/

St. Petersburg/Leningrad İzlenimleri

okuma süresi: 42 dk.

Oğlum Ozan’ın davetlisi olarak eşimle birlikte Rusya’nın Saint Petersburg kentine gittik.

Giderken sevinçli olmanın yanında, değişik duygular içerisindeydim. Birincisi, ilk defa yurt dışına çıkıyordum; farklı bir ülkeyi ve coğrafyayı, farklı insanları ve değişik bir kültürü görecektim. İkincisi, oğlumla buluşup hasret giderecektim, evinde konuk olacaktım. Üçüncüsü, -sevincimin yanında hüzün ve burukluğuma neden olan- rüyalarımı, hayallerimi süsleyen ve bir zamanlar “sosyalizmin kalesi”, “devrimci hareketin merkezi” olarak bildiğim “Sovyetler Birliği”ni -yıkılmış haliyle görecektim.

Gidiş ve gelişim 12 gün sürdü. Bu gezim sonucu edindiğim bilgi ve izlenimleri olabildiğince tarafsız kalmaya çalışarak sizlerle paylaşmak istiyorum.

Kiril Alfabesi’ni ve Rusçayı bilmemem, Ozan’ın kaldığım süre içinde cumartesi ve pazar günleri de dâhil sürekli çalışması ve kız arkadaşı Galina Kosenkova’nın çok az Türkçe bilmesi nedeniyle izlenimlerim pek verimkâr olmadı diyebilirim. Harfleri tanıyamamak, yazılanları okuyamamak bir eksiklik ama dil bilmemek, iletişim kuramamak tam bir facia, insanın kendisini yalnız ve çaresiz hissetmesinin en kötü hali: St. Petersburg’da kendimi uzaylı gibi hissettim. Baktığım hiçbir yazı ve işareti anlamıyordum, hiç kimseye bir şey soramıyordum, söylenenleri anlamıyordum: İnsan garip bir duruma düşüyor. Bu gibi yerlerde, insanın iyi bir rehberi veya iyi bir yardımcısı olması gerekiyor. Sağ olsun, bu işi bize Galina fazlasıyla yaptı. Üstelik Galina’nın Samara’lı oluşu nedeniyle St. Petersburg’u pek fazla bildiğini de söyleyemem. Tek avantajı Rus oluşuydu.

Ozan sabah 7.00 de evden çıkıp işe gidiyor, akşam da 20.30 da eve dönüyordu. Yani 12-13 saat çalışıyordu. Uzun çalışma süresi ve yorgunluk nedeniyle ne kendisiyle fazla vakit geçirebildim ne de kendisiyle geceleri kenti gezmeye çıkabildik. Ne yapalım, bu seferlik böyle olsun. Eskilerin deyimiyle “Şeytan’ın ayağını kırdık”; yurtdışına bir defa çıkıp St. Petersburg’u gördüğümüze göre Moskova’yı, Paris’i, Roma’yı, Kahire’yi de kısmet olursa görürüz. Önemli olan niyet etmektir; gezmeye niyetliyim: Başka diyarlara, başka coğrafyalara gidip insanları ve onların yaşam biçimlerini, tarihî ve doğal güzelliklerini görmek isterim.

Neva’da yüzen buz parçaları ve St. Peter ve Paul Kalesi önünde güneş banyosu yapan insanlar

15 Nisan 2006 günü saat 13.00’te İstanbul Atatürk Havaalanı’ndaki pasaport ve bagaj işlemlerinden sonra uçağımız direkt St. Petersburg’a hareket etti. Türkiye, Bulgaristan, Romanya, Moldova, Ukrayna, Belarus, Rusya hava sahalarından geçtik: İstanbul-Petersburg uçuş mesafesi 2.253 km.

Uçak yaklaşık 200 kişilikti. Kalabalık değildi, özellikle arka kısım olmak üzere üçte biri boştu. Yolcuların çoğu genellikle iş ve çalışma için Rusya’ya giden vatandaşlarımız, diğer yolcular ise yabancı turistler ve Rusya vatandaşlarıydı. Yanımda oturan, St. Petersburg’da 19 Nisan 2006 tarihinde Yapı Fuarı’na katılmaya gidenlerden biriydi. Arayış içinde olanları ve girişimciliği sevdiğimden yanımdaki yolcuyu kutladım.

Sovyet döneminden kalma bir yapı ve Lenin heykeli

İstanbul’u, Boğaz’ı çok kısa bir süre olsa da uçağın penceresinden, gökyüzünden seyretmek güzeldi. Hava açık, gün baharın en güzel günlerinden biri olduğu için mavi sonsuzluk ve zaman zaman da uçsuz bucaksız bulut kümeleri gözlerimin önünden akıp gidiyordu. Kar beyazı bulut kümelerinin üzerinde olmak, insana farklı, hoş bir duygu veriyor. Hep bizlerin aşağıda, bulutların da başımızın üstünde, yukarılarda olmasına alışmışız. Havada durum tersine dönüyor, bulutlar aşağıda biz yukarıda; monitörde gözüme ilişti, baktım saatte 840 km hızla gidiyoruz. Kara parçasının göründüğü yerlerde, yukarıdan bakınca beyaz bulutlar sanki havada asılı duruyor gibiydi. Teknolojinin baş döndürmesi(!) dedikleri bu olmalı. İnsan, hareketleri, hareket aralıklarını, nesneleri, daha doğrusu doğayı ve doğanın yasalarını tanıyınca, öğrenince onu işte böylesine denetleyebiliyor ve dahası ondan yararlanabiliyor.

Uçak giderken dikkatimi çekti: 11.700 metre yükseklikte dış hava sıcaklığı eksi 47 oC iken, 10.600 metrede eksi 20 oC idi. Yani yeryüzünden uzaklaşınca hava sıcaklığı fazlasıyla düşüyor.

THY’nin bay ve bayan personeli, yolculara ellerinden geldiğince yardımcı oluyordu. Gerekli uyarı ve açıklamalar yapıldıktan sonra yeme ve içme servisine başlandı. Yiyeceklerden makarna, salata, tatlı, ekmek… İçecek olarak ise ne ararsan vardı: Su, çay, neskafe, meşrubat, şarap, viski, votka…

Yolculuk 3 saat sürdü. Uçuş fena değildi, hassas olan kulaklarım nedeniyle motor ve fanların sesinin yaratmış olduğu uğultuyu saymazsak. İniş ve pasaport kontrol işlemleri de yaklaşık bir saat sürdü. Havaalanında bizi Ozan ve Galina karşıladılar. Sarılıp kucaklaştıktan sonra arabaya atlayıp evlerine gittik. Ben ve Sevgi, Galina’nın yaptığı Rusların ünlü Borş Çorbası ile Sezar Salatası’nı; Ozan’la Galina da İstanbul’dan götürdüğümüz kebap ve lahmacunları yediler. Sonrasında çaylarımızı içip hasret gidermeye çalıştık.

17 Nisan 2006 günü ben, Sevgi, Ozan ve Galina metroya atlayıp 8 durak sonra Nevsky’de indik. Nevsky Caddesi ve çevresinde gezmeye başladık. Sonraki günler benzer gezilerimize -Ozan olmadan- devam ettik.

St. Petersburg Hakkında Kısa Bilgiler

St. Petersburg ya da eski adıyla Leningrad, Rusya Federasyonu’nun Moskova’dan sonra ikinci büyük şehri olup Moskova’nın 715 km kuzeybatısında, Finlandiya sınırında Baltık Körfezi’nin hemen kıyısında bulunan Neva Nehri üzerinde 42 ada üzerinde kurulu bir şehirdir. Kültürel merkez oluşunun yanında, zarif binaları ve ünlü müzeleriyle meşhurdur. Nüfusunun yaklaşık 5-6 milyon olduğu söyleniyor.

Şehri, 1703’te bizimkilerin “Deli”, Rusların “Büyük” dediği Çar Petro kurmuş ve ismini de Petrograd bırakmış.

Petro, bataklık üzerine bu kenti kurdururken önceleri ahşap malzeme kullanılmış, ancak çıkan yangınlar nedeniyle Rusya’nın başka yerlerinde taş bina yapılması yasaklanmış, ne kadar taş ustası varsa hepsi buraya getirtilmiştir. Kente gelen her gemi ve taşıma aracının taş getirmesi zorunlu kılınmış ve savaş esirleri köle gibi çalıştırılarak kan ve gözyaşı karışımıyla taştan bir kent yaratılmıştır. Mustafa Armağan’ın deyimiyle; “St.Petersburg, inşa edilişi sırasında etin taşla cayır cayır imtihan edildiği şehir olmuştur.” 1712 tarihinde Rusya’nın başkentini Moskova’dan St. Petersburg’a taşımış olan da yine Çar Petro’dur. St. Petersburg bu tarihten itibaren Çarlık Rusya’sına 200 yıl başkentlik yapmıştır. Yani tarih ve politikayla hep iç içe olmuştur.

