Bilim ve Gelecek Dergisi
Aralık 2007, Sayı: 46
Gidişat Kıyametin mi, Yeniden Varoluşun mu Alâmeti?
Yeni bir çağın kapısı aralandı; farklı bir çağa girmek üzereyiz. Bilgi devriminin gerçek devrimci etkisi yeni yeni hissedilmeye başlanıyor. Bilgi paradan daha hızlı hareket ediyor; akıllara durgunluk veren teknolojik gelişmeler yaşıyoruz. Teknolojideki gelişmeler; kendimizi, değerlerimizi ve kurumlarımızı yeniden incelemeye ve değişime zorluyor.
Bu, fiziğin sunduğu model ve metafordan biyolojinin sunduğu model ve metaforlara geçişle başladı, ama biyoloji fiziğin önüne geçti. Bundan sonra çekirdek, kök, gen, genetik, DNA, hormon, virüs, bakteri, mantar, biyolojik silah/saldırı ve benzeri biyolojik terimleri sık sık duyacağız/kullanacağız.
Biyoteknolojik ilerleme ve biyolojik-elektronik çalışmaların devasa boyutlara ulaşması sonucu biyolojik ya da elektronik bilgi akışı sistemleri birbirlerini desteklediğinden, bilgisayarlar yaşamın gizleri üzerindeki örtüyü kaldırmaya, biyoloji ise yeni bilgi kaynaklarını ve sistemlerini geliştirmeye başladı. 1980’lerde moleküler biyoteknoloji patlaması oldu, biyoteknoloji gen teknolojisi düzeyinde işlem görmeye başladı. “Beynin kimyasını değiştirmemiz bile olasıdır” diyenlerin yanında, “düşünen bilgisayarlar” kuşağına geçişi elektronik değil, biyoloji sağlayacaktır diyenler de var.
Sonuç itibariyle genetikle ilgili gelişmeler geometrik artış göstermekte; çok ciddi ve ilginç çalışmalar yapılmaktadır. New Scientist adlı derginin bildirdiğine göre; “Genetik Mühendisliği gerekli hazırlıkları yapmıştır, artık kolları sıvayıp işe koyulmaya hazırdır.” Lord Ritchie-Calder; “Nasıl plastikle, metalle oynanıyor, onlara dilediğimiz biçimi verebiliyorsak, şimdi de artık canlı modeller imal edebilecek duruma gelmiş bulunuyoruz” demektedir.
Burada söz konusu edilen gen mühendisliğidir. Gen mühendisliği, biyoteknolojinin günümüze değin geliştirdiği en önemli tekniktir; kışkırtıcı bir yaşam bilimi olarak bize yaşamın sırlarını çözme olanağını veriyor. Gen; içinde bulunduğu hücre ve organizmalarda özel bir etkisi olan, kuşaktan kuşağa ve hücreden hücreye geçen kalıtımsal öğe olarak tanımlanmaktadır. Sözcük olarak, Yunanca doğurmak anlamına gelen “ganan”dan gelmektedir. Genler, bir anne ve babanın karakteristiklerinin çocuklarına geçmesini sağlar. Bir bilgisayar ya da araba üretiminde uyulması gereken koşulları andırır ve parçaların nasıl düzenleneceğini gösteren bir talimat listesine de benzetilebilir. Ne var ki devre ya da parçacıkları değil proteinleri tanımlar; talimatlar, bir kâğıda değil DNA moleküllerine kodlanmıştır. Ayrıntılı talimatları içerebilecek boyutlarda bulunan tek hücredeki DNA’nın birbirine geçmiş halkaları açıldığında, yaklaşık 2 metre kadar uzayabilir: “Bir insanın vücudundaki DNA’lar, ay ile dünya arasında 8.000 kez gidip gelecek uzunluktadır.”
