Önsöz Bilime, edebiyata, sanata değer katan tüm erdemli insanların anısına… Felsefe ile matematik abi kardeş gibidir. Bu kardeşlikte zaman zaman felsefe, düşünce anlamında matematiğe ağabeylik yapar. Düşüncenin hayat bulmasını da küçük kardeş matematik sağlar. Zaman zamanda çözüm ve önerilerle matematikte felsefeye yol
“Olası Bir Dicle Romanına Katkı” ve Hafız’ın Sözsüz Ezgileri
Gecenin derin sessizliğinde kitap okurken birden telefonum çaldı. Baktım, arayan Seyithan Erol arkadaşım. Açtım. Kısaca; “Sana bir yazı gönderiyorum, okumanı istiyorum. Yazının sonunda Hafız Zülfo ile ilgili bir şiir de var, belli ki senin yazılarından esinlenerek yazmış,” dedi ve ardından yazıyı gönderdi (23 Ekim 2022). Gönderilen yazı “Olası Bir Dicle Romanına Katkı” başlığını taşıyordu. Yazının nerede yayımlandığı belli olmadığı için her şeyi bilen Google hazretlerine yazının başlığını yazıp tıkladım. Karşıma: Mehmet Nuri Aslan çıktı. Mehmet Nuri Aslan 1953 Urfa doğumludur. İlkokulu Urfa’da okur ve ardından Dicle İlköğretmen Okulu (Diyarbakır-Ergani) sınavını kazanıp okumaya başlar. Dicle’de geçen beş yıllık dönemin ardından son
Geçmişe Bir Yolculuk ve Bir Demet Şiir
“Kelimeler insana düşüncelerini gizlesin diye verilmemiştir.” -Jose Saramago Her şeyin aynileştiği, farklılıkların her geçen gün daha da azaldığı günümüzde tanıdıkların, arkadaşların, yoldaşların duygu ve düşüncelerini yazmaları ve bunları kitap olarak yayımlamalarından daha anlamlı güzel bir şey olamaz diye düşünüyorum. Amed Tîgrîs ve Cumali Eşsizoğlu’nun adıma imzalanıp Diyarbakır’dan gönderdikleri yeni yayımlanmış kitapları bende bu güzel duyguyu yarattı. Faho Dedem (Fahri Değirmenci d.1906-ö.1999) haklıymış: “Karanlık gecelerde gökyüzündeki yıldızlar yolculara yol gösterir” derdi hep. İlk elime ulaşan kitap Bîranînên min oldu. Amed Tîgrîs bu çalışmasında geçmişe bir yolculuk yaparak hatıralarını kaleme almış. Kitap Kürtçe. Benim Kürtçeyi çok az bilmem nedeniyle kitabın tümünü okumam
Pasolini’nin Filmi ve Diyarbakır 5 No’lu
Sevgili dostum ve Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi’nden koğuş arkadaşım Recep Maraşlı’nın Almanya’dan adıma imzalayıp gönderdiği Diyarbakır ya da Sodom’un 5 No’lu Zindandaki Bin Günü(*) kitabı teknoloji ve iletişimin bunca gelişmişliğine rağmen ancak 2 ay 5 günde elime ulaştı. Gecikme, kitabın özgül ağırlığından kaynaklanmış olabilir. Gönderilen kitap Diyarbakır 5 No’lu Askeri Cezaevi hakkında. Bugüne kadar 5 No’lu ile ilgili birçok kitap ve yazı yazıldı, film ve belgesel yapıldı, şiirler yazılıp türküler yakıldı. Ama bunlar ne kadar çok yapılırsa yapılsın yine de bir şeyler hep eksik kaldı/ kalıyor… O günleri yaşayanlar yazmanın tarihsel bir görev olduğunun bilincinde eksiklikleri tamamlamaya gayret göstermelidir. Recep
Ütopya, Distopya ve “Çalışılmayan Bir Dünya”
