“Elim boş,
Ayağım pusu.
Bir ben bileceğim oysa
Ne afat sevdim.
Bir de ağzı var dili yok
Diyarbekir Kalesi…”-Ahmed Arif
Yakın dönemde Diyarbakırlı bazı İslamcı akademisyen ve yazarların Diyarbakır’a dair hazırlamış oldukları kitaplardan bazılarını meraktan, bazılarını bir şeyler öğrenme isteğinden, birini de imzalanıp adıma gönderildiği için inceledim.
İncelediğim bu kitapların üç tanesini “T.C. Dicle Üniversitesi”, diğerlerini “Şehir Araştırmaları Merkezi” yayımlamıştır.
“T.C. Dicle Üniversitesi” tarafından yayımlanan kitapların editörlüğünü Prof. Dr. Yusuf Kenan Haspolat yapmıştır. Kitaplarda yer alan yazıların çoğunluğunu ise akademik unvanı olan farklı şahıslar kaleme almış, ama yazılar özen gösterilmeden, gelişigüzel yazılmıştır. Sanki kitapların sayfa sayısını fazlalaştırmak için toplama bilgilerin yanında gerekli gereksiz bol bol fotoğraf kullanılmıştır. Bilgi yerine çarpıtılmış bilgi kırıntıları serpiştirilmiştir. En önemlisi dini söylenceler kendi meşreplerine uygun, gerçekmiş gibi ele alınıp kitaplar İslami propagandanın malzemesi yapılmıştır.
Ayrıca “T.C. Dicle Üniversitesi” antetli kitaplarda yer alan bilgilerin çoğu başka kaynaklardan alınmış, ama alıntı yapılan veya büyük oranda birebir alınan yazıların kaynakları hakkıyla belirtilmemiştir. Yazılanların akademik unvanlı şahıslarca yazıldığı izlenimi yaratılmak istenmiştir. İki kitaptan vereceğim birer örnek bu kitapların ne türden kitaplar olduğunu göstermeye yetecektir.
Örneğin, editörlüğünü Prof. Dr. Yusuf Kenan Haspolat’ın yaptığı Tüm Yönleriyle Çermik İlçesi ve Turizm kitabında (Haziran 2014) İrem Haspolat adlı biri “Çermik El Sanatları” başlığı altında “Culfacılık” konusunu ele almış (s.478-479). Burada yazılanların tümü bana ait olmasına karşın ne (“ ”) işareti ne de yazı içerisinde yazılanın bana ait olduğunu açıklayan bir ifade var. İki sayfalık yazının sonunda sadece uyduruk ufak bir dipnot var.
Söz konusu yazım 3-11-19-30 Haziran 2007 tarihlerinde Ergani Postası gazetesinde “Kaybolan Meslekler, Tarihe karışan Nesneler” başlığı altında diziyazı olarak yayımlanmıştı. Halen kendi şahsi sitemde yayındadır. Bu yazımın ilgili bölümü daha sonra yeniden gözden geçirilerek “Çermik’te Culfacılık ve Culfacılar” başlığı altında Yazılı Kaynaklarda ÇERMİK adlı kitabımda (Kent Işıkları, 2012, İstanbul, s. 180-184) yerini almıştır. Yine editörlüğünü Prof. Dr. Yusuf Kenan Haspolat’ın yaptığı Tüm Yönleriyle Ergani İlçesi ve Turizm kitabında (Haziran 2014) İhsan Yaşar diye biri “Ergani Köyleri” başlığı altında köyleri anlatmaya çalışmış. Morkoyun (Divane) köyünü anlatırken 2005 yılında basımı yapılan Çayönü’nden Ergani’ye Uzun bir yürüyüş kitabımda (s.438-439) yer alan “Gerçek Bir Aydın: Enver Atılgan” başlıklı yazım içinde yer alan “Morkoyun Köyü Röportajı” olduğu gibi alınmış (s.548-549), ama hiçbir yerde kaynak gösterilmemiş, hatta kullanılan fotoğrafta bile (Bu fotoğrafı 2004 yılında Remzi İpek bana vermişti) ne benim ne de Remzi İpek’in ismimden bahsedilmiş. Fakat bir dikkatsizliği sonucu yazar yakayı ele vermiş, metin içerisinde geçen Arapça “Sürura” sözcüğünün bitişiğinde yer alan parantez içinde yazılı (Sevinç-M. Üzülmez) açıklamamı silmeyi unutmuş. Bu kitaplarda bu türden örnekleri çoğaltabilirim.