İnsan geninin haritasının çıkarılmasıyla ilgili değişik çalışmalar yapılmıştır, ama 1962’de Nobel Ödülü almış bilim adamı Dr. James D. Watson’un 1988’de ABD’nin finanse ettiği bir projenin yürütülmesine katılmayı kabul etmesiyle, insan geninin haritasının çıkarılması ileri yeni bir boyut kazanmıştır. Söz konusu projenin hedefi insan vücudundaki tüm genlerin haritasını çıkarıp kimyasal tanımlarını yapmaktır.
Genetikle ilgili, daha doğrusu biyoteknoloji konusunda da, -başka alanda olduğu gibi- liderlik ABD’dedir. Genetik mühendisliğinin iki önemli eleştirmeni, Jeremy Rifkin ve Ted Howard, Tanrı Rolünü Kim Oynayacak? adlı kitaplarında konuyla ilgili şunları yazmaktadırlar:
“Amerika’da genetik mühendisliği de tıpkı montaj hattı yöntemiyle üretim, otomobil, aşı, bilgisayar ve diğer bütün teknolojiler gibi bir gün yaygın bir şekilde kullanılacak. Genetik alandaki her ilerleme ticari bakımdan uygulanabilir bir nitelik kazanınca da tüketiciden yeni taleplerin gelmesini sağlayacak ve yeni bir teknoloji için gerekli olan bir pazar yaratacaktır.”
1988’de Toronto’da düzenlenen 16. Uluslararası Genetik Kongresi, eşi görülmemiş bir ilgi topladı. Otuz yıl önceki kongreye 20 ülkeden 2.000 bilim insanı katılırken, 1988’deki kongreye katılan bilim insanı sayısı 4.000, ülke sayısı 80’i bulmuştur. Toronto’nun York Üniversitesi’nden Dr. Robert Haynes, kongrenin açılış konuşmasında; “Günümüzde, genleri belirleyebiliyor, tartabiliyor, ölçebiliyor, sayabiliyor, değiştirebiliyor, kopya edilebiliyor ve test tüplerinde mutasyona uğratabiliyoruz; hücreden hücreye aktararak, türler arasındaki sınırları zorlayabiliyoruz” demiştir.
Yapılan bu çalışmalar, araştırmalar bir yandan yaşam standartlarının yükselmesine büyük katkılar sunarken, diğer yandan da insanları huzursuz eden sorular gündeme getirmektedir. Nasıl mı? Yapılan çalışmaları yakından incelediğimizde insanların, kurumların kaygılarını daha iyi anlamış oluruz.
Mikro-organizmalar veya moleküler biyoloji ile ilgili yapılan çalışmalar
Büyük şirketler biyolojinin ticari amaçlarla kullanılmasının yollarını aramaktadırlar. California’da bulunan ve dünyaca ünlü birçok genetik uzmanının parayla bağlı olduğu Cetus Şirketinin başkanına göre, önümüzdeki yıllarda “önem bakımından biyoloji, kimyanın yerini alacaktır”. Moskova’da devletin resmi politikasını dile getiren bir yazıda, “ulusal ekonomide mikro-organizmaya daha çok yer verilmesi” istenmektedir. Batılı bazı şirketler, egzoz gazını kontrol etmek ve kirlenmeyle ilgili bilgileri, bu bilgiler üzerine motoru ayarlayacak olan bir mini-proses makinesine göndermek üzere enzimleri otomobillere yerleştirmeyi hayal etmektedirler.
Fütürist, yani gelecek bilimci John McHale ve eşi, İnsanın Temel İhtiyaçları adlı kitaplarında, ileri biyoteknolojinin Birinci Dalga toplumlarına, yani tarım toplumlarına çok şey vaat ettiğini; bu teknolojilerin içine deniz çiftliklerinden, haşaratın ve diğer organizmalar aracılığıyla selüloz üretim işinde kullanılmasına, mikroorganizmalar aracılığıyla selüloz atıklarının ete dönüştürülmesine, euphorbia gibi bitkilerin sülfürsüz yakıt haline getirilmesine kadar her şeyin girdiğini yazmaktadırlar.