1917 Ekim Devrimi’nden sonra başkent yeniden Moskova’ya taşınmıştır. 1924 yılında Lenin’in ölümünden sonra, kentin ismi Leningrad olarak değiştirilmiş. 1991 yılında ise Saint Petersburg ismini almıştır.

St. Petersburg, “Rusya’nın Batı’ya açılan penceresi ve kültür başkenti”. Bu kente, Batılılar ve Batı’nın penceresinden bakanlar “Rusya’nın Venedik’i” demekteler. Venedik, St. Petersburg’dan daha uzun bir tarihi geçmişe sahip olsa da, bence St. Petersburg kendi kimliğini oluşturmuş ve hiç bir kente benzemeyen bir kent.

Nevsky caddesi üzerinde bir köprü: Ben, Sevgi ve Galina

Her yıl Haziran ayında St. Petersburg’un ünlü “beyaz geceleri” başlar. Bu süreçte geceleri hava sadece iki saat süreyle ve çok çok az kararıyor. Tarihî ve doğal dokunun bununla bütünleşmesi sonucu beyaz gecelerin yaşandığı aylarda kent yoğun bir turist akımına uğramaktadır. Sanat ve kültüre müthiş değer veriliyor. Kentte toplam 90’ın üzerinde tiyatro ve konser salonu, 100’ün üzerinde de müze olduğu söyleniyor. İstanbul nüfus olarak St. Petersburg’un iki katından daha büyük olmasına karşın, nicelik ve nitelik yönünden bu konuda oldukça geri. Kültür ve Turizm İl Müdürlüğü’nün Mayıs 2006 verilerine göre İstanbul’da toplam 47 tiyatro salonu, 33 konser salonu ve gösteri merkezi, 63 müze bulunmaktadır.

Ben ve Ozan: St. Petersburg’da yapılan IKEA’nın inşaat sahasında

St. Petersburg, Rusya Devlet Başkanı Aleksandr Putin’in de memleketi. Bu nedenle, kente çok büyük önem veriyormuş ve konuklarının büyük birçoğunu da burada ağırlıyormuş.

Kentteki yapılarda mimarî asalet var. Şehir tarihî, kültürel ve mimarî öneminden dolayı UNESCO tarafından Dünya Mirası Listesi’ne alınmıştır. Diğer taraftan Avrupa Mimarlar Birliği’nin de koruması altında bulunuyor. Şehirdeki hemen hemen tüm tarihi bina ve yapılar Dünya Bankası tarafından desteklenerek restorasyona tabi tutuluyor. Tarihini bir bütün olarak koruyan dünyanın tek kentiymiş; kenti gezerken bu durum çok rahat fark ediliyor.

Sonuç olarak: Dünya mimarisinin seçkin örneklerinin bulunduğu muhteşem Çarlık sarayları, her biri birer tabloyu anımsatan 18. ve 19. yüzyıllara ait park ve bahçeler, köşkler, kanalları süsleyen köprüler ve daha niceleri günümüze kadar korunmuş ve birer açık hava müzesine dönüştürülmüştür.

St. Petersburg ve Devrimler

Devrimci harekette St. Petersburg’un çok önemli bir yeri vardır. Yazar barınağı, devrim yatağıdır. Büyük ihtilalların şehridir. Poli­tik bir kenttir. 1825’te Çarlığa ve toprak köleliğine karşı aristok­ratların Dekabrist Ayaklanması, 1881’de Çar II. Aleksandr’a ya­pılan suikast, Kışlık Saray’ın önündeki ünlü meydanda bir katli­ama dönüşen ve “Kanlı Pazar” olarak tarihe geçen 1905 Dev­rimi, Çarlığın sonunu getiren 1917 Şubat Devrimi ve en son olarak Sovyetler Birliği’nin ku­ruluşunu sağlayan 1917 Ekim Devrimi Petersburg tarihinin çok önemli birer sayfalarıdır.

Küçük bir ada üzerinde ku­rulu St. Peter ve Paul Kalesi içinde Rusya’nın Bastil’i olarak adlandırılan ve bir dönem politik suçluların da yattığı bir hapishane bulunmaktadır. Tek kişilik hüc­relerden oluşan hapishanede dev­rim öncesi tutuklu kalan Lenin’in ağabeyi Aleksandr Ulyanov ile Maksim Gorki, bu yapının en ünlü konukları arasındadırlar. Lenin’in ağabeyi Ulyanov tutuklu­luğunun ardından, burada idam edilmiştir. Kale içinde yer alan aynı isimli St. Peter ve Paul Katedrali’nde Çar Petro, I. ve II. Katerina’nın mezarları bulunmaktadır.

Kruvazör Aurora, Neva’dadır. 1917’de Kışlık Saray’da kuşatmanın başladığını işaret etmek için yapılan kurusıkı atış onun silahından çıkmıştır.

Lenin, devrimin zaferini bütün dünyaya buradan ilan etmiştir.

Devrimci hareketin kalbi ve başlangıç yeri oluşu ve Lenin’in ağabeyinin burada idam edilmesi nedenleriyle kente 1924 yılında Leningrad ismi verilmiştir. İkinci Dünya Savaşında 900 gün Alman kuşatmasına karşı direnmesiyle ünlenmiştir.

Devrimlerle anılan bir kent olması nedeniyle, büyük devrimin lideri Lenin’in ismiyle anılması da doğaldır bence. Bugün her ne kadar hem resmiyette ve hem de günlük yaşamda kentin ismi St. Petersburg olarak geçse de, çoğu insan yine de Leningrad olarak bilmekte ve ismini Leningrad olarak telâffuz etmektedir. Tıpkı THY pilotunun gidiş esnasında uçuş ve uçuş güzergâhı hakkında bilgi verirken, “yolculuğun Leningrad’a” olduğunu söylemesi gibi…

Tarihî Mekânlar

Gezimize devam ediyoruz… İlk uğrak yerimiz Nevsky Prospekt. Nevsky Prospekt, şehrin en önemli caddelerinden biridir. Uzunluğu yaklaşık dört buçuk kilometredir. Sayısız tarihî bina, meydan ve kanallar tarafından sağlı sollu olarak çevrelenmiştir. Nevsky, Nevski olarak okunup; Türkçe, “yenice” anlamına geliyor. Günün her saati kalabalık olan Nevsky Prospekt’i İstanbul’un İstiklâl Caddesi’ne benzetebiliriz.

St. Petersburg’un her tarafında tarihî mekânlar var. Bu yönüyle kent çok zengin. Bizler değişik tarihlerde ancak çok azını gezebildik: Hermitage Meydanı ve Müzesi, Kazan Katedrali, St. Isaac Meydanı ve Katedrali’ni ve sayısız suikast teşebbüsünden kurtulduktan sonra kaderine yenik düşen ve bir bombayla hayatını kaybeden II. Aleksander’ın anısına yapılan Kandaki Diriliş Katedrali. Bu katedraller dış görünüş olarak Kızıl Meydan’da bulunan Aziz Vasil Katedrali’nden esinlenerek yapılmış. Birbirine benziyor olsalar da, bütün yapıların ayrı birer hikâyeleri var.

Her biri birer şaheser olan bu tarihî yapı ve mekânlar hakkında kısa bilgiler vermek istiyorum.

Hermitage Müzesi

Hermitage Müzesi, Neva ırmağının doğusunda kuruludur. Su yeşili görüntüsü, altın yaldızlı kapısı ve dünden taşıdığı ihtişam ve titrek yansımalarıyla ziyaretçilerini kabul etmektedir.

Hermitage Müzesi, dünya sanatının incilerinin sergilendiği Rusya’nın en iyi, dünyanın ise en seçkin müzelerinden biridir. Hermitage kelimesi Fransızca olup, “inziva yeri”, “halvet yeri” anlamına gelir.

