Türkiye genelinde tarihi eserlere maalesef yeteri kadar ilgi gösterilmiyor ve korunmuyor. Kürt coğrafyasında ise durum daha kötü: Keldanilere, Süryanilere, Ermenilere, Yahudilere, Araplara, Türklere, Kürtlere ait tarihi eserler ya tahrip ediliyor ya da sahipsizlikten yok oluyor.
Tarihi eserlerin yok oluş ve tahrip ediliş nedenleri arasında şunlar sayılabilir:
Doğal aşınma: Tarihî yapılar, kaya kabartmaları, mağaralar binlerce yıldır yağmur, dolu, kar, sıcak, soğuk, rüzgâr, fırtına gibi fiziki doğa koşullarının etkisi altında. Bu durum, tarihî yapıların ve üzerlerindeki kabartmaların, desenlerin, yazıların aşınmasına neden olmaktadır. Zamanında bakım ve onarım çalışmalarının yapılmaması, koruyucu önlemlerin alınmaması doğal olarak tarihî eserlerin yok oluşunu hızlandırmaktadır.
Mevcut olan tarihî eserlerin doğal aşınmaya karşı korunması için, devlet görevi gereği gerekli tedbirleri bir an önce almalı, tarihî eserlere sahip çıkmalıdır:
Kaçak kazı ve define aramaları: 629 yıl önce, Doğu ve İslam âleminin ünlü tarih ve sosyal bilimcisi İbn Haldun define avcıları için şunları yazmaktadır: “Akılları zayıf olan kimseler yerde gömülü olan define ve hazineleri aramaya düşkündürler. Onlar bu araştırmalarıyla kazanç temin etmek isterler. Bunlar eski kavimlerin bütün servetlerinin yeraltında gömülü olup, bütün bu servetlerin tılsımlı ve sihirli mühürlerle mühürlenmiş olduğuna ve ancak bu tılsımların ilmine vakıf olanların, bu tılsımların çözülmesine hizmet eden buhur ve kurbanlar getirenlerin, bunları çözen dualar bilenlerin bu tılsımlı çözebileceğine inanırlar.” (İbn Haldun, Mukaddime-II, Çev: Zakir Kadrî Ugan, MEB Yayınları, İstanbul 1989, s:330–331)
“Akılları zayıf olan” bu kimseler, yani defineciler yeraltında yatan hazinelere sahip olma ve arama tutkuları sonucu, hayal güçlerini kullanarak tarihin çeşitli evrelerinde hüküm süren medeniyetlerin, kavimlerin ziynet ve değerli eşyalarını, altınlarını, hazinelerini gömülü olduğu düşünülen yerlerde kazılar yapıp, tarihî ve kültürel hazineleri zalimce talan ediyor. Tarihî harabelerin, yapıların, mezarların, kilise ve cami kalıntılarının altını üstüne getiriyorlar. Bunlar, sadece tarihî eserlere zarar vermekle kalmıyor; bilgiyi, tarihi ve geçmişi de yağmalayıp tahrip ediyorlar.
Defineciler söylentilere, rivayetlere, yalan pazarlama mihraklarına inanarak ve hatta altınların gömülü olduğu yerleri bulmak için üfürüğü kuvvetli hocalara giderek muska yardımı ve ebced hesabıyla tılsımları çözüp definenin yerini belirlemeye çalışırlar. Gece olunca da omuzlarında kazma, ellerinde kürek -parası olanlarda ilaveten dedektör-, şebeke halinde durmadan izinsiz kazılar yaparlar. Bunlar, altın, para veya değerli nesneler bulup bir anda köşeyi dönmenin hayaliyle gündüzleri uyur, geceleri de şafak sökünceye kadar zengin olmanın düşüyle akla gelebilecek her yeri kazarlar. Oysa Kültür ve Turizm Bakanlığı 27.07.2004 tarih ve 25535 sayılı Resmi Gazete’de 5226 Sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu İle Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’unu ve 27.01.1984 tarih ve 18294 sayılı Resmi Gazete’de Define Arama Yönetmeliği’ni yayınlamıştır. Kanun ve Yönetmelikte, hangi alanlarda arama ve kazı yapılabileceği, kazıların nasıl yapılacağı, kazıların hangi resmi görevliler eşliğinde olacağı belirlenmiş ve hükme bağlanmıştır. Ama kim takar kanunu, kim takar yönetmeliği!