Ütopya denilince akla hemen gelecek ilk isim Thomas More’dir. More, Britanyalı bir hümanist, hukukçu ve devlet adamıdır. 1516 yılında yazdığı Ütopya adlı eseriyle düşünce ve yazın dünyasında ütopyacı anlayışın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Sonradan krala ters düştüğü için başı kesilerek cezalandırılmıştır. Ölümünden 400 yıl sonra Katolik Kilisesi tarafından aziz ilan edilmiştir. More, Ütopya adlı eserini: Avrupa’da Rönesans nedeniyle Aristoteles’in yerini Platon’un aldığı, insanın ve doğanın incelendiği, coğrafi keşiflerin başladığı; İngiltere’de ise ticaret ve ticaret burjuvazisinin yeni yeni gelişmeye başladığı, köylerden insanların yığınlar halinde kentlere doluştuğu, yoksulluğun çok yaygın olduğu bir dönemde yazmıştır. Zaman çok kötüdür, umutsuzluk denizinde insanlar aç ve
Gül, Gulan, Anam
“Bülbül konuştu yine: Buydu ilk kezki kısmetimÂşık olmuştum güllere, kırmızı güldür sevdiğimYaram kangrenleşti, bundandır acı çektiğim” -Feqîyê Teyran Gulan ayına girdik. Şimdi doğanın güzellik bakımından en zengin mevsimini yaşadığı zamandır. Hava, toprak, su, her şey gül kokuyordur. Ben, Diyarbakır Ergani’de anamın bahçesindeki güllükten çok uzakta olsam da, gençliğimin mekânında yaşananlar hayâlimde canlıdır. Gündüzleri bağ, bahçe ve tarlalarında insanlar bereket tohumu alın terlerini ekiyor; iğde ağaçlarında kuşlar şarkılarını söyleyip cilveleşiyor; arılar kendi kanatlarından yayılan müziğin ritminde gezinerek bal özü ve polen alacakları çiçekleri arıyordur. Makam Dağı’ndan esen çiçek kokulu rüzgâr tatlı şarkılarını söylüyor; gül fidanları yaprak, tomurcuk ve açmış gülleriyle gökyüzüne
Bir Fotoğraf Bazen Çok Şey Anlatır
Kavalcı Hafız Zülfo(1) ile ilgili bir yazı, dört fotoğraf aldım. Yazı ve fotoğrafları Mahmut Yüceli gönderdi(2). Kendisi 1993 yılında Ergani Lisesi’nde öğretmenlik yaptığı zaman, akıl edip, Kavalcı Hafız Zülfo’nun fotoğraflarını çekmiş ve ardından da o dönem yayımlanan Gündem gazetesine “Ergani’de bir Vivaldi” başlığıyla bir yazı yazmış (28 Nisan 1993). Yazı başlığının üst tarafında Hafız’ın iki fotoğrafı var. Biri yaşadığı toprak evin önünde ayakta, diğeri evin tek odasında mukavva kutuların üzerine serili yatak üzerinde oturur vaziyette. Fotoğrafların altında ise şunlar yazılı: “Zülfo Dede ayakta duruyor. Bastonunun yardımıyla yürüyor. Elleri bir zamanlar nasıl da kavalın deliklerinde dolaşırdı.” Mahmut Yüceli Arkadaşım, ricam üzerine
Fersûde [فرسوده] / Erganili Mesud [ارغنيلى مسعود]