Dünyanın en geniş koleksiyonuna sahip olma unvanı bulunan müze, 1764 yılında II. Katerina’nın Berlin’den 225 parçalık resim koleksiyonunu getirtmesiyle kurulmuştur. Ardından saray için yurtdışından devamlı tablo alımları gerçekleştirilmiştir. Özellikle Almanya, Fransa ve İngiltere’deki birçok kontun özel koleksiyonları satın alınmıştır. Tabloların yanı sıra gravürler, antik çağ eserleri, heykeller, Batı Avrupa dekoratif ve uygulamalı sanat eserleri, silahlar, sikkeler, madalyalar, arkeolojik eserler ve kitaplar Hermitage’da toplanmaya başlanmıştır.

Sovyetlerin yıkılmasından sonra çarlara ve çariçelere ait bazı eşyalar saklandıkları yerlerden çıkartılıp elden geçirilerek sergi koleksiyonuna sonradan dâhil edilmiştir.

Müze çeşitli bölümlerden oluşmaktadır: Tarihöncesi kültürler, antik dönem, doğu halkları kültürleri, Rus kültür tarihi ve Batı Avrupa Sanatı gibi. Batı Avrupa Sanatı alanında resim ve heykelleri bulunanlara örnek olarak Rembrandt, Leonardo da Vinci, Michelangelo, Van Gogh, Raphael ve Fransız empresyonistleri Renoir ile Picasso’yu sayabilirim.

Günümüzde Antik Mısır döneminden 20. yüzyıl başları Avrupa dönemine kadar dünya sanatının en güzel eserlerinin sergilenmekte olduğu müzenin koleksiyonunda üç milyonun üzerinde eser olduğu söylenmektedir.

Hermitage Meydanı: Ben, Sevgi ve Ozan

Hermitage Müzesi, içindeki eserler kadar muhteşem bir yapı bileşkesine sahip olup, dış güzelliğiyle yani dış mimarisi, bahçe düzeni ve kapı girişlerinde bulunan heykelleriyle de etkileyici bir müzedir. Sergilenen eserlerin çokluğundan dolayı birbiriyle bağlantılı beş binaya yayılmıştır. Bunların başında Kışlık Saray gelir.

Hermitage Müzesi’nden bir görünüm

Müzenin ana binası, yani Kışlık Saray bir zamanlar Rus Çarları’nın yaşadığı saraydı. Bu, yeşil-beyaz renkli ve barok stilindeki saray büyüleyici güzelliği ve ihtişamıyla Neva nehrinin hemen kıyısında bulunur. 46.586 metrekareye yayılan sarayın 1786 kapısı, 1945 penceresi, 1057 salon ve odası vardır. Saray, 1754-1762 yılları arasında ünlü İtalyan mimar F. B. Rastrelli tarafından yapılmıştır. Saray, uzun yıllar şehrin en yüksek binası olarak anılır. Çünkü 1844 yılında I. Nikolay’ın emri ile çıkarılan ve 20. yüzyılın başlarına kadar yürürlükte kalan bir kanunla şehirde Kışlık Saray’dan daha yüksek bina inşası yasaklanmıştır. Saray, zaman içinde Rus ve yabancı ustalar tarafından dünyanın en lüks sarayı haline getirilmiş ve günümüzdeki şeklini almıştır.

Bizimle beraber öğretmenlerinin rehberliğinde müzeyi gezen öğrenci grupları da vardı ve bu görüntü eğitimin en güzel örneklerinden biri olsa gerek. Bir diğer dikkat çekici nokta Japon turistlerin müzeye ilgisiydi. Müzeyi gezmekten benim ayaklarıma kara sular indi. Buna rağmen dört saatlik bir sürede, müzenin ancak çok az bir kısmını gezebildik. Müzenin çok önemli yerlerini de acemiliğimizden göremedik. Tamamını gezememiş ve Rusça yazı ve açıklamaları okuyamamış olsam da yapı ve sergilenen eserler karşısında büyülendim diyebilirim.

Gezerken, bir de yeni evlenen çiftlerin gelinlik ve damatlık elbiseleriyle Hermitage Meydanı’nda hatıra fotoğrafı çektirdiklerine, arkadaşlarıyla birlikte şampanyalar patlattıklarına tanık oldum. Bu, Ruslarda bir adetmiş.

Kazan Katedrali veya Kazan Kilisesi

Kazan Katedrali, ismini Tataristan’ın Kazan şehrindeki büyük yangından sonra bulunan ve uğur getirdiğine inanılan Kazan aziz tasvirlerinden (ikon) almaktadır.

Katedral, 1801-1811 yılları arasında ardı arkası kesilmeyen Türk-Rus savaşları esnasında Rus mimar A.N. Voronikhin tarafından yapılmıştır. Çar I. Alexandr, Rus İmparatorluğu’nun, Türklerin baş edemeyeceği bir dev olduğunu kanıtlamak amacıyla Roma’da bulunan Aziz Peter Katedrali’nin aynısını yapmak fikriyle inşaatı başlatır. Yapım esnasında Türk-Rus savaşları Ruslar’ın zaferiyle sonuçlanınca katedralin güney kolonlarının yapılmaması kararı alınır. Böylece yalnızca Nevsky Caddesi’ne bakan kuzey kolonları inşa edilir. Sonuçta 96 adet 13 metrelik dev sütunlarıyla ihtişamlı, mimarisiyle hayrete düşürücü bir katedral ortaya çıkar. Uzun zaman katedral olarak görev yapan bina Sovyetler Birliği döneminde “Din ve Ateizm Müzesi”ne dönüştürülür.

Katedral, günümüzde yeniden hizmete açılmıştır.

Napolyon’u durdurmayı başaran ünlü Rus mareşali Mikhail Kutuzov burada gömülüdür. Katedralin önünde Kutuzov ve yine o dönemin ünlü bir başka generali olan Tolli’nin heykelleri bulunmaktadır.

Kazan Katedrali veya Kazan Kilisesi

Rus Devlet Müzesi

13 Nisan 1895’de İmparator III. Aleksandr’ın ölümünün hemen ardından oğlu ve tahtın mirasçısı İmparator II. Nikolay babasının hatırasının yaşatılması için, Rus İmparatorluğu’nun başkentinde Rus Uygulamalı Sanatları Müzesi açılmasına dair bir kararname imzalamış.

Üç yıl sonra 7 Mart 1898’de, St. Petersburg’daki Mikhailovski Sarayı’nın kapıları, yani Rusya’nın ilk Milli Sanat Müzesi ziyaretçilere açılır. Zamanla Mikhailovski Sarayı’nın salonları koleksiyonların sergilenmesi için yetersiz kalınca Rus Hükümeti ve St. Petersburg Belediye Başkanlığı’nın kararıyla müzeye şehir merkezinde üç bina daha tahsis edilir. Bu binalar da Mikhailovski sarayı gibi birer saray olup, kendilerine özgü birer mimariye sahiptirler.

Rus Devlet Müzesi’nde sergilenen Hz. İsa tablosu

Rus Devlet Müzesi günümüzde 370.000 parça esere sahip olup, sadece Rus sanatçıların eserlerini sergilemektedir. Müze, bu eserlerin ve koleksiyonların sergilendiği dört saraydan oluşmaktadır. Koleksiyonların kronolojik çerçevesi çok geniş olup 2. yüzyıldan günümüze kadar gelen bir yelpazeyi içermektedir. Rus resim sanatının gelişim ve tarihinin kronolojik bir sırayla ve en gözde eserlerle izlenebileceği tek mekândır. Dünyanın en geniş binalarından biri olan bu bina, Rusların sanata ne kadar düşkün olduklarının bir simgesidir aynı zamanda…

Müzede resim tabloları; altın, gümüş, sedef, zümrüt, ağaç ve dokuma işçiliğinin şaheserleri; heykel ve büstler… sergileniyor. Müzenin duvar ve tavanları ise ayrı bir güzellikte, çeşitli resim ve desenlerle dekore edilmiş. Müzede, bana göre, daha çok Hıristiyanlığa ve Çarlık dönemine ait eser ve simgeler öne çıkarılmış. Devrimci mücadeleyi anlatan veya anımsatan eserler yoktu. Sovyet dönemine ait hiçbir esere rastlamadım. Eskiden vardı da kaldırılmış mı? Bilemiyorum.

Müzeyi turistler 100 Ruble ödeyerek gezebiliyor. Fotoğraf çekme ve kamera kaydı için de ayrıca para alınıyor. Müzelerin bazı bölümlerinde ise fotoğraf çekimi ve kamera kaydı yasak.

Kandaki Diriliş Kilisesi

Eski Rus stilindeki bu fevkalade kilise, Çar II. Aleksandr’ın 1 Mart 1881 yılında bir suikasta uğrayıp ölümcül yarayı aldığı yerde yapılmıştır. 1883-1907 yılları arasında tamamlanan kilise, 16-17. yüzyıl Rus mimarisi tarzında inşa edilip, Moskova’da Kızıl Meydan’daki katedralden esinlenilerek yapılmıştır.

