“Bir ülkemiz var… durmadan aradığımız
Birde mavi şafaklarda ayağa kalkmış sevdamız” A. Ayata
Piran çok eski bir yerleşim yeridir. Tarihsel olarak kökünden ve kökeninden koparılmak için, ismi sonradan Dicle olarak değiştirilmiştir, ama benim kuşağım ve öncesi kuşaklar için hep Piran olarak anılmış, bilinmiş ve bu adla belleklerde yer edinmiştir.
Piran ve Piran dağlarının ismini, kekliklerinin çokluğu ve seslerinin güzelliğini ilkin avcı olan dedemden duymuştum. Piran dağlarında, vadilerinde yaptığı avları ve av esnasında geçtiği yerlerin muazzamlığını, Zaza köylerinde gördüklerini her av dönüşü anlatırdı. Benim Piran’la doğrudan ilişkim 1970’te oldu. Bu tarihte, Ergani-Piran arasında bulunan kabağıyla meşhur Kolbin köyünün cami minaresinin yapım işini babam almıştı. Ben, hem babama yardım ediyor ve hem de taş yontuculuğu yaparak üniversite sınavı için harçlığımı çıkartmaya çalışıyordum. Babam akşamları Ergani’ye dönerdi. Ben köyde kalırdım, yatsı namazından sonra camide yatağımı serer yatardım. Sabah namazıyla da uyanır, yatağımı toplardım. Köyde o zamanlar iki aile bulunuyordu. Köy siyasi olarak ikiye bölünmüştü: Adalet Partililer ve Cumhuriyet Halk Partililer. Bunlar konuşmazdı. Cami AP’lilerin tarafında kaldığı ve hoca da AP’li aileden olduğu için, CHP’liler camiye pek gelmezdi. İsmini şimdi hatırlayamadığım caminin yaşlı hocası hem müezzinlik ve hem de imamlık yapıyordu. Hoca, Şeyh Sait İsyanı çıktığında süvari askermiş. Asker kıyafeti ve atıyla gelip isyana katılmış. Sonradan tutuklanma, yargılanma, sürgün ve geri dönüş gibi zorlu ve acılı bir süreçten geçmiş biriydi. Geceleri ben sorardım, o anlatırdı camide. Akıl edip anlatılanları yazmadığım için veya bir teyple kayıt yapmadığım için kendimi halen de hep suçlarım. Anlattıkları kayıt altına alınmış olsaydı, iyi bir sözlü tarih çalışmasına kaynaklık edebilirdi. Piran’la bir başka ilişkim, 1979-1981 yılları arasında siyasi nedenlerle oldu. Bu süre içersinde yılda birkaç kez Piran’a gider mensubu olduğum siyasi hareketin çalışma ve toplantılarına katılırdım.
Beni böyle geçmişe götüren ve bu yazıyı yazmama neden olan şey, Apdurezak Ayata’nın yazmış olduğu Piran’da Büyümek adlı bir şiir kitabının elime geçmiş olmasıdır. Kitabın baskısı eski, Pelê Sor Yayınları’nca 1993 yılında İstanbul’da basılmış. Yayınevi kitaba düştüğü notunda şunları yazmaktadır:
“Apdurezak Ayata’nın tek şiirinden oluşan bu kitabı, Kürdün, tarihin derinliklerinden güncele uzanan yazgısına ilişkin çarpıcı değerlendirmeleri kapsıyor.
“Piran’da Büyümek” şiirini hüznün, sevdanın, coşkunun, acının, umudun ve hasretin bir destanı olarak nitelemek, yanlış olmasa gerek…”
Apdurezak Ayata kimdir?
Kitabın arka kapağında yer alan bilgilere göre Apdurezak Ayata, 1966 yılında Dicle’de (Piran’da) doğdu. İlk okulu Dicle’de, orta okulu Diyarbakır’da tamamladı. Liseyi Dicle’de bitirdikten sonra kazandığı Anadolu Üniversitesi Açıköğretim İş İdaresi Bölümüne devam edemedi, 1989’da Avrupa’ya gitti. İki yıl İsveç’te kaldıktan sonra Kanada’ya geçti. Halen Kanada’da yaşamaktadır. Yayınlanmış tek eseri Piran’da Büyümek adlı şiir kitabının dışında da çeşitli şiir çalışmaları bulunmaktadır.
***
Victor Hugo; “Sürgünlük her yerde yalnız yaşamaktır” der. Değerli yazarımız Mehmet Uzun ise, bir yazısında “Bence sürgün, bir ayrılıktır; hüzünlü, sıkıntılı, kasvetli bir ayrılık. Sürgün, köklerden koparılmaktır; zorla, baskıyla ya da mecburen.
Sürgün, gidip dönmemektir.
Sürgün insanı ise mecbur insandır; mecburen gitmiştir, mecburen orada yaşamaktadır” der.
Bunların bilincinde sürgün bir yaşam süren hemşerimiz Apdurezak Ayata’nın şiirlerinden seçtiğim birkaç şiiri sizlerle paylaşmak istiyorum. Okuyunca, sizlerinde benim gibi şiiri beğeneceğinizi umuyorum.
Başım ellerim arasında kaldı… o gün bu gündür
Gözyaşlarım evimizin arkasında kaldı… o gece bu gecedir
Yanan kandillerin ışığı yüzümde kaldı… o yüz bu yüzdür (s: 46)
…
Dehşetle dönüyorum yana
Bu ev o ev değildir
Bu kent o kent değildir
Bu ülke o ülke değildir
Hani nerede
Hünerli elleriyle nakışlar süsleyen
Çımğonu Melğemeri Gıreyo’nun kızları
Ve torunlarıyla övünen
Kolbin köyünün delikanlıları
Ateşten çıkarıp ellerini
Heybetli ve çekici
Kral kızını dikerlerken Dicle’mize
Çocuklarını kurban verdiler diye
Saçlarını armağan sundu halkına
Şeyh Seid’in Mahmut Çelebiyan mahallesi
Yalnızca nem yağar artık Bingöl’e kupkuru nem
Yalnızca siyahlar giyinir artık Piran’lılar katran kara
Biliyorum…
Tek bir kız evlenmeyecek artık Palu’da
Tek bir halay çekilmeyecek artık Hani’de
Tek bir çocuk gülmeyecek artık Ergani’de
Tek bir gelincik yetişmeyecek artık Lice’de
Ve tek bir çocuk ağlamayacak artık Diyarbakır’da (s:46-47)
…
Çıktığın dağ gezilerinde
Ne kır çiçeği giyitleriyle kızlar
Ne papatya yanaklarında gülüşler
Başı boş… ellerin boş
Talihsizliğini kabullenmiş
Geri dönerken cehennem yatağına
Bin umut yükleyip umuduna
Alırsın payına düşeni
Olaylar kabarıp dağ olduğunda
Yenik düşer insan hırsına
Kanla ıslanan halkı görüpte
Dışarı çıkmayan korkaklardan değilsin
Hatırla…
Berlin Madrit Plaze de mayo Santiago
Sonra bizim şehirler
Diyarbekir Dersim Zilan Halepçe
Ayaklarımız kana batmıştı… hatırla
Çığlığımız oltalara takılmıştı
Unutmak yok asla haa
Kemiğimizde bıçakların çizik izi (s: 80-81)
25 08 2008 tarihinde Dicle Haber gazetesinde,
30 08 2008 tarihinde Yeni Yurt gazetesinde yayımlandı.