The New York Times gazetesi, “değerli madenleri bulup çıkarması için metale susamış mikroplar” bulmaktan söz etmektedir. Şirketler yeni “icat ettikleri” canlı varlıklar için patent almak üzere başvurmuş ve almışlar bile. Örneğin, ilk biyoteknoloji patenti 1980 yılında ham petrolü parçalamak amacıyla genetik yapısı değiştirilmiş bir mikrop geliştiren General Electric araştırmacılarından Dr. Ananda Chakrabarrty’ye verilmiştir.
Bu işte çok kâr olması nedeniyle, şimdi tüm ulusötesi büyük şirketler gözlerini bu alana dikmiş bulunmaktadır. Genetikçi J. Craig Venter’in firması Synthetic Genomics, etanol ya da hidrojen gibi yakıtlar üretebilen sentetik böceklere ilişkin tartışmalı patentleri aldı. Şirket, 13 Haziran 2007’de dünya yüzeyinin altındaki kömürü veya petrolü temiz yakıta dönüştürebilen doğal mikropları bulup bunlar üzerinde değişikler yapmak için enerji devi BP PLC ile anlaştığını açıkladı. Venter, sentetik biyolojinin “Mikropsoft”u olmayı amaçlamakla suçlansa da; o, mikroorganizmalar “ABD’de ulaşım için ihtiyaç duyduğumuz bütün yakıtı sağlama potansiyeline sahip”tir deyip; “genetik kralı yerine artık petrol kralı oluyorum” diye espri yapmaktadır.
Tokyo Teknoloji Enstitüsü’nden Isao Karube ise, tamamen protein ve organik polimerlerden oluşan bir “tazelik çipi” geliştirdi. Süpermarketlerde satılan paket balıklara takılması düşünülen tazelik çipi, balık bayatlamaya başladığında yayılan koku belirleniyor; balığın renk değiştirmesinden, tazeliğini yitirdiği anlaşılıyor. Şimdi de diğer besinler için “tazelik çipi”nin geliştirilmesi tasarlanıyor. Bu biyomoleküller aygıt, organik/canlı bilgisayardan başka bir şey değil!
Yapılan bu çalışmalar plastik, gübre, kumaş, boya, böcek ilacı ve daha bir sürü ürünün üretiminde petrole duyulan ihtiyacı ya azaltacak ya da büsbütün yok edecektir.
Theodore J. Gordon şöyle diyor: “Bir kez başladık mı, biyoloji sayesinde dokuyla uyum halinde bir gömlek ya da kadın göğsünün dokusundan yapılmış bir şilte üretebilir miyiz diye düşünmeye başlayacağız.”
Bitkilere yönelik yapılan çalışmalar
Bitkiler üzerinde çok değişik amaçlarla çalışmalar yapılmaktadır. Louisiana Eyalet Üniversitesi biyokimyacılarından Jasse Jaynes, Peru’daki Uluslararası Patates Merkezinden John Dodds ile birlikte yürüttüğü araştırmaların sonucunda, etin protein değerini içeren bir patates türü üretmeyi umuyor. Jaynes, “Sentezini gerçekleştirdiğim genler, içerikte aminoasit kalmaması koşuluyla, biftekte bulunandan çok daha yararlı proteinler kodlayabiliyor” diyor. Jaynes, ayrıca pirinç ve manyok gibi yaygın biçimde tüketilen besinler üzerinde de çalışıyor. Ve, “Biyoteknoloji ve gen mühendisliği, gelişmekte olan dünyanın insanlarına büyük yarar sağlayacaktır” saptamasında bulunuyor.