Kilisenin içinde Çar II. Aleksandr’ın bazı eşyaları olup, tavan ve duvarlar mozaiklerle kaplıdır. Mozaikler alışılagelmişin dışında, yüzeyleri cilalanmış olarak kullanılmıştır. Bu sayede mozaiklerin güneş ışığını yansıtarak ibadet edenleri ve ziyaretçileri daha fazla etkilemesi amaçlanmıştır.

1917 Ekim Devrimi sonrası kapatılan kilise çok uzun bir restorasyon sürecinin ardından 1997 yılında müze olarak yeniden ziyarete açılmıştır. Ayasofya’nın ibadete açılması konusunun zaman zaman gündeme getirilmesini hatırlayarak sordum: %90’ı Hıristiyan olan bu ülkede, buranın ibadete açılması için çalışanlar, kampanya düzenleyenler var mı veya en azından böyle bir düşünce var mı? Bana, hiç kimsenin aklından böyle bir düşüncenin geçmediğini söylediler.

Ben, Sevgi, Ozan ve Galina birlikte kiliseyi gezdik. Kiliseyi turistler 300 Ruble ödeyerek gezebiliyorlar.

Kilise dış görünümü ve içteki süsleme, mozaik ve tablolarıyla insanları kendisine hayran bırakıyor.

Aziz İzak Katedrali

St. Isaac Katedrali, belki de dünyanın en büyük kubbeli yapılarından biridir.

St. Petersburg’un ikinci -birincisi Peter ve Paul Kilisesi’dir- en yüksek kubbesi unvanına sahip bu kilise, bir zamanlar St. Petersburg’un baş, Rusya’nın ise en büyük kilisesi unvanlarına da sahipmiş. Daha sonra Moskova’daki Kurtarıcı Hz. İsa kilisesine en büyüklük unvanını kaptırsa da, dış ve iç mimarisi ve parlak kubbesiyle bu kiliseden çok üstündür. İlk olarak 1710 senesinde inşa edilmiştir. 1712 senesinde I. Petro ve Katerina bu kilisenin kubbesi altında evlenmişlerdir. 1710 yılından sonra değişik tarihlerde iki kez yıkılıp yapılan kilise günümüzdeki durumuna 1818-1858 arasında, Rus Kraliyet başkentinin en göze çarpan kilisesini yapmakla görevlendirilen Fransız mimar A. Montferrand tarafından getirilmiştir.

Yapımı üzerinden yaklaşık 150 yıl geçen bu kilise, günümüzde yaldızlı kubbesi ile St. Petersburg göklerini süslemeye devam etmektedir. 1937 yılından itibaren müze olarak kullanılmaktadır. Dış cephesi, heykeller ve her tarafta sekizer adet olmak üzere 17 metrelik tek parça kırmızı granit sütunlarla, iç kısmın tabanı İtalyan, Fransız ve Rus mermerleriyle kaplı olup, duvarlar malakit taşından 112 adet sütun, 382 adet heykel, mozaik aziz tasvirleri ve resimlerle süslenmiştir. 21.8 m çapındaki kubbesinde 100 kg saf altın kullanılmıştır. Duvar kalınlığı 5 m olup, iç cephesindeki mozaiklerde 12.000 farklı ton ve renk bulunmaktadır. Ayrıca 300 basamaklı kubbesine veya kulesine tırmanarak şehir panoraması üstten izlenebilmektedir.

Turistler 150 Ruble ödeyerek kuleye çıkıp, St. Petersburg’u kuş bakışı izleyebiliyorlar.

Aziz İzak Katedrali kulesi: Galina ve eşim Sevgi

İzak Kilisesi’nin kulesini İstanbul’daki Galata Kulesi’ne benzetebiliriz. Ben, Sevgi ve Galina yüksek kulenin 300 merdivenini tırmanarak kuleye çıktık. St. Petersburg’u yukardan kuşbakışı izledik, ama şahsen ben, Galata’dan İstanbul’u seyredilişteki kadar çarpıcı bir güzellik göremedim. İstanbul’un Galata’dan görünümü, seyretmenin hali bir başkadır bence.

Biz kuledeyken, çeşitli ülkelerden gelmiş turistler kamera ile St. Petersburg’un filmini, fotoğraf makineleriyle de durmadan fotoğrafını çekiyorlardı. Biz de bol bol fotoğraf çektik.

Tatarskiy veya Saint Petersburg Cami

Ülkemizde yıllarca CIA kaynaklı propagandalar yapıldı: “Komünistler camileri yaktılar, yıktılar” diye. Tabi kiliseler içinde aynı şeyler söyleniyordu. Ben gezdim, gördüm: Çarlık döneminde, yani devrim öncesinde yapılan saray, kilise ve camiler yerli yerinde duruyor. Ve bu nasıl yakma ve yıkmaysa, St. Petersburg’a indiğimde gözüme çarpan ilk tarihî mabet yeri bir cami oldu: Cami, bütün güzelliğiyle, gökyüzüne uzanmış minarelerinin ve güzelim kubbesinin mavi çinilerinin ışıltılarıyla güneşi selamlıyordu. Daha sonra da gezilerimde hemen hemen tüm tarihî kiliselerinin yerli yerinde durduğunu gördüm ve bunlardan bir kısmını da gezdim.

Gördüğüm cami, Tatarskiy veya diğer adıyla Saint Petersburg Cami idi.

Camiyi, Rusya’ya gittiğimin hemen ilk günü havaalanından otomobille Ozan’lara giderken gördüm. Hemen o anda, Ozan’a; “Bu camiyi görmek isterim” dedim. Ozan: “Tamam baba” dedi. Ama Ozan’ın sürekli çalışması ve de caminin Ozan’nın kaldığı evden çok uzak olması, benim dil bilmemem, harfleri tanıyamamam gibi nedenlerden ötürü camiyi gezmek kısmet olamadı. Dönüşte yoğun bir trafik vardı. Ozan’ın temin ettiği otomobil beni hava alanına götürürken -dura kalka gidiyordu- tam caminin önüne geldiğimizde, trafik sıkışıklığından dolayı otomobil durdu. Hemen fotoğraf makinesını çıkardım, -otomobilin camına rağmen- fotoğrafını çekmek istedim. Rus şoför, Türkçe bilmemesine rağmen niyetimi anladığından, fotoğraf makinesini elimden aldı caminin fotoğrafını çekmek için. Şoför çekmeyi beceremeyince; Galina atik davranıp fotoğraf makinesını kendisi alarak otomobilin penceresini açıp caminin fotoğrafını çekti. Daha sonra da Ozan, bu cami ile ilgili bilgiler gönderdi. Ben kendim gezemediğim için, kendi gözlemlerimi yazamıyorum. Sadece edindiğim bilgileri buraya alıyorum.

Cami, Tatarskiy veya Saint Petersburg Cami olarak isimlendirilmektedir. 1913 yılında yapılmış. 1920’de Sovyetler Birliği döneminde ibadete açılmıştır. 1921 yılında mimar Alexander von Hohen tarafından Timurlenk’in Semerkant’taki türbesi olan Gur-i Amir model alınarak yeniden tasarlanmıştır.

Bu cami, Avrupa’nın en geniş, en büyük camisi oluyormuş. İki minareli olup, minarelerinin yüksekliği 49 metreye ulaşmaktadır. Caminin kubbesi 39 m yüksekliğindedir. Caminin boyu 45 m ve genişliği 32 m dir. Cami 5.000 insanı içine alabilecek kapasitededir. Neva nehrinin karşısında ve St. Petersburg’un merkezinde bulunmaktadır. Bu yüzden gök mavisi rengindeki büyüleyici kubbe ve minareleri her taraftan kusursuz görülebilmektedir.

1940-1956 yılları arasında cami ibadete kapatılıp sağlık binası olarak kullanılmış. 1980’de cami yeniden restore edilip ibadete açılmıştır. Bugün, Müslümanlar camide çok rahat ibadetlerini yapabilmekte; caminin birinci katında erkekler, ikinci katında kadınlar namaz kılmaktadır. Üçüncü katında ise Arapça ve Tatarca dilleri öğretilmektedir.

Turistler, caminin mimari özelliği, çini süslemeleri ve gökmavisi kubbe ve minareleri gibi büyüleyici özgün özelliğinden ötürü camiye fazla ilgi gösteriyormuş.