Fersûde isminde bir kitabın varlığından haberim yoktu. Yazar Şehmus Aslan gönderdiği bir mesajda; “Erganili Mesud Fersûde adlı şiir kitabını 1892’de yazmış. Acaba hakkında bilgin var mı?” diye sorduğunda ve kitap kapağını gönderdiğinde haberim oldu. (16/03/2022) Kitap kapağını Tarih Bilim Uzmanı Abdurrahman Üzülmez’e gönderdim. Abdurrahman: “Kitabın adı Fersude (şiir), yazarı Erganili Mesud, eser 1308 (1892)’de İstanbul’da basılmış,” diye bir bilgi gönderdi. (16/03/2022) Gönderilen kitap kapağını kendim incelerken, kapağın üzerinde “Belediye Kütüphanesi No.K/1204” kaşesi ve “İstanbul Büyükşehir Belediyesi Atatürk Kitaplığı” çıkartmasını görünce belediyenin eski bir çalışanı olarak sevindim. Çalıştığım dönem mesai arkadaşlarımdan olan birine kitap kapağını gönderip kütüphaneden kitabın PDF’sini temin etmesini
Demokratik Tartışma Kültürüne Dair
Dünya kritik bir süreçten geçiyor. Dijital teknolojik gelişime hayatımızı, yaşam biçimimizi, düşüncelerimizi derinden etkiliyor. Ukrayna-Rusya savaşı siyasetten yeni bir “soğuk savaş”ı başlattı ve dünya genelinde demokrasi, insan hakları, çevrenin korunması raftan indirildi ve şimdi tüm devletler güvenlik ve savunma gerekçesiyle silahlanmaya başladı. Türkiye’de siyasi oluşumlar hak, hukuk, adalet ve demokratik normlara dönüş için bir arayış içinde. Türkiye’de ve Ortadoğu’da Kürtlerin hak arayışları ise devam ediyor. İran, Irak, Suriye’de çatışma ve huzursuzluk da hız kesmeden tırmanıyor. Böylesi kritik bir süreçte kardeşim Ali Haydar Üzülmez’le telefonda nasıl bir tutum ve yaklaşım içinde olmalıyız diye uzun bir sohbetimiz oldu. Bir gün sonra da
Kötülük ve Pislikler Çoğunlukla Kutsallık Adına Yapılır
Kötülük ve pislikler tarih boyunca çoğunlukla kutsallık adına yapılmış ya da altında saklanmıştır. Bunun en çarpıcı örneklerinden birini Mario Puzo’nun AİLE(*) romanını okuduğumuzda görebiliriz. Amerikalı yazar Mario Puzo (1920-1999), 1969’da yazdığı BABA romanında mafyanın, Don Corleone ailesinin karanlık ve kanlı öyküsünü anlatmıştı. BABA romanı, sonradan aynı isimle 1972’de Marlon Brando’nun başrolünü oynadığı film olarak beyazperdeye aktarıldı ve zamanında çok ilgi gördü. AİLE romanında ise, Vatikan’da papalık makamında oturan Borgia ailesinin kutsallık adına yaptığı icraatlar anlatılmaktadır. Rodrigo Borgia gerçek ruhani bir şahsiyettir. Yolsuzluklarla anılan Rönesans döneminin en çok tartışılan papasıdır. Cem Sultan, Niccolò Machiavelli, Leonardo da Vinci ve Michelangelo gibi birçok
Elbet Gün Ağarır Anne*
Nereye gitsem ardım sıra hüzün gelirİçimde kor olmuş anılar alevlenir 12 Eylül 1980: Yıkım ve yenilginin başlangıcı, milâdıdır. Askeri darbe o kadar şiddetliydi ki etkisi hâlâ sürmekte. Diyarbakır 5 No’lu Askeri Cezaevi ise 12 Eylül’ün vücut bulmuş halidir; zamanında dünyada nam salmış en kötü on cezaevinden biriydi. En kötü olduğu döneminde aynı düşünceyi paylaştığım birçok yol arkadaşlarımla birlikte ben de kaldım bu uğursuz mekânda. Bu nedenle 5 Nolu Cezaevi’ni çok iyi bilirim. Yıllar önce yazdığım bir yazımda (11 Aralık 2011): Cezaevinde “her şey insan ruhuna acı veriyordu; duyulan her ses, görülen her görüntü insan ruhunun derinliklerinde derin yaralar açıyordu. Cesaretin,