“T.C. Dicle Üniversitesi” antetli kitapların dışında, Mehmet Ali Abakay tarafından yazılan ve “Şehir Araştırmaları Merkezi” (bu ismi ilk defa duyuyorum) tarafından “Diyarbakır Kitapları Dizisi”nde yayımlanmış dört kitabı inceledim, imzalayıp adıma gönderdiği için bunlardan sadece Diyarbakır Kalesi’ni baştan sona okudum.
Kitabın adı Diyarbakır Kalesi. Kitabı eline alan da zanneder ki Diyarbakır kalesi anlatılmakta. Oysa kaleye ait ne tarihçe var, ne kronoloji ne de bilgi. Kaleyi, daha doğrusu Diyarbakır surlarını kimler yapmış, ne zaman yapmış, neden yapmış; kimler yıkmış, kimler yeniden inşa etmiş, hangi tarihlerde onarımlar geçirmiş ve bu onarımlar ne kadar aslına uygun yapılmış? Bu sorular için boşuna yanıt aramayın. Bunların yerine sadece kendini ve kendi dünya görüşünü anlatmış.
“T.C. Dicle Üniversitesi”nce yayımlanan, akademisyen veya araştırmacı-yazar unvanlı şahıslarca kaleme alınan bu “Tüm Yönleriyle” diye başlayan Diyarbakır ve ilçelerini anlatan kitaplarda ve “Şehir Araştırmaları Merkezi” tarafından “Diyarbakır Kitapları Dizisi”nde yayımlanan kitaplarda ayırt edici bir özellikte Kürt sözcüğünün hiç geçmemesidir. Diyarbakır’ı, Diyarbakır Kalesini, surlarını, ilçelerini, köylerini anlatacaksın, ama tek kelime Kürtlerden bahsetmeyeceksin. Kürtler neden görmemezlikten geliniyor acaba?
Diyarbakırlı olup Diyarbakır üzerine kitaplar yazan bu İslamcıların Kürtleri görmemezlikten gelmeleri ya da yadsımaları çok ilginç olduğu için, bu tür kitapların tek tek eleştirisi yerine, bu tür kitapların yazılışındaki amaç ve anlayışın genel bir eleştirisi daha doğru olacaktır. Çünkü dinsel tarihin dindarca bir bağlılıkla yinelediği yalanlar zaman ve mekândan yoksun, zamandizin denen şeyden bihaber ve nerde, ne zaman gibi soruları yanıtsızdır. Arkeolojik bulgular geçersizdir. Karbon 14 yöntemi kullanılarak tarihi kalıntıların tarih/yaş tespiti yapıp zamandizini oluşturmak boş iştir.
Zaman değişti. Herkes tarihi iyi okumalı. Bir olan bir daha olmaz yeniden. Geçmiş, geçmişte kalmalı artık. Mevlana’nın dediği gibi yeni şeyler söylenmeli. Selçuklu ve Osmanlıyı arzulayan hayallerin gerçekleşmesi çok gerilerde kaldı; Kürdistan’ı, Kürt illerini Müslümanlıkla örtülmüş olarak “Türk yurdu” olduğunu kanıtlama sevdasından vazgeçilmeli. Osmanlı yüzlerce yıl Balkanlar’da, Ortadoğu’da, Arabistan’da hüküm sürdü diye, Yunanistan, Bulgaristan, Arnavutluk, Suriye, Irak, Lübnan, Arabistan şimdi “Türk yurdu” mudur? İngiltere yıllarca Hindistan’da hüküm sürdü diye Hindistan İngiliz yurdu mudur? Yaşanılan yerler hüküm sürenlerin değil, bizzat o toprakların üzerinde yaşayanların yurdudur. İlk önce bunu kabul etmeliyiz.