Monsanto’da gerçekleştirilen biyoteknolojik bir çalışma ile parazit, virüs ve zararlı ilaçlara karşı kendiliğinden direnç gösteren bir domates türü geliştirildi. Compbell Soup ile birlikte domatesleri geliştirmeye çalışan California’daki Calgene şirketinden mikrobiyolog William Hiatt, “Dükkânlarda satılan sebze ve meyvelerin çoğu, daha olgunlaşmadan toplanmıştır” diyor. Tüketiciler ise olgun, kırmızı domates yemek istiyor. Günümüzde, nakliyeciler, yumuşama ya da olgunlaşma olanağı bulamamış sert domatesleri etilen gazı kullanarak koyulaştırıyor. California Üniversitesi bitki genetikçilerinden Alan Bennett, domateslerin “şirin, sert ve yeşil bir beyzbol topu”nu andırdıkları ve itiş kakışa dayanıklı oldukları sırada hasat edildiğini söylüyor. Ve yine California Üniversitesi’nde, biyologlar, güçlü, hastalıklara dirençli ağaçlar yetiştirebilmek için, ceviz, elma, portakal ve diğer meyvelerin çekirdeklerine bu bitkilerin farklı türlerinden alınan genleri yerleştirmeye çalışıyorlar.
Cornell Üniversitesi’nde bilim insanları, kabuğu soyulduğunda kararmayan yeni elma türü yetiştiriyor. ABD’de domates ve patates geni birleştirilip tek bir fidanının toprağın altındaki kısmından patates, toprağın üstündeki kısmından da domates üretimine başlandı. Rusya’da 2 metre boyunda 80 cm çapında salatalığın/hıyarın hasadı yapılmakta. Japonlar ise, çekirdeksiz karpuz üretimine geçtiler.
Bitki hücreleri üzerinde yapılan çalışmaların bir sonucu olarak; yakında, laboratuvarlarda çikolata, tahin helvası, dut pekmezi, domates/biber salçası üretmeye başlarlarsa hiç şaşırmayın!..
Hayvanlar yönelik yapılan çalışmalar
Bitkilerde olduğu gibi, hayvanlar üzerinde de değişik ve çok yönlü çalışmalar yapılmaktadır. 1987’de Amerikalı ve İngiliz bilim insanları koyunların meme keselerine insan genleri aktararak, kan pıhtılaştırıcı bir kimyasal madde elde ettiler. “Faktör 9” olarak anılan madde, koyundan sağılan sütün içerisinden süzülüp hemofilli hastalığına karşı kullanılıyor. Söz konusu yöntemi uygulayan ABD ilaç firması Rorer, ineklerden insan albümini içeren süt alınmasını sağlayan bir işlem üzerinde de çalışıyor. Süt sağlayan hayvanlar, ilaç fabrikalarına dönüştürülebilir. Kan pıhtısını çözen ve birçok kalp krizi hastasının hayatını kurtarmış olan TPA, genetik yapısı değiştirilmiş farelerin sütünden üretildiği örneğinde olduğu gibi. Integrated Genetics’in araştırma grubu liderlerinden Katherine Gordon, keçi sütünden de TPA sağlanabileceğini belirtiyor.
Genetikçi Dr. Philip Leder ile Genentech Inc. Bilim adamlarından Dr. Timothy A. Stewarg, insanlarda ve diğer memelilerde kansere yol açan bir geni izole etmeyi başarmış ve bunu fare yumurtalarına enjekte etmiştir. Doğan fare, deney amacıyla tüm ülkedeki laboratuvarlara gönderilmiştir.
ABD bizon pazarını doyuracak sayıda bizon yetiştirmek için, Wyoming’deki çiftlik sahipleri ile bilim çevreleri ineklerin bizonlara annelik etmesini sağlayacak çalışmalar yapıyorlar. Wyoming Üniversitesi’nden bilim insanlarının yardımıyla hormonlanmış bizonlar dölleniyor ve gelişen embriyon ineklere yerleştirilerek bizonun hamilelik sürecine girmesi önlenip daha fazla embriyon oluşturması sağlanıyor. Bu yöntem ile tükenme tehlikesi içerisinde olan türlerin çoğaltılması da tasarlanıyor.
1988’de, Shady Side’deki (Maryland) Chesapeake Bay Enstitüsünde ilk olarak genetik yapısı değiştirilmiş bir sazan balığı geliştirildi. Bu balık, normal sazan balığından %20 oranında daha hızlı büyüyordu. Çelikbaş alabalığından tek bir gen alıp kopyasını çıkaran bilim insanları, balıkların büyüme hızını artıran bir hormon yaratmışlardı.