Tatarskiy veya Saint Petersburg Cami

Vladimirskiy veya Vladimir Mother of God Icon Kilisesi ve Paskalya Kutlamaları

Vladimirskiy veya Vladimir Mother of God Icon Kilisesi olarak adlandırılan kilise, St. Petersburg’daki en eski kiliselerden biri olup 1783’te yapımı tamamlanmıştır.

Bugünkü taş kilisenin yapımı yirmi yıldan fazla sürdüğü için, tasarımında ve yapımında birkaç farklı mimarın katkıları olmuştur. Barok ve klasik özelliklerin yegâne kombinasyonu ile, kilise St. Petersburg’un tarihsel mimarisine önemli bir katkı yapmıştır. Gökyüzüne uzanan beş soğan kubbe ile süslenen kilise şehrin en tarihî bölgelerinden biri olan Vladimirskaya Meydanı üzerindedir. Etkileyici dört dizi çan kulesi kiliseye bitişik durur.

Kilise aynı zamanda Rusya’daki en eski ve en özenli ikonlara ev sahipliği de yapmaktadır. Kilise, aslında tarihi Vladimir Mother of God ikonunu korumak için inşa edilmiştir. İkon Kudüs’e, İstanbul’a ve en son Kiev’e gelir ve burada Prens Andrey Bogolyubskiy tarafından alınıp, Vladimir’in kenti olarak adlandırılan Antik Rusya’ya getirilmiştir.

Kilisesinin çan kuleleri ve şapelleri altınla kaplıdır. Gökyüzüne uzanan beş farklı soğan kubbesi, tepesinde parıldayan Ortodoks haçı, içerdiği beş bölümü, iki katı ve üç revak (kemeraltı) ile Vladimirskiy Kilisesi şehirdeki hiç bir kiliseye benzemez.

Kilise şehrin en favori yerinde yer alması nedeniyle Fyodor Dostoyevski gibi birçok ünlünün de yer aldığı çok kayda değer bir cemaate sahipmiş.

Devrim esnasında kilisenin varlıklarının çoğuna el konulmuş, ama kilisenin üst tarafındaki ikonlara dokunulmamış.

Kilise, 1990’da Rus Ortodoks Kilisesi olarak ibadete yeniden açılmıştır.

Ben, Sevgi ve Galina, 22 Nisan Cumartesi günü normal bir şekilde gezerken ve programımızda hiç yokken Dostoyevski Müzesi’nin hemen karşısında bulunan bu tarihî soğan kubbeli Vladimirskiy Kilisesi’nin içine girip ibadet edenleri izledik.

Paskalya Bayramı arifesi olduğu için kilise çok kalabalıktı. Bayanlar kiliseye girerken eşarplarla başlarını kapatıyorlardı. İnsanlar masa üzerinde bulunan kutsal nesneyi öpmek için (kuyruğa girmediğim için haç mı, başka bir şey mi olduğunu tespit edemedim) kuyruğa girmişti ve kuyruk da bayağı uzundu. Kilisede, kadınlı erkekli İsa’nın, azizlerin, ermişlerin resimleri önünde istavroz çıkarıyorlardı. Mumlar yakılıp, dilekler tutuluyordu. Ben, Sevgi ve Galina da mum alıp yaktık, dileklerimizi tuttuk. Sevgi ve Galina dilek olarak ne tuttular bilmiyorum, ama ben, tüm insanlık için; “Sınırsız, sömürüsüz ve küresel adaletin var olacağı bir dünya”, kendim için de Evliya Çelebi gibi başka ülkeleri, farklı insanları, çeşitli kültürleri görmenin nasip edilmesi dileğinde bulundum.

Kilisede, ayrıca masalar üzerine bırakılan pusulalara; evlenmek isteyen, çocuk isteyen, hastalıklardan korunmak isteyen, ölmüşlerinin cennete gitmesini isteyen inananlar dileklerini yazıp kilise görevlilerine veriyorlardı. Papaz efendi, dini törenden sonra okunan duaların arasına veya sonuna kişilerin bu özel isteklerini, dileklerini de ekleyerek Tanrı’dan bu dileklerin kabulünü istiyormuş. Tabi bu hizmetin karşılığı olarak ta üç-beş Ruble verilmesi gerekiyormuş. Alınan bu paralar kiliseye mi, yoksa oradaki görevlilere mi kalıyor diye sorduğumda; bu konu biraz meçhul, dediler. Ben de; “En doğrusunu Allah bilir!” dedim.

Ve Paskalya

St. Petersburg’da Paskalya kutlamaları ve Paskalya Bayramı’na da tanık oldum.

Paskalya, Hıristiyanlığın kilise takviminde temel kutlaması, yortusudur. Hz. İsa’nın çarmıha gerilişinin üçüncü gününde, dirilişini kutlamak amacıyla düzenlenir. Batı kiliselerinde Paskalya ilkbahar gündönümünde, yani 21 Mart ya da sonrasında dolunayın görülmesinden sonraki ilk Pazar günü kutlanır. Bu nedenle, yortu günü 22 Mart-25 Nisan arasında değişebilmektedir.

Hıristiyan toplumlarında Paskalya kutlamaları çeşitli halk göreneklerini ortaya çıkarmıştır. Bunların çoğu, “yeniden diriliş” inancı bağlamında Avrupa ve Ortadoğu’da doğmuş “bahar şenlikleri”nin eski tören ve simgelerinden kaynaklanmaktadır. Örneğin Perhiz sırasında yenilmesi yasak olan yumurta, daha sonra yeni yaşamın ve dirilişin simgesi olarak önem kazanmış, boyalı yumurtalar Paskalya’nın simgesi haline gelmiştir.

Paskalya, St. Petersburg’da da 23 Nisan Pazar günü çeşitli yerlerde ve değişik şekillerde kutlandı.

Galina, 22 Nisan Cumartesi günü Paskalya nedeniyle mavi, kırmızı ve sarıya boyanmış, pişmiş üç yumurta ve yuvarlak orta büyüklükte kuru pasta aldı. Yumurtaları ve pastayı özenle porselen bir tabağa yerleştirerek uğur getirmesi dileğiyle televizyonun üzerine koydu. Pasta ve yumurtalar yenilmiyor. 15-20 gün öyle sergilendikten sonra atılıyor. Bizler bayramlarda nasıl “Bayramınızı kutlarım” diyorsak, Hıristiyanlar da Paskalya bayramında bir birlerine “Hristos vaskres” diye hitap ediyorlar.

Ve yine Paskalya Bayramı arifesi olan 22 Nisan Cumartesi günü tesadüfen bir kutlamaya daha tanık oldum. Ozerki Metro İstasyonu’nun yanındaki büyük bir marketin önünde tahta masalar dikdörtgen şeklinde sıra ile dizilmişti. Masaların üzerinde pastalar, şarap şişeleri, çikolatalar ve daha başka nesneler bırakılmıştı. Etrafında da kadınlı erkekli yaşlı, genç ve çocuklar halka olmuşlardı. Bir müddet sonra marketten genç bir papaz ve yanında yardımcısı çıkıp insanların oluşturduğu halkanın ortasında elinde kitap ayakta dualar okumaya başladı. Dua bittikten sonra da yardımcısının elinde bulunan süpürgeyi alarak kutsal su kovasındaki suya batırıp, sulu süpürgeyi insanların ve nesnelerin üzerine silkeleyerek insanları, masaların üstünde bulunan nesneleri ve de marketi kutsadı.

Ben, onları seyrederken içimden tüm kalbimle dualarına “Âmin” dedim ve Allah’tan dileklerinin kabul edilmesini diledim.

St. Petersburg ve Yazarlar

St. Petersburg’la özdeşleşen, Petersburg kentinin ve insanlarının ruh çözümlemelerini en iyi yapan yazar Fiyodor Dostoyevski’dir. Yine bu kentle birlikte anılan Aleksandr Puşkin ise, her haliyle asil ve duygusaldır.

Bir dünya klasiği olan Ana romanının ünlü yazarı Maksim Gorki de devrim öncesinde Petersburg’da kısa bir süre cezaevinde kalmış ve Güneş’in Çocukları isimli tiyatro eserini burada yazmıştır.

Petersburg, ayrıca Tolstoy, Anna Ahmedova, Lermantov, Nekrasov ve Çaykovski gibi Rus sanat ve edebiyatının ünlü isimlerini de ağırlamıştır.

Onlar ölmedi, kalbimizde yaşıyor” dercesine, St. Petersburg’u eserleriyle meşhurlaştıran Puşkin ve Dostoyevski gibi sanatçıların yaşadıkları evler bugün birer müze haline getirilmiş ve onlara ilham veren sokaklar da tarihi dokuyla birlikte korunmuştur.