Bu İslamcı yazarçizerlerimiz sözüm ona Diyarbakırlı, Diyarbakır’da yaşıyor ve Kürtlerin gönüllerindeki paytext (başkent) Diyarbakır üzerine kitaplar yazıyorlar. Ama kitaplarında tek sözcük Kürtlerden, Kürtlerin hak gaspından bahsetmiyorlar. Sanki Diyarbakır’da Kürtler yok, onca yaşanmışlıklar yok; sanki Şeyh Said Dağkapı Meydanı’nda idam edilmemiş, Diyarbakır askeri cezaevinde Kürtlere kan kusturulmamış. Kürtçe konuştukları için, yazdıkları için, şarkı türkü söyledikleri için hor görülmeler, işkence görmeler, ceza almalar olmamış. Bu yazarlarımız ve aynı anlayışa sahip olanlar için sadece Diyarbakır’da “ecdatları” olan Osmanlı ulamaları, Osmanlı velileri, Osmanlı paşaları, Osmanlı valileri, Osmanlı beyleri ve bunlar adına yapılan hanlar, hamamlar, medreseler, camiler var. Diyarbakır’da yaşamış ve yaşayan halklar: Kürtler, Ermeniler, Süryaniler, Araplar, daha doğrusu Sünni Müslüman Türklerin dışında kalan farklı etnik kökenden veya inanç gruplarından olanlar yok, yok, yok…
Kürtlerin yoğun yaşadığı coğrafyadan çıkmış olmaları nedeniyle Kürtleri en çok bu Diyarbakırlı İslamcı yazarların anlaması gerekirdi oysa. Anlamadıklarına göre demek ki gönül gözleri kapalı. Böyle olunca da Kürtlerin hak gaspına değinmemeleri hiçte tesadüfi değil: Kürtler “ümmetin yetimi” olduklarından İslamcılar tarafından kabul görmüyor. Hâlbuki Kürtlerin, Türklerin, farklı etnik ve inanç gruplarının özgürce, hak eşitliği temelinde birlikte yaşamaları için çaba gösterenlere destek verilmesi erdemli bir davranış, vicdanî ve insanî bir görevdir.
Bu tür kitaplarda bol bol Filistin’de, Yugoslavya’da, Çeçenya’da, Doğu Türkistan’da ve Kamboçya’da, Filipinler’de ve en son olarak ta Mısır’da olup bitenleri görmemezlikten gelenler, seyirci kalanlar, Müslümanlara, Türklere yapılan “katliam”ları görmeyenler eleştiriliyor. Samimi olmak lazım, ilk önce kendi yaşadığımız coğrafyada insanlara yapılan vahşeti görüp eleştireceğiz ki inandırıcı olalım. En yakınında yaşananlara gözünü kapatıp, ama çok uzaklarda dağların ve denizlerin ardında olanlara gözümüzü dört açarsak inançtan, ahlaktan, insanlıktan söz edemeyiz. Kürtler Müslüman olduğu halde yok sayılıyor, zulüm görüyor, ola ki Müslüman olmasaydılar, kim bilir başlarına daha neler gelirdi: Bir düşünün?!.
Ayrıca şunu da altını çizmekte fayda var: Baskı altındaki azınlıklar sorunu aslında baskıcı çoğunluklar sorunudur. Dini hassasiyeti olan insanlarımız Kürtlerin hak gaspına birde böyle bakmalıdırlar. Soruna böyle baktığımızda yüzyıllık sorunumuzun “Kürt sorunu” değil, bir “Sünni Müslüman Türk sorunu” olduğunu anlamış olacağız.
Sonuç:
Tarih ve yerel tarih araştırmaları yapanlar, tarihle ilgili eserleri kaleme alanlar egemenin, egemen anlayışın, muktedirin tarih anlayışına göre tarihi “inşa” etmemeli; gizliden veya açıktan resmi ideolojinin, Türk milliyetçiliğinin, Türk-İslam Sentezi ürünü görüşlerin propagandasını yapmamalıdır. Tarih yazıcıları kendi inanç ve kimliklerini geride bıraktıkları zaman ancak yazılanlar inandırıcı ve değerli olur, tarih terazisinde özgül ağırlığı olan bir başarıya imza atılmış olunur.
10 Mart 2015 tarihinde ve sonrasında:
http://www.gelawej.net de,
http://www.insanokur.org da,
http://www.tigrishaber.com da,
http://www.ergani.gen.tr de yayımlandı.