Yine 1988’de, Edinburgh’daki Hayvan Fizyolojisi ve Genetiği Enstitüsü’nde Margaret Perry başkanlığında yürütülen bir çalışmayla ilk tüp tavukları dünyaya geldi. Bir embriyon, kavanoz içinde büyümeye başladı; daha sonra bir yumurta içine yerleştirerek normal gelişim sürecine bırakıldı.
1988’de, Wheelock’taki (Texas) bir çiftlikte insan yapımı embriyonlardan, genetik yapıları birbirinin aynı olan safkan buzağı üretildi. Hücre çekirdeklerinin etkin duruma getirilmesi yöntemiyle üretilen bu buzağılar, sıradan ineklerle çiftleştirilebilir. Geleceğin üreticileri, tek bir embriyondan çok sayıda ve öncekilere oranla çok daha besili inek, koyun elde edebilecekler. Bu yöntemi geliştiren Calgary Üniversitesi fizyologlarından Dr. Sten M. Willadsen, “Bu yöntemle kuramsal olarak, birbirinin aynı olan çok sayıda hayvan yetiştirilebilir” diyor. (Burada “hayvan” sözcüğü yerine “insan” sözcüğünün bırakıldığını düşünün!)
Gen aktarımı/değişimi konusunda Massachusetts General Hospital’da molekül biyolojisi yardımcı profesörü olarak çalışan Brian Seed, “10-15 yıl sonra, çocuklar birbirilerine genetik yapıları değiştirilmiş kuzular armağan etmeye başlarsa hiç şaşırmayın” derken, BioTechnica International’dan Lynn Klotz, “Mitolojilerdeki garip yaratıkların yeniden yaratılacağını sanmıyorum. Ne var ki türler arasında gen aktarımı yapılırken ortaya çıkabilecek olasılıkları da gözden kaçırmamak gerekir” demektedir. Yani, bir kaza sonucu garip yaratıkların yaratılabileceğini dolaylı yollardan kabul etmektedir.
Bir önemli gelişme de, ilk kopya hayvan Dolly’yi yaratan ekibin başkanı Ian Wilmut’un, kök hücre araştırmalarında insan embriyonu klonlamayı bıraktığını açıklamasıdır.
Basında çıkan haberlere göre İskoçya’nın Edinburg Üniversitesi’nde görevli olan Profesör Ian Wilmut, Japonlar tarafından geliştirilen yeni yöntemin ciddi tıbbi sorunların tedavisinde kullanılabileceğine inandığı için, tedavi amaçlı kök hücre araştırmalarında insan cenini klonlamaktan vazgeçtiğini açıkladı.
Wilmut’un ilham kaynağı, Japonya’nın Kyoto Üniversitesi’nden Prof. Shinya Yamanaka, insan yumurtası kullanmadan, hastanın hücrelerini doğrudan kök hücreye çeviren bir teknik öneriyor. Yeni yöntemle, kök hücreler deri dokusundan elde ediliyor ve genetik açıdan değiştirilmiş bu yetişkin hücreler, kök hücrelere benzer, onlar kadar esnek ve hastalıklara karşı dayanıklı bir yapıya kavuşuyor.
Teorik olarak, bu “yeniden programlanmış” hücreler, bedendeki 200 farklı hücre türüne, hatta dokuları ve organları oluşturan farklı hücre tipi koleksiyonlarına dönüştürülebiliyor. Profesör Wilmut’a göre, beş yıl içinde daha da gelişeceği düşünülen bu yeni teknik yüksek potansiyel taşıyor ve uzun vadede daha yapıcı: “Çalışmanın henüz sadece fareler üzerinde başarılı olduğunu biliyoruz ama, klonlamayı sürdürmekle Japonya’daki çalışmayı kopya etmek arasında kaldığımızda, ikincide karar kıldık. Birkaç hafta önce ‘nükleer transfer’ işini (Dolly’yi yaratmakta kullanılan yöntem) artık sürdürmemeye karar verdim. Yeni yöntemi sosyal açıdan kabul etmek daha kolay olacak.”
