yıllarda torunların, torunların çocukları da kitaplar yazacaktır” derdim. O, “Eğer gayret eder, yeterli miktarda okurlarsa yazabilirler” derdi.
Babam, çalışmaktan mutluluk duyan, tembellikten nefret eden biriydi. Çok konuşan insanlardan hoşlanmaz ve sessiz kalmayı tercih ederdi. Ya da acı gerçekleri söylemekten çekinmezdi. Babamın bazı sözleri dinleyenleri incitirdi. Çünkü: “Tamamıyla doğru olsa da sert söz insanı incitir.” (Sophokles)
Babamın, doğum tarihini tam olarak bilmiyorum. Ancak, 1910 civarında olması gerekir. Ermeni “Olayları” başladığında altı yaşında olduğunu söylerdi. Ancak, Diyarbakır’da Ermeni “Olayları” 1913 yıllarında başlar. Buna göre babam 1907 yılında doğmuş olması gerekir.
Babam geçmişini hep hatırladı; özellikle, açlık çektiği yılları hiç unutmadı. Ekmeğe olan saygısı, çektiği sıkıntılardandı.
Paranın değeri, zorunlu ihtiyaçları temin esnasında belli olur.
Babam paraya önem verir ama asla para için değerlerini ayaklar altına almazdı. Örneğin, para için yalan söylemezdi.
Aşırı yoksulluk çekenler, bencil olurlar. Babam aşırı yoksulluk çekmesine karşın bencil değil, toplumcuydu. Rahatlıkla kendini ailesine feda ederdi.
Babam, yaşamdan ders çıkaran, karşılaştığı başarısızlıkları belleğine kazıyan bir insandı.
Anama bağlılığı sürekli ve kesintisizdi. Anam hasta olduğunda, babam bütün işlerini terk eder, onunla ilgilenirdi.
“Sürekli olarak öç almayı düşünen bir kimsenin yarası, kapanacağına, daha da büyür.” (F. Bacon) Babam, değişik acılara katlandı, yakınlarının kan davalarında ölümü gördü ama öç alıcı olmadı. Evde, çocuklarını kötü olaylardan uzak tutmaya çalıştı. Özellikle, evde, öfkeleri kabartacak konuşmalara izin vermedi.
Adalet, dengedir. Babam, adaleti savunan ve uygulayan bir insandı.
Yaşantısı torunlarına örnek olsun!
Nurettin Değirmenci
Elk. Yük. Müh.”
Yayım:
Müslüm Üzülmez, Yazılı Kaynaklarda ÇERMİK, Kent Işıkları, İstanbul, 2012, s.225-228