Bu müzelerde yazarların kişisel eşyaları, kitapları ve kendi el yazması eserleri sergilenmektedir.

Puşkin ve St. Petersburg

Aleksandr Sergeyeviç Puşkin, 1799’da Moskova’da doğmuş. Babası Sergey Lvoviç, soylu bir ailenin çocuğudur. Annesi Nadejda Osipovna, Rus Çarı I. Petro’nun vaftiz çocuğu olan İbrahim Hannibal’in torunudur.

St. Petersburg’a 1817’de yerleşir. Dışişleri Bakanlığı’nda çalışmaya başlar ve bir yandan da edebiyat ve tarih tartışmaları için kurulan, ama sonradan Refahın Birliği adlı gizli derneğin bir kolu olan Yeşil Lamba derneğine üye olur ve çalışmalarına katılır. Daha sonra 1825’te başarısız bir ayaklanma başlatacak olan Dekabristlerin sözcülüğünü üstlenir.

1822’de bir şiirinden dolayı sürgüne gönderilir.

1826’da Çar I. Nikolay, Puşkin’in “komplo” girişimiyle bir alakasının olmadığına inanıp Moskova’ya dönüşüne izin verir.

1831’de evlenerek yeniden St. Petersburg’a yerleşir.

1837’de karısının onurunu korumak için girdiği bir düello sonucu, bir Doğulu gibi “erkekçe” ölür.

O, sürgün öncesi ve sürgün sonrası birçok eser kaleme almıştır. Bu eserlerin birçoğunda aşağıdaki şiirde olduğu gibi, St. Petersburg’u ve bu kentin insanlarını anlatır:

Yüz yıl geçti ve genç kent,
Yarı gece ülkelerinin güzeli ve harikuladesi,
Ormanların karanlıklarından, bataklıkların balçıklarından,
Görkem ve gururla yükseldi;
Bir zamanlar doğanın hüzünlü üvey oğlu Finli balıkçıların,
Dipleri bilinmez bu engin kıyılarda yapayalnız,
Harap ağlarını attıkları yerlerde,
Şimdi, sarayların ve kulelerin zarif kütleleri yükselmekte;
Şimdi gemiler, yeryüzünün dört köşesinden sürülerle
Bu zengin iskelelere seyretmekteler;
Neva granit elbisesini giymiş;
Sular üzerine köprüler asılmış,
Koyu yeşil bahçelerle
Bezenmiş adalar,
Ve genç başkentin yanında
Solgun kalmış Moskova,

Puşkin, Rusya’nın en büyük şairi ve çağdaş Rus edebiyatının kurucusu kabul edilmektedir.

O, Rusya halkının kültürel ve ruhsal dünyalarının ayrılmaz bir parçası olmuş, Rus kültürü üzerinde derin bir etki bırakmıştır. Klasik Batı edebiyatını ve Rus halk ruhunu sentezleyerek, Rus edebiyatında “gerçekçilik akımı”nı başlatan bir düşünür ve yazardır. Eserleri bugün Rusya sınırını çok çok aşarak birer dünya klasiği olmuşlardır.

Gogol, “Puşkin, olağanüstü bir olaydır” der; Dostoyevski ise, mistik bir tavırla “Puşkin, bize gelecekten haber veren bir peygamberimizdir” der.

Puşkin Müzesi’nin avlusu

Eserlerinin birçoğu Türkçeye de çevrilmiştir: Yüzbaşının Kızı, Bakır Atlı, Başkasının Karısı, Namuslu Hırsız, Erzurum Yolculuğu…

Son yaşadığı ev bugün Aleksandr Puşkin Müzesi olarak düzenlenmiştir. Görkemli, eski bir yapı. Avlusunda Puşkin’in bir heykeli var. Biz müzeye gittiğimizde heykeline bir demet kırmızı karanfil bırakılmıştı. Müzeyi gezerken ayakkabıların üstüne mest gibi büyük birer yumuşak terlik taktıktan sonra ziyarete izin veriliyor. Müzede Puşkin’in yaşamı ve dönemine ilişkin belgeler, çağdaş edebiyat ve portre örneklerinden oluşan koleksiyonlar, St. Petersburg ve Moskova’yı konu alan çizimler, kendi el yazmaları, kitapları, kişisel eşyaları sergilenmektedir. Bu eşyalar arasında iki adet uzun namlulu çakmaklı dolma tabanca ve düello yaptığı anda üzerinde olan ve tabanca mermisiyle delinmiş deri yeleği de bulunmaktadır.

Dostoyevski ve St. Petersburg

Fiyodor Dostoyevski; 1821 yılında Moskova’da yoksullar hastanesinde dünyaya gelmiştir.

1837’de, 16 yaşındayken Moskova’dan ayrılıp, Çarlık Rusyası’nın başkenti olan St. Petersburg’a taşınır ve 1838’de Harp Okulu’na girer. 1844’te, yüzbaşıyken, “yoksul ve üretimsiz gençlik yıllarının üstüne bir çizgi çeker ve doludizgin bir ‘kalem proleteri’ olmaya karar verir. Bundan böyle insanı, onun yaşam serüveninin en ayrıntılı derinliklerini incelemeyi, ‘insanın içindeki insanı’ belirginleştirmeyi hedeflemiştir artık. Ne var ki, bu insanı anlama, insanı bütün psikolojik ayrıntılarıyla ortaya koyma çabası sonunda onu; içinde yaşadığı bu kentin insan dışı, sanki şeytanın yarattığı ‘büyülü’ bir kent olduğu düşüncesine götürmüştür”.

Dostoyevski, yaşadığı bu kentte yazdığı romanların düşünsel yapısını ve kitaplarının özdokusu olan Rus insanının psikolojik dünyasına ait malzemeyi gene bu kentte bulmuştur.

Dostoyevski; “gizem ve mitoslarla yüklü bu büyük ve ürkütücü kent ve bu kentteki dengesiz toplumsal yaşamın esinlediği vizyon üzerine, kendini uzun uzun sorguladı. Bu taş ve mermer heykeller arasında, hantal binaların doldurduğu cadde ve sokaklarda rastladığı hayaletleşmiş insan tipleri ve bu romantik kentin mitosu; genç Dostoyevski’nin okuduğu kitapların da büyük katkısıyla yoğurduğu kişiliğini ve yazarlık tutkusunu iyice bilelemişti. Genç Dostoyevski’nin öykü ve romanlarında yarattığı kahramanlar; ustaları Puşkin ve Gogol’ün yarattığı kahramanlarla, kentin sokaklarında, Neva nehrinin kıyılarında, restoranların camlarında, heybetli yapıların sütunları arasında birbirleriyle karşılaşıp birbirleriyle harmanlanıyorlardı.”

Dostoyevski Müzesi’nin içi

Şeytanın yarattığı bir kent görünümündeki Petersburg’un sokaklarındaki, meydanlarındaki insanlar; bir düş, kötü bir kâbus içinde kendi öz kişilik ve öz benliklerini yitirmiş hayaletler gibi umarsız, umutsuz bir şekilde varlıklarını sürdürmekteydiler. Dostoyevski; Rus insanının çok yakın bir sürecin sonunda, bu düşünden uyanacağı, gerçek yaşamına döneceği yeni bir Devrim Çağının muştucusu gibidir. Zorba çarlık yönetiminden kaynaklanan ve yaşamı kâbusa çeviren bu ağır iklim, Dostoyevski’nin ilk gençlik yapıtlarından son yazdıklarına dek hepsinin anatemasıdır.” (Yaşar Atan, “Dostoyevski ve St. Petersburg”, Evrensel Kültür, Sayı: 142)

Dostoyevski; bu kentte daha sonra birbirinden güzel, birbirinden değerli ve her biri birer dünya klasiği olan Karamazof Kardeşler, Yeraltından Notlar, Suç ve Ceza, Beyaz Geceler… eserlerini yazdı. 1881’de Petersburg’da öldü. Şimdi yaşadığı evin sokağında güzel, filozofik bir heykeli var. Yaşadığı ev ise, Dostoyevski Müzesi adıyla müzeye dönüştürülmüş. Kitapları, kendi el yazması eserleri, kişisel eşyaları, çalışma masası… koruma altına alınarak sergilenmektedir. Müzeyi biz de gezdik. Müze giriş ücretleri turistler için 100 Ruble, kendi vatandaşları için 5 Ruble. Ayrıca fotoğraf çekimi içinde 20 Ruble ödeniyor. (Petersburg’da tüm müzeler turistler için çok pahalı, kendi vatandaşları için ise çok ucuz. Ben Rusya’dayken 1 Dolar = 28 Ruble idi. Varın siz hesaplayın.)