Yapılan çalışmaları hızlandıran bir etmen de Nobel Tıp Ödülü’dür. Bunun en iyi örneği 2007 Nobel Tıp Ödülü’nün “Kök hücre” üzerine çalışmalar yapan bilim insanlarına verilmiş olmasıdır. Bu tip ödüller, yapılan çalışmaları hızlandırmakta, özendirmekte ve destek sunmaktadır. 9 Ekim 2007 tarihli birçok gazete ve haber ajanslarından geçen haberlerde şunlar yazılmaktadır:
“Ödüle bu yıl kök hücre üzerinde yaptıkları çalışmalarından dolay İtalya doğumlu ABD vatandaşı Mario R. Capecchi, İngiliz Martin J. Evans ve Amerikalı Oliver Smithies layık görüldü. Ödülü belirleyen komite tarafından yapılan açıklamada, Capecchi, Smithies ve Evans’ın, embriyonik kök hücreye dair çığır açan buluşları ve DNA’nın yeniden bir araya getirilmesine ilişkin çalışmaları sonucunda ödüle layık görüldükleri belirtildi. Komite, farenin gen haritasından faydalanan ve ilkel hayvanlarda bulunan bir geni tekrar inşa eden 70 yaşındaki Capecchi’nin, doğuştan gelen hastalıkların sebebinin ortaya çıkarılmasında büyük bir adım attığına dikkat çekti. 66 yaşındaki Evans’ın, hastalıkların tedavisinde fare genlerinden yararlanarak yaptığı çalışma ve 82 yaşındaki Smithies’in, cooley anemisi ve hipertansiyon gibi birçok hastalığın tedavisi için fareler üzerindeki gen çalışmaları da komite tarafından ödüle değer görüldü.” (Zaman Gazetesi-9.10.2007)
İnsan genleri üzerinde yapılan çalışmalar
İnsanlar üzerinde yapılan çalışmalar da akıl almaz boyutta… Son derece ciddi ve saygın bilim adamları, George Orwell’in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ya da Aldous Huxley’in Yeni Cesur Dünya romanlarını anımsatırcasına, insanın tüylerini diken diken edebilecek olasılıklardan söz etmektedirler. Ve ürpertici olasılıkları peş peşe sıralamaktadırlar:
- Besin sorununu hafifletmek için saman ve ot yemek üzere inek gibi işkembesi olan insanlar yetiştirelim mi?
- İşçiyi yaptığı işin gereklerine uyması için biyolojik bir şekilde değiştirelim mi?
- Daha çabuk tepki gösterebilmeleri için pilotların ya da bizim için fazla tekdüze gelen işleri yapmaları için montaj hattında çalışan işçilerin sinirsel yapılarını değiştirelim mi?
- “Aşağılık” insanları ortadan kaldırıp “üstün ırk” yetiştirmeye kalkalım mı? (Hitler bunu yapmaya kalktı, ama onun elinde bugünkü düzeyde laboratuarlar yoktu!!!)
- Uğrumuzda savaşsın diye askerler üretelim mi?
- “Yararsız” çocukları önceden elimine etmek ya da sipariş üzerine istenen özelliklerde bebek üretilmesi için genetik tahminlerinden yararlanalım mı?
- “Sperm bankaları”nın yanında, kendimiz için yedek organ, yani yedek böbrek, karaciğer, kalp vs. saklanan “tasarruf bankaları” açalım mı diye sormaktadırlar.
Birçok insanı korkutuyor bu durum.
Kaygılar ve Vanter’in yapay hayat çalışmaları
Ana babalar, genetik yanlışlıkları düzelten ısmarlama üniteler aracılığıyla embriyonlarını ya da onların çocuklarını programlayabilecek. Kuramsal olarak, ana babalar çocuklarının boyunu, göz rengini önceden belirleyebilecek. Böyle bir olasılık, kimilerine Hitler’in Aryan genetik programını anımsatıyor.