Eski kent harabeleri, ören yerleri, tarihî mezar ve mezarlıklar, kaya ve mağara oyukları ve daha birçok yer define avcılarının (altın arayıcılarının) yasadışı ve bilinçsiz kazılarına hedef oldu, hâlâ da olmaktadır. Ve bu kazılar sonucu tarihî eserler, yapılar, mezarlar, doğal güzellikler, eşyalar zarar görüyor ve yağmalanıyor, dahası bilgi tahrip ediliyor. Doğrusu Cumhuriyet tarihinin yarısından fazlası “Sıkıyönetim” ve “Olağanüstü Hal” ile geçen Kürt coğrafyasında define avcılarının bu kadar pervasız hareket etmeleri de insanı düşündürüyor!
Köylülerin tarihi eserlere sahip çıkmaması: Köylülerin tarihi yapıları, mağaraları samanlık ve hayvan barınağı olarak kullanmaları; tarihî yapılara ait taşları sökerek götürmeleri ve ev/bina yapımında kullanmaları tahribatın çok önemli bir nedenidir. Köylüler; tarihî yapıların insanlığın birer bilgi hazinesi, kültürel ve turistik değerler olduğunu; bu yapıların, bu eserlerin kendileri için, gelecek nesiller için, hem köyleri hem de ülkemiz için bir zenginlik olduğunu düşünemiyorlar, bilmiyorlar. Hazinenin üzerine oturmuşlar, ama haberleri yok! Bu durum, insanlarımızın tarih bilincinden ne kadar yoksun olduklarını göstermektedir.
“Öteki”ne ait olan tüm değerleri tarihten silme mantığı: Dicle-Fırat arası, daha doğrusu Mezopotamya, kültürlerin, inançların var oluş ve yayılış merkezidir. Burada yaşayan yüzlerce etnik ve dinsel inanç sahibi her türden kültürel eseri geriye bıraktı, ama savaşlar, çatışmalar, “öteki”ne tahammülsüzlük sonucu yer üstündekilerin çoğu yok oldu.
Tarihî süreç içerisinde bölgemiz bu olumsuzluktan fazlasıyla etkilenmiştir. “Gâvurun malı” için herşey mubah sayılmıştır. Bunun sonucu birçok tarihi eser tahrip ve yok edilmiştir.
Bilgi, belge ve tarihî yapılar nasıl var olsun? 639 yılında İslâm orduları Urfa’yı, Diyarbakır’ı, daha doğrusu yaşadığımız coğrafyayı ele geçirdiğinde, fetih esnasında ve sonrasında eski inanışlara, eski kültürlere, bilimlerle ilgili ne kadar yapı, kitap, belge ve yazılı çizili, resimli nesne varsa talan edilmiş, yakılmış, yıkılmış, imha edilmiştir diyebiliriz. Bunun en önemli belgesi İbn Haldun’un Mukaddime adlı ünlü eseridir.
İbn Haldun; “Elimize geçmeyen ilmî eserler, elimize geçenlerden daha çoktur. Halife Ömer (onu Tanrı yargılasın), Fars feth olunduğunda eski Farslardan kalma eserleri yok etmeyi emretmiş olduğu için, Farsların ilimleri ve eserleri yok oldu gitti. Keldanîlerin, Süryanîlerin ve Babil ahalisinin ilimleri, kendi çağlarında bilginlerin meydana koydukları eserler ve bunların neticeleri nerede?” diye haklı olarak sorar. Ve kıymetli bilgi/belgelerin nasıl yok edildiğini tarihe önemli bir not düşerek belgeler. (İbn Haldun, Mukaddime-I, Çev: Zakir Kadrî Ugan, MEB Yayınları, İstanbul 1989, s: 91–92)
“Öteki”ni tarihten silme mantığı bugün de devam etmektedir.
Bölgemizin uygarlık tarihindeki önemi ve yerini yeterince kavrayamıyoruz. Yakındoğu’da en eski tapınağı yapanlar Göbekli Tepeliler, ilk yerleşik hayata geçenler ise Çayönü/Qoté Ber Çem (Ergani), Nevala Çori/Ölüm Vadisi (Hilvan), Hallan Çem (Batman) gibi yerleşim yerlerinde yaşayanlardır. Bunun bilincinde olarak yaşadığımız coğrafyanın tarihi zenginliğinin ve farklılığının kıymetini, bu tarihin “meleklerin küllerinden yaratılmış” yasaklı bir halkın mirası olduğunu bilelim.
Tarihin, tarihini bilmeyenleri kayıtlarından sildiğini unutmayalım!
1 Şubat 2009
https://bilimvegelecek.com.tr/index.php/2009/02/01/kurt-cografyasinda-tarihi-eserlerin-tahribi-ve-nedenleri/