Müzede Dostoyevski’ye ait eserlerin diğer dillerde yapılmış baskıları da bulunuyordu. Kütüphane dolabının camlı bölümünde Türkçeye çevrilmiş üç kitap gördüm: Can Yayınları tarafından yayınlanan bir adet Budala romanı, iki adet de Varlık Yayınları tarafından yayınlanan Cinler romanı. Bu çevriler beni sevindirdi. Kürtçe çevrilerini de görseydim sevincim katmerli olurdu. Türkçe ve Kürtçe çevrilerin yan yana müzede çok güzel duracağını düşündüm.

İnsanın yıllarca severek kitaplarını okuduğu ünlü bir yazarın evine konuk olması, kitaplarına göz atması, sokaktaki heykelinin önünde hatıra fotoğrafı çektirmesi anlatılması zor, ama çok hoş bir duygu.

Müzenin bulunduğu sokak ve Dostoyevski heykeli

St. Petersburg’a Dair Diğer Gözlemlerim…

  • St. Petersburg’da ulaşım çok rahat. Metro, tramvay, troleybüs, belediye otobüsü, dolmuş, taksi ve kanallardaki teknelerle her yere gitmek mümkün.
  • Tüm kent, yerin altı ve üstü gerçekten “demir ağlarla örülmüş”. Yerin üstünde tramvay, yerin altında ise kentin her tarafına harıl harıl çalışan temiz, harika metro istasyonları var. Yerin altında 120’den fazla metro istasyonun olduğu söyleniyor. Metro tünellerinin üstünden su kanalları geçiyor. Metroda jeton, kart ve akbil türü dijital nesneler kullanılıyor. Bir jetonla birkaç istasyona aktarma veya indi-bindi yapılabiliyor. Benim en çok kullandığım Ozerki-Nevski durakları arasında yaklaşık bir dakika aralıkla metro hareket ediyordu. Metroya hayran kaldım, ama tranvay ve troleybüsler harap ve berbattı.
  • Kanallarda ve nehirde bizim İstanbul Boğazı’ndaki gibi tekne turları düzenleniyor. Ben bu tur gezilerine katılmadım. Ben İstanbul’a döndükten sonra Sevgi ve Galina teknelerle kanallarda ve Neva nehrinde tur atmışlar. Sevgi’nin söylediğine göre tur çok güzelmiş.
  • Metroya ilk bindiğimde dikkat ettim kompartımanda ben ve Ozan’dan başka esmer tenli yoktu. Metro’da yolcuların çoğu sarışın veya kumraldı. Yolcuların büyük çoğunluğunun metroda kitap, dergi ve gazete okuması çok dikkat çekiciydi. Az da olsa bazı gençler ellerindeki cep telefonuyla meşguldü.
  • Metroda, metro önlerinde, cadde ve sokaklarda dilenenleri de gördüm ama, öyle bizdeki gibi yoğun değil, her sokak başında bir dilenci yok. Seyyar satıcı yok gibi, bazı cadde ve sokaklarda dondurma ve meşrubat satanlarla gözlük satıcılarını saymazsak.
  • Eski ve yeni yapıların bulunduğu alanlar dâhil tüm kent içindeki bütün cadde ve sokaklar cetvelle çizilmiş gibi çok düzgün ve geniş.
  • Tarihi hangi binaya bakılırsa bakılsın, hemen hemen tüm dış duvarlar, kapı üstleri, pencere altları ve üstleri, çatıyla duvarın birleştiği yerler desenlerle, heykel ve heykelciklerle, çeşitli kabartmalarla süslenmiş. Eski yapılar, yani tarihi binalar olduğu gibi korunmuş ve de korunuyor: Sovyet döneminden kalanlar hariç!