Ama daha beter bir gelişme söz konusu. Genetikçi J. Craig Venter, önce insanoğlunun genetik şifresini çözdü. Şimdi de laboratuvarında çok yakın bir zamanda dünyanın ilk kendi başına yaşayan yapay canlısını yaratacağına inanıyor. Çok görülecek bir şey değil bu, sadece birkaç yüz gen taşıyan minicik bir bakteri. Gerçekleştirilebilirse, bu “insanoğlunun tarihinde, hayatı algılayışımızı değiştirecek çok önemli bir dönüm noktası olacak” diyor. Ayrıca canlı yaratmanın milyarlarca veya trilyonlarca dolar değerinde olduğunu düşünüyor.
Bu gelişmeler ülkemizde yeterince önemsenmemekte; magazin, futbol ve TV dizileri daha fazla itibar görmektedir. Ama arada sırada da olsa basında konuya ilişkin haberler çıkmaktadır. Örneğin 7 Ekim 2007 tarihli hemen hemen tüm gazetelerde yer alan “İlk yapay kromozom elde edildi” başlıklı haber gibi. Basında yer alan Londra kaynaklı bu haberde şunlar yazılmakta:
“ABD’li ünlü DNA araştırmacısı Craig Venter, laboratuvarda kromozom üretti. Dünya üstündeki ilk yeni yapay yaşam formunu birkaç hafta içinde resmen açıklayacak olan Venter, bu keşfiyle ‘tasarım genomu’ gelişiminde dev bir adım atıyor. Venter, yeni türler yaratmanın etik açıdan doğru olup olmayacağı gibi ateşli tartışmalar başlatacağı kesin olan yapay kromozomun, küresel ısınmayla mücadelede yeni enerji kaynakları ve teknikleri geliştirmesini umuyor.
Yapay kromozomun türlerin tarihinde çok önemli bir felsefi adım olduğunu söyleyen Venter, ‘Artık genetik kodumuzu yazabileceğiz. Bu da bize daha önce düşünmediğimiz şeyleri yapma imkânı sağlayacak’ diyor.
Venter, bir araya getirdiği, Nobel ödüllü bilim insanı Hamilton Smith’in yönettiği 20 önemli uzmanın oluşturduğu ekip, yapay kromozomu yaratarak, daha önce yapılmamış bir biyo-mühendislik harikası yaratmayı başardı. Laboratuvar yapımı kimyasalları kullanan uzmanlar 381 gen uzunluğunda ve 580 bin genetik kod çiftini içeren kromozomu elde etti.
Ekip ‘Mycoplasma genitalium’ adlı bakterinin genetik yapısından, yaşamı destekleyecek kadarını alıp kromozomu yapay olarak yeniden oluşturdu. Yapay kromozom, daha sonra canlı bir bakteri hücresine yerleştirildi. İşlemin son aşamasında kromozomun, hücrenin kontrolünü eline alıp yeni bir yaşam formu oluşturması konusunda onu etkilemesi bekleniyor.” (Radikal -7.10.2007)
Sentetik biyoloji alanında Venter’in pek çok rakibi var. Amyris Biotechnologies sıtma önleyici ilaçlar yapmak ve yeni çıkan biyoyakıtlar üretmek üzere mayaya veya bakteriye gen grupları zerk ediyor. Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nün yan kuruluşu olan Codon Devices gibi düzinelerce kuruluş, sentetik DNA zincirleri ve başka ürünler satmak üzere piyasada boy gösteriyor. Madison, Wisconsin’de bulunan EraGen Biosciences adlı şirket doğada bulunmayan temel yapı taşlarını kullanarak DNA üretiyor ve böylece Yeni Hayat Türlerine kapıyı ardına kadar açıyor. Pek çok bilim insanı da sıfırdan kendi başına yaşayan canlılar yaratmaya uğraşıyor. Şu ana kadar Poli Virüsü ve 1918 Grip Virüsü gibi basit mikropları sentetikleştirdiler.