Nevski caddesi üzerinde bir yapı

  • Yapılar çok büyük ve insanlar sanki bu büyüklük altında eziliyor gibi. Binaların bir kısmı birbirine benziyor. Renkler pastel, donuk ve gri. Binaların altında restoranlar, kafeler, hediyelik ve turistik eşya satan dükkânlar ve çeşitli işyerleri bulunmakta. Bu işyerlerinin öyle bizdeki gibi ışıklı, ışıltılı, şatafatlı, büyük cam vitrinleri yok. Binanın ikinci, üçüncü katındaki pencerelerin eni boyu neyse, alt kattaki dükkânların, işyerlerinin pencereleri de aynı boyutta. Bu durum, binalarla ilgili Yapı Standardı’nın sıkıca uygulanmasından kaynaklanıyor kanımca. Öyle her kafasına esen duvarları, pencereleri yıkıp genişletemiyor. Aynı durum yeni yapılarda da söz konusu. Ve hemen hemen hiçbir yerde bodrum kat görmedim; bütün konut ve işlerlerinin girişi, cadde ve sokaklarda yaya kaldırımlarının hemen hizasından başlıyor. Yaya kaldırımları işgal altında değil.
  • Dükkân ve işyerlerinin ne ile ilgili olduğunu daha çok kapı üzerlerine veya uygun bir yere asılan tabelâlardan anlaşılmakta. Yazılar Rusça yazıldığı için ve içerisi de pek görünmediğinden, vitrin niyetine kullanılan pencereleri de bizdeki vitrinlere benzemediğinden; benim gibi Kiril Alfabesi’ni bilmeyenler içerde ne satıldığını veya ne iş yapıldığını anlamakta çok zorlanıyor. Pencerelere ufak tefek eşyalar veya reklâma yönelik çok az eşyalar konulmuştu.
  • Elektrik enerjisi çok yaygın kullanılıyor. Metro, tramvay, troleybüs gibi ulaşım araçlarının yanında, hemen hemen bütün konut ve işyerlerindeki cihazlar da elektrik enerjisiyle çalışıyor. Çakmak ve kibriti ancak sigara içilen evlerde bulabilirsiniz. Bir gün sigara içmek istedim ama çakmağımın gazı bittiği için sigaramı yakacak bir nesne bulamadım. Bakkal gibi bir yere gidip 3 Ruble’ye bir çakmak aldım da sigaramı yakabildim. Elektrik enerjisinin bu kadar yaygın kullanılmasına karşın elektriklerin kesildiğini hiç görmedim ve duymadım.
  • Kentin kenar bölgelerinde doğalgazdan elektrik enerjisine dönüşümü sağlayan çok sayıda termik santral var. Nükleer santraller de varmış ama ben görmedim.
  • Ulaşımda metro, tramvay, troleybüs gibi elektrik enerjisiyle çalışan vasıtalar kullanıldığı için ısınma ve sıcak su temininde merkezi sistemden yararlanıldığından ötürü hava kirliliği diye bir sorunları şimdilik yok. Tertemiz bir havası vardı. Her geçen gün artan taşıt sayısı nedeniyle yer yer ulaşımda trafik yoğunluğu yaşanmaya başlanmış. Umarım, artan taşıt sayısı egzoz kirliliğine neden olmaz.
  • Rusya’da ve St. Petersburg’da büyük yatırımların yapıldığı söyleniyordu. Yatırımların çoğunun yapımı yabancı firmalarca yapılıyormuş. Türkiye firmaları da bu pastadan önemli paylar kapıyormuş. Petersburg’da faaliyet gösteren önemli firmalarımız var. Çok sayıda teknik elemanlarımız orada istihdam edilmiş durumda. Ozan’ın okuldan arkadaşlarının 4-5 tanesi Petersburg’da çalışıyor. Bir diğer gözüme çarpan şey; çok sayıda modern alış-veriş merkezlerinin yapılmış ve yapılıyor oluşuydu.
  • Çalışmak bir erdem: Emekli işçiler bile çalışıyor. Hiç kimse evinde oturup ölümü beklemiyor. Kim ne iş bulursa, o işte çalışıyor. Müzelerde çalışan görevli kadınların hemen hemen hepsi emekli yaşlı bayanlardı. Çalışanlar çalışırken işlerini önemseyerek yapıyorlardı. Ve tabi ekonomik nedenleri, çalışmak zorunda kalışlarını da unutmamak lazım.
  • Toplumsal yaşamın bütün alanında kadınlar var. Hatta kadınlar temizlik işçiliği bile yapıp caddeleri, sokakları temizliyorlar, park ve bahçe düzenlemeleri yapıyorlar… Zaten kadınlar sayısal olarak fazlaymış. Bana anlatıldığına göre Türkiye’de nasıl gençler, delikanlılar kız arkadaş bulmakta sıkıntı çekiyorlarsa, Petersburg’da da kızlar erkek arkadaş bulmakta zorlanıyorlarmış.
  • Kadınları temiz ve bakımlıydı. Temizlik işçisi, yani çöpçü olanlar bile -iş önlüğü üzerinde- saçları boyalı, tırnakları ojeliydi.
  • Kanallar üzerindeki köprülerde, cadde ve sokaklarda çeşitli çalgıları çalan veya şarkı, türkü söyleyen çok sayıda müzik topluluğu gelene geçene müzik ziyafeti çekmekteydiler. Kimin gönlünden ne koparsa, ortaya konulan kutuların içersine üç-beş Ruble atıyorlardı. Biz Nevsky caddesinde turlarken Rus Budistleri kendilerine özgü kıyafetleriyle değişik çalgılar eşliğinde ezgilerini söylüyorlardı. İlginçti.
  • Yaşlı nüfus fazla. Bu nedenle çocuk doğumları teşvik ediliyor. Örneğin, askerliği gelmiş evli bir gencin çocuğu olduğunda, babalık görevini yerine getirmesi için askerliği bir yıl erteleniyor. Bir yıl sonra ikinci bir çocuğu olursa ikinci defa bir yıl daha askerliği erteleniyor. Üçüncü yıl yeni bir çocuğu olursa da askerlikten tamamen muaf oluyormuş.
  • Kadın-erkek, yaşlı-genç çok insan sabah akşam ellerinde birer tasma irili ufaklı, çeşit çeşit köpek gezdiriyorlardı. Köpeklerle bu kadar içli dışlı olmalarının nedeni sanayileşme ve kentleşmenin bir sonucu olarak “insanın insana yabancılaşması”ndan mı, yoksa doğaya duyulan bir özlemden mi kaynaklanıyor? Bence her ikisi de var, ama asıl söz konusu olan: Yalnızlık.
  • İçki tüketimi çok çok fazla. İnsanlar yolda giderken bile içiyorlar. En gözde yerlerde bile duvar diplerinde, cadde ve sokak kenarlarında yer yer gelişi güzel atılmış boş bira ve değişik içki şişelerine rastlamak mümkün. Belediye otobüsünde, metroda bile bira içenleri gördüm. Yeni bir yasa çıkartılarak metro, otobüs ve kamusal alanlarda içki içilmesi yasaklanmış. Gerçek anlamda uygulanması için zamana ihtiyaçları var.
  • Sigara içenler de çok fazla. Özellikle kadınlar, genç kızlar cadde ve sokaklarda, kafelerde, lokantalarda… her yerde fosur fosur sigara içiyorlar. Belki bizde de kadınlar fazla içiyorlar da muhafazakâr bir toplum olduğumuz için bunu aleni yapmıyorlar.
  • Dostoyevski Müzesi’nin hemen yanında bulunan sabit kapalı bir semt pazarını da gezme şansım oldu. Pazardaki reyonlarda sıra sıra her türlü deniz ürünleri, hayvansal ürünler, yemişler, baharatlar, tahıl ürünleri, sebze ve meyveler sıralanmıştı. Satıcıların çoğu Ermeni ve Azeri’ydi. Pazar içindeki konuşmalarda tek tük Türkçe sözcükler kulağıma çalındı.
  • Kentin içinde ve çevresinde olan ağaçlar, yaz kış yeşil kalan türden ağaçlar değildi. Hepsi aynı türdü ve yapraklarını döken türdendi. Bizim kavak ağacına benziyorlardı ama gövdeleri gümüşî beyazlıkta değil de siyahımsı bir renkteydi. Ağaçlarda bol karga, evlerin önündeki bahçelerde de tek tük serçe vardı.
  • Petersburg’da bulunduğum süre içersinde dış hava sıcaklığı gündüzleri ortalama 10 0C idi. Ben, bu hava sıcaklığında, İstanbul ve Diyarbakır’da olduğu gibi üşümüyordum, yani havası insanı çarpmıyordu. Yer yer gölgelik yerlerde kar kalıntıları vardı. Neva nehri ve kanallardan buz ve donmuş kar tabakaları durmadan akıyordu. Buna karşın Neva nehri kenarında tarihî bir binanın duvar dibinde insanlar giysilerini çıkarmış mayolarıyla güneşleniyordu. Siyah ışığı absorbe eder, içine alır; beyaz ise ışığı yansıtır. Acaba, doğrudan güneş ışıklarına ek olarak, fazladan, Neva nehri üzerindeki beyaz buz parçaları da güneş ışınlarını insanlara mı yansıtıyordu da öyle mayo ile üşümeden güneşleniyorlardı? Bilemiyorum. Ama Necati Cumalı’nin Leningrad başlıklı şiirindeki şu dizeler tam da yerinde: “Değişmez Leningrad’da/ Yüzyılların rutubeti yürür dallara/ Sarar çimenleri gür yeşil su/ Su pırıltısı gülen gözlerin/ Tenleri güle döndürür iklim(*)
  • Petersburg’un en önemli özelliği; 21 Haziran’da Beyaz Geceleri yaşamasıdır. Benim orada bulunduğum süre içersinde gökyüzü bulutlu olmadığı zamanlar bile, gece 22.00’ye kadar ve sabahları da saat 4.00’ten sonra etraf aydınlıktı. 22.00-4.00 saatleri arası da çok fazla karanlık olmuyordu: “Beyaz geceler”i yaşamasak da, “Gri geceler”i yaşıyorduk diyebilirim.
  • Rusya’da ırkçılık ve milliyetçilik gelişiyormuş, yer yer ırkçı gösteri ve saldırılar oluyormuş. Esmer tenlilere, özellikle de siyahlara karşı tahammülsüzlük varmış. Zaman zaman siyahlar dövülüyormuş. Ben oradayken metroda bir Türkiyelinin de dövüldüğünü duydum. Irkçı Ruslar açıktan açığa Hitler’i rehber ediniyor, onun düşüncelerini savunuyorlarmış. Yani bir uçtan bir uca savrulma var. Sanki İkinci Dünya Savaşı’nda faşizme ve Hitler’in militarist güçlerine karşı verilen savaşta öldürülen ve ölen 20 milyon insan kendi yurttaşları değilmiş gibi.
  • Sosyalizm buharlaşmış. Metro istasyonlarında ve bazı binalarda Sovyetler Birliği’ne ait semboller, kabartmalar ve heykeller sanki mostra olarak tek tük bırakılmış. Bir iki yerde Lenin’in heykeli ve kabartmasına rastladım. Bu durumun insanları fazla ilgilendirdiğini de sanmıyorum. Her şeye karşın havaalanı yolu üzerinde faşizme karşı kazanılan savaş anısına dikilen Zafer Anıtı bütün görkemiyle, yerli yerinde duruyordu.
  • Son bir not: 1989’da “Berlin Duvarı”nın yıkılışıyla Sovyetler Birliği önce sarsıldı, sonrada kanı çekilip sönümlendi ve dağıldı. Bu durum tüm dünyadaki komünist hareketlerin, sendikal hareketlerin ve ulusal kurtuluş hareketlerinin nitelik ve nicelik olarak zayıflamasına neden oldu. Neden ve sonuçlarını tartışmanın yeri bu yazımı aştığı için, es geçiyorum. Sadece şunu söyleyebilirim: Sosyalizm, “kalesi”nin dağılmasıyla şimdi bir yol ayrımında. Ya kendini yenileyerek, yeni açılımlar yaparak değişen dünya koşullarına uygun küresel boyutta yeni bir enerji kaynağı olacak ya da sosyalizm denen şeyden bir eser kalmayacaktır!

***

Petersburg anlatılmakla bitmez. Petersburg: Muhteşem tarihî binaları, bakımlı ve zengin müzeleri, görkemli kiliseleri, harika anıt ve heykelleri, kanalları, nehir ve nehir üzerindeki köprüleri, muazzam metro istasyonları ve ölçülü insanlarıyla görülmeye değer bir kent.

(*) Necati Cumalı, Aşklar Yalnızlıklar/ Toplu Şiirler 1, 2. Basım, Can Yayınları, İstanbul-1991, s.217.

26 Mayıs-30 Haziran 2006 tarihleri arasında Ergani Haber gazetesinde,
13-20 Haziran 2006 tarihleri arasında Yeni Yurt gazetesinde (Ekler hariç) dizi halinde yayımlandı.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.