Stanford Üniversitesi Biyolojik Tıp Etiği Merkezi’nin Müdürü David C. Magnus’un bazı endişeleri var, teröristlerin DNA parçalarını alıp bunları feci bir patojen yaratmak üzere birleştirmelerine nasıl engel olunabileceğini düşünüyor. Kendisi ve başkaları DNA kuruluşlarıyla birlikte, tehlikeli canlıların birilerince maksatlı ya da istemsiz şekilde çevreye bırakılması riskini asgari düzeye indirecek önlemler üzerinde çalışıyorlar. Düşüncelerinden biri, yazılım kullanarak silah olarak kullanılabilecek DNA zincirlerinin takip edilmesi. Bir diğeri, laboratuvarlarda üretilen patojenlerin kontrol altında tutulduğunu denetleyecek “biyogüvenlik” yetkililerinin sürekli araştırma yapması. Magnus, “Bilimin her türlü kötü kullanımına karşı hep bir adım önde olacağına ilişkin bir kumar oynamaktayız” diyor.
Bazı bilim insanları ve aktivistler sentetik biyoloji teröristlere karşı korunsa bile, bunların ticari kazanç için kilit altında tutulabileceğinden endişe ediyorlar.
Haziran 2007’de, Kanada merkezli bir gözlem ve denetim örgütü ETC Group, Venter’in patent başvurusu aleyhine kampanya başlattı. ETC’den Jim Thomas Vanter’in sentetik canlısının kolon koyun Dolly’den çok daha önemli olacağını tahmin ediyor. Vanter’in şirketini sentetik biyolojinin “Mikropsoft”u olmayı amaçlamakla suçluyor.
Vanter ise, patentin “kritik bir sözcük” olduğunu, insanların “sentetik canlılardan” korktuğunu belirtmektedir. Ekibinin yakında bu konuda bir rapor yayınlaması beklenmektedir.
Kuşkular dinmiş değil, Pennsylvania Üniversitesi Biyoetik Merkezi’nin Müdürü Arthur L. Caplan, yeni hayat yaratmanın “Tanrı’yı oynamak” anlamına gelmeyebileceğini, ancak “kendimizi nasıl gördüğümüze ilişkin devrimci etkiler yaratacağını”; ve “hayatı sentetikleştirebiliyorsak, yaşayan canlı kavramının seçkinliği azalacaktır” diye buyurmaktadır.
Sonuç: Çalışmalar tam hız gidiyor, kaygılar devam ediyor.
***
Yukarda anlattıklarım, genetik alanında yapılan çalışmaların kamuoyuna yansıyan çok küçük bir kısmının özeti. Bu özet bile nasıl bir niteliksel bir sıçramayla karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir. Peki, gelişmeler veya gidişat kıyametin mi, yeniden varoluşun mu alâmeti?
Bence her yeni bir buluş, zihnimizi ve irademizi özgürleştirmede atılmış ileri bir adımdır. Bu nedenle, gelişmeler veya gidişat ne kıyametin ve ne de yeniden varoluşun alâmetidir: İçerisinde olumsuzluklar taşısa dahi insanlığın sınırsız ve sınıfsız topluma “uzun yürüyüşü”dür.
Yararlanılan Kaynaklar:
- John Naisbitt&Patricia Aburdene, Megatrends 2000 Büyük Yönelimler, (Çev: Erdal Güven), Forum Yayınları, İst. 1990, s. 219–244.
- Alvin Toffler, Üçüncü Dalga, (Çev: Ali Seden), Altın Kitaplar, 3. Baskı, İstanbul 1996, s. 207–210.
- John Carey, “Yapay Hayata Ramak Kaldı”, BusinessWeek (Türkiye) dergisi, İnfomag Yayın. Ltd. Şti., Sayı: 2007/24, 17-23.06.2007, s. 27
- “İnsan klonlamaya gerek kalmadı” başlıklı haber. Radikal (19.11.2007).
- “Kök hücreden Nobel Tıp Ödülü çıkardılar” başlıklı haber. Zaman (9.10.2007).
- “İlk yapay kromozom elde edildi” başlıklı haber. Radikal (7.10.2007).
Bilim ve Gelecek Dergisi, Aralık 2007, sayı: 46